Huysuz İhtiyar: Ben zaten her acının tiryakisi olmuşum



Haberin Devamı

‘‘Kış ortasında şu yaz güneşinin güzelliğine bakar mısın? Ortalık şenlik yeri gibi... Hem kemiklerim, hem yüreğim ısındı be Sadık'çığım.’’

‘‘Senin oran buran ısındı ama, Anadolu kan ağlıyor. Yağmur yağmadığı için barajlarda dirhem su kalmadı. Bu yıl çiftçi kuraklıktan ve açlıktan ölecek.’’

‘‘Şu mübarek çeneni tut da, yine keyfimi kaçırma. Geçen gün de yağmur yağdığı için homurdanıyordun.’’

‘‘Yağmurlu havalardan nefret ederim. Romatizmalarımı azdırıyor.’’

Sadık böyleydi işte... İnsanın beş paralık neşesine limon sıkmak için yaratılmıştı sanki. O gün keyifli günümdü. Onun da hoşuna gidecek şekilde konuyu değiştirdim.

‘‘Hadi gene iyisiniz, bu hafta fiyakandan yanına varılmayacak.’’

‘‘Ne olacak ki?’’

‘‘Çarşamba günü maçtan sonra senin Galatasaray tarihinde ilk kez Avrupa Çeyrek Finali'ne kalacak.’’

‘‘Sanmam.’’

‘‘Nasıl sanmazsın be!.. Adamları kendi sahasında yendiniz de, Ali Sami Yen'de mi yenemeyeceksiniz?’’

‘‘Biz adamları yenemedik ki!’’

‘‘Eee, ne oldu?’’

‘‘Onlar yenildi. Artık aynı hataları yapmazlar. Hakan'la Haci'yi sille tokat durduracaklardır. Hakem de onları tutacaktır zaten. Suat'la Tugay sakat. Bizim savunma kontrataktan çok gol yiyor. Adamlarda kontratak futbolunun en iyisini oynayan iki hızlı futbolcu var. Bu yüzden tur atlayıp finale kalamayız.’’

Öfkemden, ‘‘İnşallah tahminim doğru çıkar!..’’ dedim.

Sadık'a çok kızardık ama, yine de severdik. Dürüst, çalışkan, kötü gün dostuydu. İçimizden biri hastalansa, ziyaretine ilk olarak Sadık koşardı. Tabii Sadık'ın kanser, enfarktüs veya siroz teşhisleriyle ziyaret sonrası hastanın ateşi 40 dereceye çıkardı. Ama olsun, adı gibi sadık ve yıllanmış bir arkadaşımızdı. Ufak tefekti ama, hem yakışıklı hem de kültürlüydü. Yakışıklılığına rağmen uzun yıllar evlenemedi. Üstelik bu konuda gayretliydi de... Ama beğendiği ve lüks bir restorana davet ettiği bir kız, Sadık'ın ikinci yemek davetini asla kabul etmezdi. Arkadaşlarla tahminimize göre restoranda şuna benzer sahneler ve konuşmalar olurdu:

Kız,

‘‘Ah, buranın manzarası şahane... Ne güzel bir yer seçmişsin Sadık... Herhalde Boğaz'ın en güzel yeri burası!..’’

Sadık,

‘‘Boğaz'ın artık güzel yeri mi kaldı? Şu karşıya diktikleri fallus gibi beton yığınlarına bak. Üç otuz para uğruna Boğaz'ı yağmaladılar. Onların atıkları nereye gidiyor dersin? Kanalizasyonları nereye akıyor acaba? Tabii Boğaz'a... Yetmiyormuş gibi, bu tip restoranlar da Boğaz'ı çöp tenekesi olarak kullanıyorlar. Denizin üstü yemek artığından görünmez oldu. Şu kokuya bir bak!..’’

Kız lafı değiştirmek ister.

‘‘Şu şilep ne güzel süzülüyor. İçinde olup bilinmedik limanlara doğru gitmek istemez misin? Tabii yalnız değil. Kih!.. Kih!..’’

Sadık,

‘‘Bu petrol yüklü tankerler yüzünden bir gün İstanbul havaya uçacak ve parçamız kalmayacak. Hatırlar mısın, hani bir Romen şilebi Haydarpaşa açıklarında....’’

Garson,

‘‘Meze olarak ne emredersiniz?’’

Kız,

‘‘Ben fazla meze almayayım.’’

Sadık,

‘‘Çok haklısınız, meze kadar insanı şişmanlatan yiyecek yoktur. Siz kısa boylu olduğunuz için azıcık kilo bile alsanız, şişman ve çirkin görünürsünüz. Bana pilaki, midye dolma, tarama, patlıcan kızartması ve midye tava getir oğlum. Hanıma da bir salata...’’

Garson,

‘‘İçki ne alırsınız?’’

