Güzelliğin, şarabın ve futbolun şehri Cape Town

Üç yıl önce Cape Town’a geldiğimde, kelimenin tam anlamıyla tadı damağımda kalmış, geri dönmek için uçağa binerken parmaklarımı çapraz yapıp en kısa sürede yolum gene bu harika şehre düşsün diye dilek tutmuştum.

Dileğim üç yıl sonra gerçekleşti, işte gene Cape’teyim.
Şaka değil, gerçekten harika bir şehir burası.
Doğaysa doğa, huzursa huzur, güzellikse güzellik... Ne ararsanız var.
Sadece Cape değil, çevresi de öyle. Dağlar, bağlar, plajlar... Hangi yöne giderse gitsin, insan gördüğü manzara karşısında afallıyor.
Sadece güney ya da güney batısı mı güzel bu güzelim ülkenin...
Doğusu da kuzeyi de öyle...
Ama biliyoruz ki bu ülke bahtsız bir ülke.
Tanrı toprağının altına servet sermiş, üstüne bereket vermiş, zaten bu harika insanların başına da ne geldiyse bu yüzden gelmiş.
Tarihi malum.
Ağla Sevgili Yurdum.

Bir otelden ne beklersin

Bu günlerde ayın üçte birini otellerde geçirdiğim için, ha bire oteller üzerine düşünmek gibi bir huy geliştirdim.
İster bir günlüğüne ister uzun süreliğine gidilsin, kimse kötü bir otelde kalmak istemez ama iyi otel seçimi de sanıldığı kadar kolay değil.
Çünkü her bol yıldızlı ve pahalı otel iyi demek değil.
O zaman ne yapmalı?
İşe bir liste yaparak başlamalı ve listenin başına anayasanın değiştirilemez maddeleri gibi üç madde konmalı.
Güzelliğin, şarabın ve futbolun şehri Cape Town

Temiz olacak bir...
Konumu iyi olacak iki...
Bütçeme uygun olacak üç...
Bunların herkesin olmazsa olmazları olduğunu düşünüyorum.
Ama ondan ötesi kişiye özel sanki.
Örneğin kör karanlıkta uyanan ve uyanır uyanmaz ağlamasın diye ağzına biberon verilen çocuklar gibi kahve aranan biri olarak, odamda kahve makinesi ve çeşit çeşit kahve bulunmasını isteyen biriyim, o zaman dördüncü madde olarak pekala bunu yazabilirim. Oda servisini arayıp kahve istemek, o kahve isterse gümüş servisle gelsin benlik değil çünkü. Mesela ütü ve ütü masası... Buruşan elbiseleri ütületmek için çamaşırhaneye yollayıp saatlerce beklemektense odada ütülemek daha evla. O zaman onlar da olmalı. Mesela taşımaktan nefret ettiğim için her yağmurlu havada satın alıp hep arkamda bıraktığım şemsiye... Mesela kitap, mesela dergi, mesela dev aynası, mesela yeter sayıda askı, mesela sorunsuz internet bağlantısı, mesela başucu lambası... Liste uzayıp gidiyor.
İyi de her zaman şans yaver gitmiyor.
O zaman ne yapmalı?
Toplu yolculuklarda iş daha kolay çünkü arada turizm şirketi var.
Ama tek başına yolculuk edenler için zevkine güvendiği eş dost tavsiyesi dışında yapılacak en doğru şey galiba profesyonel bir aracıya başvurmak. Sizi dinleyecek, beklentilerinizi anlayacak ve doğru adresi bulacak birine... Bir kuruma ya da bir kişiye. O zaman, o otel otel olmaktan çıkıp eviniz oluyor.

Kalmasanız da mutlaka uğrayın

Cape Grace...
2008’de dünyanın en iyi küçük oteli seçilmiş. 2009‘da lokantası Güney Afrika’nın en iyi lokantası ödülünü almış. Alt kattaki viski bar Güney Yarımküre’nin en iyisi. Bugüne kadar gördüğüm en çarpıcı otel dekorasyonu. Servisin iyiliğinden söz etmek bile abes. Küçücük sürprizlerle müşterileri mutlu etmekte üstüne yok. Odaların manzarası şahane. Her köşede üzerine çok düşünülmüş olduğu belli minicik bir ayrıntı göze çarpıyor.
Pahalı mı evet pahalı. Kalınılabilirse ne ala da, buralara kadar gelinirse eğer, mutlaka ama mutlaka uğranmalı.

Dünya kupasını bahane edin

Haziranda başlayacak dünya futbol şampiyonası için hummalı bir hazırlıkla karşılaşmayı beklerken, marinanın yanıbaşına inşa edilen ve fena halde uzay istasyonlarını çağrıştıran stadyum dışında şehirde futbola ilişkin fazla bir faaliyet yok gibi. Hangi yıl olduğunu bilemeyeceğim ama gene böyle bir dünya kupası öncesi İtalya’ya gittiğimde, bütün İtalyanlar’ın delirdiğini gördüğümden bu sakinlik beni şaşırtmadı değil. Ne sokakta ne televizyonda futbol konuşulmuyor örneğin. Bu pazar, aralarında Armstrong’un da bulunduğu bin küsur yarışmacının katılacağı bisiklet yarışı sanki daha önemli. Belki kupanın başlamasına daha vakit var diye, bilemeyeceğim ama ülke futbolla yatıp futbolla kalkmıyor. Tamam elendik, tamam biz yokuz ama gene de bir çok futbol fanatiğinin haziran sonunda yolunun buralara düşeceğine eminim. Bu futbol aşıkları her kimse artık, kadın ya da erkek, eşler eşlik etmek için ısrarcı olsunlar derim. Bırakın onlar maç izlesin siz doya doya şehri gezin.

4 bin 800 şarap üreticisi var

Cape Town’nun batısından Hermanus’a kadar uzanan bölge, Güney Afrika’nın şarap bölgesi. İklim Akdeniz iklimi olduğundan bağlar burada. Stallenbosch’a doğru yola çıkıldığında arkada yükselen dağları ve eteklerindeki bağlarıyla ayrı bir cennete düşüyor insan. Birbirinden güzel çiftlik evleri, aynı zamanda tadım evleri. Neredeyse her birinin küçük bir lokantası ve istenilirse konaklayabileceğiniz küçük bir misafir evi var.
Şaraplara gelince, ortalamadan çok iyiye kadar giden çizgide binlerce şarap var. 4 bin 800 kadar şarap üreticisi olduğu söyleniyor. Ben iki tanesini gezebildim. Biri Waterford, diğeri Hannes Myburgh. Bay Hannes, sekizinci kuşak olarak işlerin başında. Bana 2003 pinot noir tatmamı tavsiye etti ki haklı. Bir de 2005 Rubicon’u çok sevdim. Ama damak tadı insandan insana değişir. O yüzden buralara gelecek olan, bir gününü ayırıp kendini şarap yoluna vurmalı ve sevdiği şarabı kendi bulmalı derim.
Yazarın Tüm Yazıları