İnanılmaz ihmal!

Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

Sarayın alarmını bile bozmuşlar

Refahyol iktidarının Topkapı Sarayı'nda yaşattığı tayin terörü, sarayı harabeye çevirdi ve alarmlar bile çalışmaz hale geldi... Bir yıldır ‘‘Allah'a emanet'' olan sarayın uyarı sistemlerinin çalışmadığı ancak geçen hafta farkedilidi ve hemen yenilendi...

Melina Mercouri'nin 1964'te çevirdiği ‘‘Topkapı'' filmini herhalde seyretmişsinizdir...

Filimde, profesyonel bir müze hırsızını oynuyordu Melina... Başrol arkadaşı Maximillian Schell'le beraber saraydaki meşhur hançeri çalmayı kuruyor, gecelerin birinde saraya damlardan gizlice girmeyi beceriyor ama hançeri tam alacağı sırada aksilik çıkıyor ve yakayı ele veriyordu...

Bu senaryo son bir yıl içerisinde her an gerçek olabilirdi, zira sarayda birkaç gün öncesine kadar alarmlar susmuştu... Her taraf çökmek üzereydi... Çatıları kaplayan kurşunlar çürümüş, yağmur suları kubbelerin iç tarafındaki asırlar öncesinin rengârenk kalem işi motifleri abstre resme çevirmişti... Dış sıvalar zaten dökülmüş, çerçeveler bitmiş, kırılan camların yerini simsiyah karanlıklar almıştı... Birçok bölüm aylardır kapalıydı, çünki personel kalmamıştı sarayda... Ve biz hergün gelen onbinlerce ziyaretçiye çok yakında ‘‘saray'' diye bir enkazı gezdirmek üzereydik...

Bütün bunların sebebi tekti: Refahyol iktidarının yaşattığı, tarihin en büyük tayin terörü... Yıllarını vermiş yöneticiler dört bir yana sürülmüş; yerlerine partililer ve din dersi öğretmenleri getirilmiş, sadece rutin işler görülüp bakım hatıra gelmemiş ve olan Topkapı'ya olmuştu... 1960'larda 300 olan personel şimdi 180'di; tahsisat da yoktu, eleman da... Tayin teröründen doğan bir huzursuzluk hakimdi Topkapı'ya...

Ben, sarayda son bir senede yaşananları gayet iyi biliyordum ve defalarca yazmıştım ama, Refahyol'un tayin terörünün fiziksel bir yıkıma da yol açtığını, görerek öğrendim...

Geçen hafta, Devlet Bakanı Güneş Taner'le beraber, ‘‘kılıç görmek'' için saraya gittik... Güneş Taner kılıç meraklısıydı ve evinde çok güzel bir Osmanlı kılıçları kolleksiyonu vardı... Gittik ve hem kılıçları gördük, hem Topkapı'nın o halini...

Taner, Kültür Bakanı İstemihan Talay'ı aradı... Sarayın bakımı için kaç para gerekiyorsa vereceğini söyledi... ‘‘Trilyonlar da gitse veririz'' dedi... İstemihan Talay müsteşar yardımcılarından birini, Dr. Hülya Tuncer'i yapılacak işlerin dökümünün çıkartılması için hemen Topkapı'ya gönderdi... Siz bu yazıyı okuduğunuz sırada, bakan da saraydaki tahribatı gözleriyle görmekte olacak...

Topkapı'da, Refahyol'un açtığı tayin yaraları şimdi yavaş yavaş sarılıyor... İsmail Kahraman zamanında yerlerinden edilenler işlerinin başına döndüler, sarayın müdürlüğüne Refah'ın gadrine uğrayanlardan biri, Dr. Filiz Çağman getirildi ve sırada tahribatın izlerinin binalardan silinmesi var...

