Beyoğlu Beyoğlu

80’leri yakalayamamış genç arkadaşlar için çok bir şey ifade etmeyebilir ama Zeki Alasya-Metin Akpınar ortaklığında kurulan Devekuşu Kabare’nin altınçağını yaşadığı dönemin en sevilen oyunlarından biri, Beyoğlu Beyoğlu’ydu.

Reform öncesi, Cadde-i Kebir’de cins cins itin kopuğun fink attığı, "Ah eskiden Beyoğlu’na kravatsız çıkılmazdı, Lebon’da, Markiz’de şapkasız oturmak ayıptı" türünden nostaljik serzenişlerin tavan yaptığı, Beyoğlu’nun dibe vurduğu yıllar...

Çizilen tiplerin her birine, telefonu "Galaksi Taksi buyruuun" diye açan herife, hastanenin acil servisinde yaşanan hadiselere, Metin Akpınar’ın canlandırdığı pezevenge gülmekten ortamdan yarılmıştım.

Üstelik henüz çocuk sayılırdım ve İzmir’de yaşıyordum, Beyoğlu’nun ahvaline çoook uzaktan bakardım. İstanbul ziyaretleri, sadece yaz tatillerinde mümkün olabilen bir şeydi ve onda da gidildiğinde amcamın Büyükada’daki evine gidilirdi.

Yine de Beyoğlu, o zaman ne kadar "marjinal" tanınırsa tanınsın, işte, konsantre Türkiye’ydi. Semti tanımazdım ama o zaman bile, o çocuk kafamla bile, ortamın kokusunu alırdım.

DÜPEDÜZ KEPAZELİK SKANDAL, REZALET

Beyoğlu, hiçbir zaman, sadece Taksim’in, sadece İstanbul’un meselesi olmamıştır; değildir.

Ve lafı uzatmadan, evelemeden, gevelemeden, bodoslama söyleyelim: Şu geçtiğimiz yıl boyunca Beyoğlu’nda yaşananlar, üstelik maalesef daha uzunca bir süre de yaşanacak olanlar, düpedüz kepazeliktir. Skandaldır. Rezallettir.

Sadece Topbaş yönetiminin değil, gelmişiyle geçmişiyle, tüm belediyecilik tarihine düşülecek utanç verici bir beceriksizlik silsilesidir.

O kadar ki, beceriksizliğin bu kadarını tahayyül etmek güç olduğundan, olan bitenin ardında art niyet aramamak, komplo teorilerine itibar etmemek de neredeyse elde değildir.

Neymiş, İstanbul’un 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi için çalışmalar filan sürdürülüyor.

Şehrin en önemli kültür arterlerinden biri olan Beyoğlu’nu savaş sonrası Bağdat’a döndürüp, "Ay pardon" deyip, bin yılda altından kalkamadığın bir projenin henüz yarısını bile kotaramamışken, hadi bakalım, bi’daha bi’daha bi’daha aynı işkenceyi başa sarmakla olacak çünkü bütün bunlar...

O ZAMAN İSTİKLAL’İ NİYE SİLKELEDİNİZ

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın Danışmanlığı, eksik olmasın, yazılı olarak açıkladı: Büyükşehir Belediye Başkanı -ki mimardır kendisi- Kadir Topbaş, zeminde kullanılan taşları beğenmedi ve bunların tamamen kaldırılıp yerine yeni granit kullanılmasını istedi.

Ve fekat gözümüz aydınmış, bu çalışma belediyeye ek bir maliyet getirmeyecekmiş!!!

Ben diyorum ki, Taksim Meydanı’ndaki megavizyon ekranına dev puntolarla "Dalga geçiyoruz! İmza, malum..." yazın bari, 30 saniyede bir dönsün.

Efendim, Topbaş, bürokratları ve Gür Yapı İnşaat A.Ş.’nin sahibi Hasan Gürsoy biraraya gelmiş, caddeye ilişkin değerlendirme yapmış. Bundan sonraki iş, yol haritasını gözden geçirmek olacakmış. Geçirmişler de... Taşlar kalkacak, hızlı bir şekilde değil, bölüm bölüm, trafiği, oradaki yaşamı rahatsız etmeden, "kent şantiyeciliğine" uygun olarak yeniden yapılacakmış.

