Buyurun, açık kalp ameliyatına...

BİR kere daha ameliyathanedeyim.

Steril vaziyette.

Haberin Devamı

Fotoğrafçı filan yok, ben sadece.
Haber için değil, kendim için.
O en değerli organı görmeye.
Anladınız, bu sefer ki “açık kalp ameliyatı”.
“By-pass” izleyeceğim, hastanın bacağından ve göğsünden damar alınacak, kalbine by-pass yapılacak.
Birazdan göğüs kafesi açılacak.
Kalp, neye benzer acaba?
Çizdiğimiz gibi midir?
Zihnim, oradan oraya zıplıyor:
Babam, bu ameliyatı olsaydı ölmeyecekti.
Bu cümle sürekli beynimin içinde yankılanıyor.
İnsan ne acayip bir varlık değil mi, bir türlü hesaplaşması bitmiyor, “Öyle olsaydı, böyle olacaktı, böyle olsaydı, şöyle olacaktı...”
Babam kabul etmedi ama şu an önümdeki ameliyathane masasında mışıl mışıl uyuyan hasta kabul etti, ne güzel, turp gibi yaşayacak. Saçlarını okşuyorum bu hiç tanımadığım adamın, babamın saçlarını okşuyormuşum gibi ve içindem şöyle diyorum:
“Baba, ne vardı şu ameliyatı reddedecek? Bu kadar erken gidecek?”
*
İçerisi serin.
Havada, o ameliyathanelere özgü koku.
Bana huzur veriyor inanır mısınız.
Kalbim güm güm atıyor.
E kolay değil, en değerli varlığımızı göreceğim.
Ben aklıyla değil, daha çok duygularıyla karar veren biriyim, o yüzden, “en değerli varlık” diyorum.
Gerçi bir ara, “Kalp mi, beyin mi?” diye düşünüyorum ama beyni sular seller gibi işleyen bir sürü “kalpsiz” insan tanımıyor muyuz?
Kalp yoksa, neye yarar?
Zihnim zıplamaya devam ediyor, kim bilir belki bir gün beyin ameliyatına da girerim diyorum.
Yine kendim için.
*
Doğru boş zamanlarımda hastanelere gidiyorum, ameliyat izliyorum.
Dizi seyretmekten daha iyi.
Yalan yok, dolan yok.
Yüzde 100 gerçek.
Ölüm ile yaşam arasındaki ince sınır.
İnsanlar, narkoz alıp bir “ara istasyon”a gidiyorlar, şarji bitmiş telefon gibi orada bekliyorlar, o “ara istasyon” neresi kimse bilmiyor, o esnada, doktorlar onları “tamir ediyor”...
Devrelerini durduruyor, içlerini açıyor, kablolarını çıkarıyor, kesip, biçiyor, birbirine bağlıyor ve o sonra tekrar çalıştırıyorlar.
Tüm bu süreç bana çok büyüleyici geliyor.
İnsan bedeninin mükemmelliği karşısında, tanrıya inancım artıyor.
Ameliyathanelerdeki doktorları görünce de, onların tanrının yeryüzündeki uzantıları olduğunu düşünüyorum.
Küçükken bu ameliyatları izlemiş olsaydım, doktor olabilmek için elimden geleni yapardım.
Ukalalık faslını bitirip, meseleye giriyorum...

Haberin Devamı

Keşke babam bu ameliyatı olsaydı!