Sadık kibarca,

‘‘Siz ne içeceksiniz?’’

Kız,

‘‘Siz ne içiyorsanız ben de size katılırım.’’

Sadık,

‘‘Olmaz ben rakı içiyorum. Rakının bir kadehinde 225 kalori var. Bana bir küçük rakı, hanıma da küçük bir şişe beyaz şarap getir oğlum.’’

Vee gecenin sonu da gelen hesap üzerine hırsızlar ve soyguncular yüzünden ülkenin nasıl batacağına dair uzunca bir konferansla biterdi herhalde...

*

Bu arada bizim Tuğrul, borç harç rüyasındaki arabayı aldı. İkide bir masasından fırlayıp park yerine koşarak arabasını seyrediyor, sonra da ışıl ışıl gözlerle işine dönüyordu. Tuğrul'un bu bayramı Sadık'ın,

‘‘Araban çok güzel ama, bu modeller motor sesini içeri verir. Altı alçak olduğu için bizim yollara gitmez. Karteri kısa zamanda delersin. Otomatik olduğu için de fazla benzin yakar, para yetiştiremezsin. Yol yakınken bunu satıp yerine bir Polo al.’’ nasihatleriyle sona erdi.

*

Sonunda Sadık'ın yakınmaları ve kara kehanetleri iyice arttı. Ama bu kez çok haklıydı. Çünkü işten çıkarılmıştı. Çalışkan ve işini yapan biri olmasına rağmen patronun yüreğini her gün kararttığı için biletini kesmişlerdi. Yetmiyormuş gibi, karısı da artık dayanamamış Sadık'ı zehirleyip katil olmaktansa kızını alıp baba evine dönmüştü. Yavuz'la benim gibi çok eski bir iki arkadaşından başka çevresinde kimse kalmamıştı. Evine de haciz geldiği için Asmalı Mescit'in ara sokaklarındaki bir otelde kalıyordu. Artık sadece telefonla görüşebiliyorduk. Ekonominin ya da yeni çıkardığımız bir derginin nasıl batacağını ya da Galatasaray'ın Avrupa Şampiyonası'nda beş paralık şansı olmadığını anlatabilmek için arada bir bizi arıyordu.

Hikáyenin bundan sonrası biraz yerli filme benzeyecek ama, yemin ederim ki büyük bir kısmı gerçektir.

Bir gece Yavuz'la otele baskın yapıp Sadık'ı salla sırt ettik ve her zamanki meyhanemize getirdik. Yolda taksi şoförüne kullandığı LPG gazının bir gün nasıl patlayıp arabasını ve müşterilerini yakalacağını uzun uzun anlattı.

Birinci kadehten sonra Türkiye'deki mesleksiz iş gücünün yarattığı işsizlik patlaması konferansına başlarken, Yavuz cebinden çıkardığı zarfı Sadık'a verdi ve,

‘‘Bu zarfta patronun mektubu ve 3 aylık maaşın var. Senin tekrar işe dönmeni rica ediyor. Çünkü şirketin sana ihtiyacı varmış’’ dedi.

Yavuz, Sadık'ın patronunun amcasıydı ve patron Urfa aile geleneği nedeniyle amcasının sözünden çıkamazdı. Sadık yutkundu ve sesi kesildi. Ama karısı Sevgi meyhaneye girip,

‘‘Haydi Sadık eve gidelim. Jale babasını çok özledi’’ deyince kapana kısılmış bir av hayvanı gibi gözlerini üstümüzde ve meyhanenin duvarlarında gezdirmeye başladı. Sevgi'yi bu gece gelmeye razı etmek için günlerce yalvar yakar olmuştum. Babası da akademiden arkadaşım olduğundan, kocasıyla barışmaktan başka çaresi kalmamıştı. Sanki maçı da ayarlamışız gibi meyhane televizyonu Galatasaray'ın Avrupa'da finale kalmasının haberini verdi. Sadık'ın omuzları çöktü ve ayağa kalkarken yanlış duymadımsa ağzından, ‘‘İtoğlu itler!..’’ gibisinden bir soluk çıktı. Karısının koluna girip mutsuz ve sarsak adımlarla meyhaneden çekti gitti.

Yavuz'la keyifle bakışıp kadeh tokuşturduk. Ama kadehlerimizden bir fırt almamıza ramak kala Sadık tepemizde bitti. Şimdiye kadar suratında görmediğimiz yayvan bir sırıtışla,

‘‘Patlıcan salatası ekşimişti, pilaki en az üç günlüktü, kalamar da lastik gibiydi!.. Nah buraya yazıyorum, bu meyhane üç vakte kadar batar!..’’ dedi ve tekrar kapıda bekleyen karısının koluna girip kayboldu.

Yazarın Tüm Yazıları