Bakın şu Allah’ın işine? Bu iş böyle yapılabiliyorduysa, aylardır İstiklál’i halı gibi silkelerken ne düşünüyorlardı acaba? İstanbul’u bitirdiler, Türkiye’yi de bitirdiler, Dünya’yı kurtaracak bir 117. çözüm güzelliği mi?

Müteahhide "tertemiz, kitap gibi döşenmiş bir cadde" sipariş eden Topbaş üstelik, iş hamasete gelince, zannedersiniz ki, o kafe senin bu kitapçı benim, o tiyatro senin bu sinema benim dolanan, 24 saat nöbetçi Beyoğlu müdavimi:

"Dünyada İstiklál Caddesi gibi bir başka yer yok. 24 saat yaşayan başka bir aks yok. Böyle bir yerde adam gibi iş yapılması lázım. Yerli granit kullanılacak, en iyi şekilde düzenlenecek. Bizim zaten aksesuar olarak hazırlıklarımız vardı. Bunlar daha sonra konacak. Binalara farklı çiçek sarkıtmalar, konsollar konulacak. Bunun hazırlıkları yapıldı. Bina cephelerinin ışıklandırılmasını da devreye sokacağız. ’Art noveau’ tarzı mimari yapıların aydınlatılmasının da bu projenin içinde olmasını istedim. Cepheler tertemiz, boyatılmış olacak. Özel bir cadde olacak. Gözüm bir şey görmez, bunun altını çizerek söylüyorum. Kimse kusura bakmasın."

Valla kimse bakmayacaksa, siz de kusura bakmayın ama ben hayatımda daha komik bir beyanat duyduysam da hatırlamıyorum. (Yok yok, çok duyduk tabii de, ben hatırlamak istemiyorum, ayrı...)

BİZİ NASIL BİR RÜKÜŞLÜK BEKLİYOR

Şaka mı bu yahu? O ihaleyi biz mi verdik? O müteahhidi biz mi bulduk? Yaptığı işin kağnı süratinde bir sakalet inşa etmek olduğunu biz mi fark etmedik? Kontrolleri biz mi yapmadık? Altyapı meselesi her Allah’ın günü bangır bas haber olurken, esnaf inim inim inlerken, o aralarda hani, binadan sarkıtılacak kabak çiçeğiydi, kenara kondurulacak kuştu, bunlarla biz mi oyalandık? (Nasıl bir rüküşlüğe gebedir, korkudan dizlerim titremiyor da değil ayrıca. O devlet memuru ofisini andıran lambrili-pirinçli tek tip levhalar, o çirkin ötesi granitler, o laleli maleli lambalar malûm... Geçmiş geleceğin teminatıysa -ki ekseri öyledir- eğer, yandık ki ne yandık!)

Yetmiyor efen’im, Topbaş bu konuda çok dertli çoook: "İşçilik hatalarımız var. Şimdiye kadar yapılan bütün işlerin ömürleri iki-üç seneyi geçmedi. Adam yapıyor, yıpranıncaya kadar orada kalıyor. Burada bir uygulama yanlışlığı var. Söküp yeniden yapmanın maliyeti çok yüksek. Bunun faturasını millet ödüyor."

N’apıyoruz? Tam bu noktada, hep birlikte, halk babası Topbaş’ın Hulusi Kentmen şefkati içeren yaklaşımından dolayı hisli gözyaşları döküyoruz...

Ama üzülmeyin... Biliyorsunuz, dedi ya, Topbaş’ın tavrı belli, bu yapbozun belediyeye ekstra bir maliyeti olmayacak.

