Durdurun bu katliamı

Tuğrul ŞAVKAY
Haberin Devamı

Yazın deniz kıyısına tatile gidenlerin balığa düşkünlük göstermelerini hep hayretle karşılamışımdır. Hayretimin nedeni, balığın tatil sofralarında aranmasında değil elbette. Balık o kadar güzel bir yiyecek ki, onun keyfini sürmemek apaçık aptallık sayılır. Beni rahatsız eden, aynı insanların bir başka mevsimde, kışın, çoğu zaman deniz kıyısından uzak sıcak evlerinde aynı ilgiyi balıklardan esirgemesi. Balığı yalnız yazın ve deniz kıyısında sevenleri o yüzden bir türlü anlayamam. Melale aşina olmayan bir nesle hayretle bakan şair gibi, ben de balığı yer ve mevsimle sınırlı olarak sevenlere şaşarım.

Hele balığın sadece rakı mezesi olmasına hiç akıl erdiremem. Balık ile rakı gibi sert bir içkiyi bağdaştırmakta güçlük çekerim. Rakıya eşlik eden bir ahtapot salatasının, bir kalamar tavasının veya çıtır çıtır yenen haşlanmış küçük karideslerin tadını inkar edemem. Edersem de çarpılırım. Bunlar pekala rakı mezesi sayılır. Ama nasıl pişirilmiş olursa olsun, balığa en çok yakışan içkinin şarap olduğunu düşünürüm.

Öte yandan balığın, Karadeniz'in hamsisi dışında, bizim karasularımızda yaz kış ayrımı olmaksızın pek bol olmadığını da bilirim. Üstelik yazın balık büsbütün kıtlaşır. Üreme mevsimi, balığın avlanmasını engeller. Kıtlık sırasında bir yiyeceği bolca tüketmek akla mantığa aykırı. Yazları balık satıcılarının tablalarındaki balığın azlığı da bunun delili. Üstelik bu balıkların kışın bereketini önlemek pahasına yakalanmış olmasından kuşku duyarım. Böyle bir durum yazın yediğim balığı çoğu kez boğazıma dizer. Elim o güzelim balıklara pek gitmez.

İLAHİ DENGE

Oysa kış benim için balık mevsimi demek. Havaların soğumasıyla birlikte balıklar bollaşmaya başlar. Giderek irileşir, lezzet kazanırlar. Ele avuca gelir büyüklüğe ulaşırlar. Tabii bu birdenbire olmaz. Balığa zaman tanımak gerekir. Balığın avlanmasının takvimi böyle oluşur. Havalar soğudukça balığın bereketi artar. Sıcak bir balık yemeği, çoğu zaman soğuk havaların en güzel tesellisi olur. Tabiat bizi bir yandan soğukla cezalandırırken öte yandan da yüzlerce değişik lezzetle bezenmiş balık ve deniz ürünüyle ödüllendirir. Sanki ilahi bir denge oluşur ve bu yolla kendisini bir kere daha gösterir.

Ancak bu ilahi dengenin farkında olanlar galiba pek az. Bir haftadır gazetelerin kıyısından köşesinden feryatlar yükseliyor. Akil insanlar, ‘durdurun bu katliamı’ diye neredeyse kendilerini parçalıyor. Çünkü Karadeniz'den gelen balıkçılar Ege'ye çıkmış, Çanakkale Boğazı'nın hemen altında balıkları sürü halinde katletmekle meşguller.

Avla avcı arasında binlerce yıldır konulmuş ve korunmuş kurallardan habersiz biçarelerden sözediyoruz. Balıkçı sıfatını asla haketmeyen bu vahşetin faillerinin çöldeki kumlar kadar çok yavru balığı kör ettiklerini yazdı gazeteler. Onbinlerce voltluk lambalarla kör edilmiş yavru balıklardan sözediyorum. Her canlının sürmesi gereken hayatı yok etmenin parasal karşılığı da yok üstelik. Çünkü öldürdükten sonra, 'taşımaya değmez' diyerek bu yavru balıkları tekrar denize döküyorlarmış. Doğrudur. ‘Tanrıya inanıyoruz‘ diyen Amerikalılar bunu paranın üzerine yazmışlar. Peki bizim balık katilleri için biz de böyle bir para mı çıkarsak, hiç olmazsa kirli kazançlarının meyvesini toplarken Allah'ın adını görüp utansınlar diye!

Bu müthiş soykırım lambalı cinayetle sınırlı da değil. Gazetelerdeki haberlere ve yorum yazılarına bakılacak olursa, denizin dibi de vahşice taranmakta. O deniz dibi ki, sayısız canlının yuvasını barındırır. Bir av uğruna canlıların yuvasını yok etmek demek, avı da kurutmak demek. Bu budalaların Sait Faik'i okumadıklarını adım gibi biliyorum. Ama hiç mi akıl kırıntısı taşımazlar, o noktada hayretlerden hayret beğeniyorum kendime.