Tarihler, Fatih'in İstanbul'a girdikten hemen sonra İmparator Konstantin'in sarayını, şimdi yerinde yeller esen Vlaherna'yı gezdiğini ve o sırada bir şiir okuduğunu yazarlar... Vlaherna'nın harabeye dönmüş hali, Farsça bir beyit hatırlatır Fatih'e: ‘‘Perdedari mikoned der kasr-ı Kayzer ankebut / Bum nevbet mizedend der târem-i Efrâsiyâb'' der.. Yani ‘‘Kayzer'in sarayında örümcek teşrifatçılık yapıyor, İmparator Efrasiyab'ın kulelerinde hakimiyet alâmeti olan davulu çalma işi de baykuşlara düşmüş...''

Güneş Taner'le beraber Topkapı'da olduğumuz gün, ‘‘Biraz daha geç kalınsaydı burası da Vlaherna'ya dönecekti... Örümcekler perdedarlık edecek, nöbeti baykuşlar vuracaktı'' diye düşündüm... Ama bir sırrı çözemedim... Konstantin'in sarayı harabe halini aldığı zaman İstanbul kuşatma altındaydı... Peki, ya Topkapı bu hale gelirken İstanbul kimlerin kuşatmasına uğramıştı dersiniz?

KÜÇÜK BİR UYARI: Saraydaki alarmların çalışmadığını yazmam birilerinin hevesini tahrik etmesin... Hafta başında sistemler son teknolojik ürünlerle değiştirildi... Denemeye kalkanlar, Melina'nın akıbetine uğrarlar...

Topkapı ihya oluyor

Sarayda, önümüzdeki günlerde restorasyon rüzgârı esecek... Çatlayan duvarlar örülecek, dökülen sıvalar çekilecek, bahçeler tekrar düzenlenecek ve gönderilecek yeni kadrolarla saray eski günlerine dönecek...

Kültür Bakanlığı'nın bu iş için harcayacağı yüzlerce milyarı, Devlet Bakanı Güneş Taner sağlayacak... Bu yazıyı hazırlarken her iki bakanla da konuştum... Taner, ‘‘Sarayın onurumuz olduğuna inandığını'' anlattı, restorasyon için mutlaka kaynak bulacaklarını ve işin vakit geçirmeden yapılacağını söyledi...

Kültür Bakanı İstemihan Talay da, ‘‘Osmanlıcılık başka, Osmanlı eserlerini korumak başka'' dedi. Başta harem dairesi olmak üzere sarayın tamamının elden geçirileceğini, bahçelerin düzenleneceğini ve kadro probleminin çözüleceğini anlattı...

Bakan öncelikle iki konuyu, turist otobüsleri ve belediyenin saraya hizmet götürmemesi sorunlarını halletmeye çalıştığını söyledi. Otobüslerin ‘‘Bâb-ı Humayun'' denilen ilk kapıyı tahrip ettiklerini ve park yerinin bir başka yere taşınacağını anlattı... Belediyenin yasa gereği sarayın ziyaretçilerden elde ettiği gelirin yüzde 40'ını almasına rağmen Topkapı'ya hizmet vermediğini, hatta en basit temizlikleri bile yapmadığını söyledi, ‘‘Bu ilgisizlikleri devam ederse, bilet gelirlerinden alacakları parayı tahsil etmemeleri için elimden gelen engeli çıkartırım'' dedi...

Merak edenler için, sarayın son bir yılda elde ettiği ama kanun gereği belediyelere ve bakanlığa giden, Topkapı'ya harcanamayan bilet gelirini söyleyeyim: 1 trilyona yakın bir meblâğ...

SENARYO GERÇEK OLABİLİRDİ

Melina Mercouri'yle Maximillian Shell'in 1964'te çevirdikleri komedi filmi ‘‘Topkapı''nın senaryosu, 1997'de Refah iktidarı sırasında her an gerçek olabilirdi...

Tarih'in arka odası: "Türkçe'nin yeniden yükselişi"

‘‘Gazeteci - yazar'' sözünü hiç sevmem... Bende, gazetecilikle yazı yazmak sanki ayrı ayrı işlermiş gibi paradoksal bir çağrışım yapar...

Ama yazarlık başkadır, edebiyatçılık başka...