Haberin Devamı

12 KİŞİYİZ ameliyathanede.
Orkestra şefi: Operatör Doktor Faruk Hökenek.
Genç bir cerrah. Sakin. Bu işin, ekip işi olduğuna inanıyor. Egosunu hissetmiyorsunuz. “Küçük dünyaları ben yarattım” havasında değil, “Burada herkes işini yapıyor” havasında.
Aynı zamanda kontrolör gibi.
Her şeyi görüyor, bakmasa bile, hissediyor; cerrahların tarifi olmayan başka duyu organları olduğunu da bu ameliyatı izlerken fark ediyorum, Doktor Faruk, o anda başka bir şeyle meşgul mesela, ama asistanın bacaktan aldığı damarı görüyor.
Bakmasa da görüyor.
Sanki yanlarda, arkada üçüncü gözü var.
Başka kimler var?
İki hemşire... İstenecek cihazları getirmek üzere bir personel... Kalp akciğer makinesinin başında iki kişi... Tabii anestezi doktoru ve anestezi teknisyeni... Bir de ben.
Herkes müthiş bir uyum içinde.
*
Hastamız 65 yaşında.
Sigara kullanıyor.
Göğüs ağrılarıyla kardiyoloğa başvuruyor.
Teşhis: Üç damarı tıkalı.
Sonuç: By-pass olması gerekiyor.
Kalbin arka ve ön bölgesinde ve sağ tarafında olduğu için tıkanıklık, göğüs kafesinin açılması lazım. Birazdan, kesecekler, ben de tanık olacağım. Düşününce tuhaf bir şeymiş gibi geliyor, insanın bir kısmının ikiye ayrılması. Ama orada öyle değil.
Göğsüne, altı kendiliğinden yapışkan ve dezenfektan madde içeren ince bir zar yapıştırılıyor. Çocukların şeffaf sticker’ları gibi. Sonra hasta, botikanla tamamen boyanıyor. Ameliyat bölgesi hariç her yeri örtülüyor.
Ve işte başlıyor.
Önce cilt, bistüri ile kesiliyor.
Cilt altı da kesildikten sonra kemiğe geliniyor.
Gelsin pilli testere.
Doktor Faruk, eline sempatik küçük pilli bir testere ile alıyor, testerenin sesi ameliyathanede çınlıyor.
Vahşi bir görüntü değil, şaşırtıcı sadece.
Kemik de kesildi, derin bir nefes alıyorum, “İyi misin?” diyorlar, “Evet evet” diyorum, sonra “ekarter” denilen mengeneler, kemiğin iki tarafına takılıyor, çevriliyor, yavaş yavaş kaburgalar birbirinden ayrılıyor ve hoooop ameliyat edilecek alan açığa çıkarılıyor...
*
Vay vay vay!
İşte akciğerler.
Ve ortada bir zarın içinde kalp.
Benim bir insanın içinde gördüğüm ilk gerçek kalp!
Selam çakıyorum.
Saygıda kusur etmiyorum.
Fakat biraz da şaşkınım.
Çünkü hiç öyle kâğıtların üzerine çizdiğimiz basit şekle benzemiyor.
Nedense bana Jennifer Lopez’in poposunu hatırlatıyor.
Sürekli bir çalkalama halinde.
Gülmem geliyor.
İnanılmaz çalışkan duruyor.
Doğduğumuz anda çalışmaya başlıyor, ölünceye kadar...
Gözlerimi alamıyorum. Rengi, kahverengi kırmızı. Güzel bir renk, kaslardan dolayı böyle. Üzerinde ara ara sarılıklar var, yağlardan dolayı. Kilolu hastaların ki tamamen sarıymış. Damarlar, yağların altında kalıyormuş, bu hastanınki öyle değil. Sporla uğraşanların kalbi de biraz daha büyük olurmuş, duvarları da kalın, daha yavaş ama daha güçlü atarmış...
Doktor Faruk, bunları en tatlı haliyle anlatıyor.
Ve ekliyor:
“Benim gözlemlediğim en önemli şey, genetik. Genetik söz konusuysa eninde sonunda vuruyor. Ama hasta, kendine dikkat ediyorsa, diyetini, sporunu yapıyorsa, 50 yaşında geleceğine, 70 yaşında geliyor...”
Bir de periyodik olarak baktırmak gerekiyormuş...
Belli bir yaştan sonra senede iki kere efor testi ya da sanal anjiyo tavsiye ediyor Doktur Faruk. Eskiden olduğu gibi artık kasıktan girilmiyor, daha basit, koldan damar yoluyla ilaç veriliyor, kalp damarlarında sorun var mı yok mu hemen anlaşılıyor.
Basit ama güvenilir bir yöntem.
*
Kalp ameliyatını lafını duyan, tedirgin oluyor.
Çünkü aklına ilk gelen şey:
“Ölecek miyim?”
Oysa yanlış alarm!
Düzgün bir ameliyatla çok uzun yıllar yaşayabiliyorsunuz.
Bu hasta eğer üç damarı değişmese, ilaç kullanmasına rağmen her an kalp krizi geçirme riski altındaymış.
Babama kabul ettiremediğimiz buydu, göğüs kafesinin açılması fikri ona kabul edilemez geldi, ameliyatı reddetti ve günün birinde...
Kriz gelince, kurtarılamadı...
*
Kalp zarı, o kıymetli şeyi, bir yorgan gibi, bir muhafaza gibi, bir banka kasası gibi koruyor.
Kaldırınca, kalp çıplak.
Karşında duruyor.
Doktor Faruk, kalbin, by-pass yapılacak damarlarına şöyle bir bakıyor.
Arka ve ön yüzündeki damarları inceliyor.
Galiba o esnada kafasında bir strateji çiziyor.
Damar nereden gidiyor, ne kadarlık bir bacak damarı kullanarak by-pass yapılabilir.
O esnada asistan doktor, bacaktan bir toplardamar çıkarıyor, bir de göğüsten. Göğüsten çıkarılan damarı sıcak gazlı bezin içinde duruyor, bacaktan çıkan ise serum içinde...
Bundan sonrası şöyle gelişiyor:
Kalbi, makineye bağlamak için üzerine hortumlar takılıyor.
O sayede kalp, devre dışı kalıyor.
İşte kalp durdu...
Beni en çok etkileyen fotoğraflardan biri buydu.
O arada, o masada boylu boyunca yatan hasta, o anda nereye gitti? Nerede yaşıyor şimdi?
Kalbi durdu, by-pass başladı.
Kapalı damarlar, yeni, açık damarlarla değiştirildiler.
O arada anlamadığım ve anlayamayacağım bir sürü teknik şeyler konuştular ameliyathane ekibi birbiriyle derken, hasta tekrar makineden çıktı.
Ve yenilenmiş damarlı kalbi, tekrar çalışmaya başladı.
Hayatın geri geldiğini görünce, müthiş bir mucizeyle karşı karşıya kaldığını hissediyor insan.
İnanın ağlamak istiyor...
*
Kalp ameliyatlarıyla ilgili şunu söyleyebilirim...
Cerrah, ondan üstün bir güçle satranç oynuyor gibi, bir sürü şeyi aynı anda düşünüyor ve yapıyor, üç hamle sonrayı bile...
Cerrahlara saygım bir kere daha arttı.
Tıbba inancım da.
“Keşke babam da olsaydı bu ameliyatı” dedim ve yeniden hayata karıştım.

Yazarın Tüm Yazıları