Zira bu arada, resmen canına kast edilen, sabote edilen Beyoğlu’nun esnafının, sinemacısının, işletmecisinin kaybı sıfır... Her gün üzerinden Türkiye’nin her ilinden, Dünya’nın bambaşka ülkelerinden insanın geçtiği Beyoğlu’nun turistik imajından kaybettiği sıfır...

Beyoğlu müdavimlerinin çektiği ve AK Parti yöneticilerinin kasıtlı ya da kasıtsız, günahları boyunlarına, ne kadar çanına ot tıkamaya kalksa da sokağını terk etmeyecek olan bizlerin çektiği: Sıfır...

Elde var sıfır. (Topbaş...)

Yes abi, valla only in Turkey!

ABD’lilerin, hani Amerika imkánsızın oldurulabildiği, olabildiği rüyalar ülkesi ya, bu mucizeye ancak burada/orada şahit olabilir, yaşayabilirsin mánásında "Only in America / Sadece Amerika’da" şeklinde bir ifadeleri vardır.

Hakikaten doğrudur da... Demokrat maskesi takmış faşizanlığın hası meselá ve daha birçok şey: "Only" değilse de, hatta dünyanın her köşesinde rastlanan bir halt olabilse de, en başarılı şekliyle, klasik mertebesine ulaşmış müzikal Batı Yakasının Hikáyesi’nde Hispanik tayfanın seslendirdiği ünlü şarkıda tartışıldığı üzre: In America... (Hoş, orda Amerika’yı yağlayan sözleri terennüm eden, Anita rolündeki Rita Moreno liderliğinde kadınlardır, ben de bu hále gıcık olurum, ayrı...)

Madem ki bu denli öykünüyoruz, büyüyünce olmak niyetindeyiz, biz de şöyle taklit türden bir "Only In Turkey / Başkasında Bulursan Gel Anamı Al Da Git" söylemi yaratalım ve pazarlayalım diyorum; fena mı olur?.. Hatta ülkem için hiçbir fedakárlıktan kaçınmadım, proje üzerinde kafa da yordum: En mühim silahımız magazin camiamız olsun.

Hani evin manzarasını kapatıyor diye ağaç kestiren, jet-ski kullanan ámá şarkıcımız Metin Şentürk olsun; ismi Küre Operasyonu çerçevesinde bir kez daha çete davasıyla anılan ve bu konuda yaptığı basın toplantısında "sütten taze kesilmiş halaybaşı" şeklinde "nahan da bu kadar temizim" diye beyaz mendil sallayan İbrahim Tatlıses olsun; ABD dönüşü bebek niyetine oyuncak goril taşıyarak, medya maymunluğuna, memleketin en akıllı ve şakacı sazan avcısı ya, yeni bir anlam yükleyen Hülya Avşar olsun; onun, gençten manitası konusunda "O çocuk Seda’ya nasıl yetiyor anlamıyorum" şeklinde uyuz misáli kaşıması üzerine, bu nurtopu paçoz polemik filizini "Benim kocam karıların kavgasına karışmaz. Bu kadın çok meraklı oldu, isterse göndereyim, Nihat nasıl yettiğini göstersin" diye harlayan Seda Sayan olsun... Örnekler bitmez, tükenmez, bitmeler tükenmeler bilmez...

Buyrun, "Yurtta Aşk Cihanda Aşk" adlı yeni bir albüm çıkaran, tabii ki kendisine rakip olarak bir tek kendisini gören ve tabii ki kendisini üçüncü tekil şahısla anarak şey eden Gülşen’in son beyanatı: "Büyük bir rakibim var. Adı Gülşen. Atatürk hayranıyım. Bu nedenle albümde böyle bir şarkı olmamasına rağmen bu ismi vermeyi uygun buldum."

"Only in Turkey" diyorum, başka bir şey diyemiyorum.

Değil mi ki burası, The Times’ın tarihin en önemli 100 kişisini belirlediği anket Builders and Titans’da oylarıyla Atatürk ve Fenasi Kerim’i yarıştırmış ülke...

ABD’nin Türkiye’den öğreneceği çoook şey olduğunu düşünüyorum.
Yazarın Tüm Yazıları