Türkçe'nin birkaç yüz kelimeye sıkışıp kalmadığı güzel günlerinde, gazetecilerin hemen hepsi ‘‘edebiyatçı''ydı... Yakup Kadri, Refik Halid, Falih Rıfkı, Orhan Seyfi ve daha niceleri gazeteciydi, hayatlarını bu işten kazanırlardı ve edebiyat sadece hobileriydi...

Ama edebi tarafları baskın çıktı... Refik Halid'le, Falih Rıfkı gibi Türkçe'ye kalemlerine esir edenler tarihlere ‘‘büyük edebiyatçı'' diye geçtiler, gazetecilik tarafları ise basit hatırlatmalarla geçiştirildi...

Seneler sonra Türkçe birkaç yüz kelimenin çemberine hapsedildi, üslup yapmak isteyen gazeteciler meramlarını o birkaç yüz kelimeyle ifadeye çalıştılar ve edemediler... Çemberi çok az kişi kırabildi...

Ertuğrul Özkök'ün yeni çıkan kitabının, ‘‘Artakalan Zamanda''nın üslubu, bana edebiyatın ustası bu eski gazetecileri çağrıştırdı... Onun ‘‘Ufkun Bittiği Yere Uçamamak'', ‘‘Yanlış Akvaryumdaki Biçare Balık'', ‘‘Kırmızı Yapraklar Balesi'' gibi başlıklarıyla, Refik Halid'in ‘‘Napolyon Radyoda Konuşuyor''u, ‘‘Bir Avuç Saçma''sı, ‘‘Kirpinin Dedikleri'' arasında benzerlikler kurdum... ‘‘Cizre Otogarı'nda Bİr Ölüm'', Falih Rıfkı'nın Türkçe şâheseri ‘‘Zeytindağı''nı hatırlattı...

Falih Rıfkı, Zeytindağı'nın bir yerinde bozgun sonrası Anadolu'daki küçük bir istasyonda şahit olduğu dramı anlatır... Yaşlı bir kadın, gelene geçene ‘‘Benim Ahmed'i gördünüz mü?'' diye sormaktadır... Ahmed, oğludur... Kadın yırtık basmasının altından kolunu çıkartır, İstanbul yolunun öbür ucunu, Arabistan'ı gösterir ve ‘‘Bu tarafa gitti'' der... ‘‘Ahmed'imi gördünüz mü?''

‘‘...Hayır, hiç birimiz Ahmed'ini görmedik, fakat Ahmed'in her şeyi gördü... Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü'' diye yazar Falih Rıfkı... Üslup, sonra daha da bir parlar ve o parlaklıkla kayıp gider...

Şimdi, Falih Rıfkı'nın sözünü ettiği o Yemen şehidi Ahmed'le Ertuğrul Özkök'ün yazdığı Cizre şehidi er Ali Başarmak arasında bağ kuruyorum...

Ali Başarmak, PKK ile girdiği çatışmalardan ve üzerine 20 saat boyunca çöken çığdan sağ çıkmış, ecele Cizre Otogarı'nda, yakalanmıştı... Memleketine gitmek üzere gittiği otogarda annesiyle babasını birdenbire karşısında görünce... Ertuğrul Özkök, ‘‘Heyecandan sol kolundaki ağrıyı, göğsünün üzerine çöken o korkunç sancıyı bile farkedememiş, oraya yığılmış. Annesinin ve babasının kucağına. O arkadaşına nasıl yetişmişse, anne ve babası da onun ilâhi ‘‘tıııt''ını işitmişler. Kalleş çığın yarım bıraktığını o heyecan tamamlamış'' diye anlatıyordu Ali Başarmak'ı...

Özkök'ün ‘‘ilâhi tıııt''ının verdiği his, Falih Rıfkı'nın ‘‘Ahmed'i biz kumarda kaybettik'' cümlesindeki duyguyla aynıydı...

Edebiyat profesörü bir arkadaşım, ‘‘Ertuğrul Özkök pazar yazılarını keşke hergün yazsa... İmajinasyonu bazan öyle boyutlara çıkıyor ki, ders diye okutamadığımıza üzülüyoruz'' demişti...

Haklıymış...

Yazarın Tüm Yazıları