Üstelik Ege gerçekte balık fakiri bir deniz. Akdeniz'in ancak birkaç noktasında balıklar ve diğer deniz canlıları kendilerine bir sığınak bulabilmiş. Çanakkale Boğazı'nın Ege'ye açılan suları bu ender noktalardan biri. Katliam da zaten burada yapılmakta. Böylece Ege Denizi'nin yoksulluğu katmerlendirilmekte.

Balık katillerinin kişisel hesaplarını kabul etmek değilse bile anlamak mümkün. Onlar sadece bugünü yaşayan zavallılar. Balık halindeki komisyonculardan alacakları üç beş kuruş fazla paranın peşindeler. Yarın hiçbirimizin sofrasında balık olmaması onları hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Ben yeterince balık yedim ve bu tadı tanıdım. Ya çocuklarımız? Onların sofralarına el uzatmak kimin haddine? Ama kırılası eller şimdiden o sofralara da uzanıyor.

ÇÖZÜM YOLLARI

Her toplum böyle sorunları çözmek için yöntemler üretmiş. Üretmek zorunda da. Siyaset teorileri bu varsayımlarla dolu. Doğu'da bu ‘adalet mülkün temelidir' formülüyle ifade edilmiş. Her şey dönüp dolaşıp devletin mülkte adaleti sağlamasına bağlanmış. Batı'da da durum farklı değil. Avrupalı siyaset teorisyenleri, devletin insanların yaşama hakkı, mülkiyet hakkı ve özgürlüklerini korumak üzere kurulduğunu söylemişler. Devletin, yetkilerini ve meşruiyetini böyle kazandığı varsayılmış. Haklar teker teker kişilere ait olmakla birlikte, aynı zamanda toplumun bütününe de ait. Toplumsal yararı gözetmek de devlete verilmiş bir görev. Doğu, Batı ile bu noktada buluşmuş. Toplum için adaleti sağlamak!

Ama ben bizim öykümüzdeki devletin, Amerikan İhtilali'nin ilkelerine daha yakın olduğunu düşünyorum. Çünkü orada aranan yaşama hakkı, özgürlükler ve mutluluğun peşinde koşma hakkı olmuş. Mutluluk, toplumun korunması gereken bir değeri sayılmış. Hem kendi mutluluğumuz, hem de gelecek nesillerin mutluluğundan söz ediyoruz.

Bütün bunları bildikten sonra da afra ve tafra ile, avanta dağıtma ile devlet adamı olunacağını sanan bir başka zavallının dramı yansıyor bu öyküde. Çünkü katliam iznini veren bir bakan. O da, balık katilleriyle aynı dar görüşlülükte. Birinciler paranın peşinde koşarken, o da birkaç zavallı oyun peşinde ömrünü tüketmekte. Hadi balıkçılar cahil diyelim, izni veren siyasi sorumlu da mı aynı düzeyde cahil? Bir toplumda cehalet bu kadar yaygın olabilir mi? Cahillik yalnız okumamışlık mıdır?

Kafamı kurcalayan asıl sorun da burada düğümleniyor. Acaba tabiattaki ilahi dengeyi anlayabilmek için insanların ille de ilahiyat tahsili mi yapmaları lazım? El Ezher'de mürekkep yalamak bir zorunluluk mu? Yoksa Batılı bir yöntemle, felsefe mi okumak lazım üniversite sıralarında? Spinoza'yı bilmeyen Tanrı'nın evrenle birliğini anlayamaz diye bir kural mı var? Yok tabii. Öyle olsa hiçbir sözü eğri büğrü söylemeyen derviş Yunus ile Felemenkli Spinoza aynı türküyü nasıl terennüm ederlerdi? Hem de yüzlerce yıl arayla ve birbirlerinden asla haberdar olmadan!

Sorular çoğalınca bir an durup nefes almak gerek. Çünkü cevapları aynı hızla vermek mümkün olmuyor. Şark'ın affedilmez bir kurnazlığı var: Teknolojiyi çırılçıplak kabul etmek. Çünkü her türlü ahlaki yargıdan arınıp soyunmuş teknoloji daha çok para vaadediyor. Şarklı kurnazlar da bu paranın şehvetiyle kendilerinden geçmekte. Para aşkı, para şehvetine dönüşmekte. Sevgisiz, sadece şehvetten oluşan bir aşk ne kadar zavallı!

Yazarın Tüm Yazıları