Bahara dair

GÜNLER uzadı.

Hanidir hissediyordum ama, bu olağan astronomik dönüşümün artık meteorolojik bir boyut da kazandığını henüz farketmemiştim.

Sonra hafta başı, nasıl olduysa sabaha doğru bir nebze dalmışım, perdenin arasından süzülen güneş huzmesiyle uyandım. Saate göz attım, epey erken...

Serinliğe rağmen hemen pencereyi açıp dışarı baktığımda ise, apartmanın bahçesinden katıma doğru uzanan o kara kuru kavak ağacında bir hayat emaresi sezinledim.

Tabii ki yaprak ve çiçek yok...

Fakat işte, tomurcuk mu desem, filiz mi desem, hafiften hafife bir pıtırdaklanma var.

Bir de, nereden geldiği meçhul bir martı karşıki evin damına tünemiş...

*

MARTIYA pek aldırmadım da, ağaçtaki belli belirsiz dönüşümden çok etkilendim.

Belki bazıları ‘‘aman zavallıcık erken aldanmış. Şimdi bir don, bir kar oldu muydu sipsivri kalıverir’’ diye hayıflanır ama, ben öyle değilim.

Zaten tabiatla pek ilgilenmemem bir yana, kavak dalındaki tomurcuklanmanın o saliselik ‘‘momentum’’unu yaşamış olmam, her şeye değerdi.

Asıl mevsimi geldiğinde ağaç kupkuru sırıtacakmış, doğrusu umursamıyorum.

Önemli olan tek şey, hiç beklemediğim ve şüphesiz, derin bilinçaltımda ben farkında olmadan ihtiyaç duyduğum bir anda, bahar müjdesinin karşımda belirivermesiydi.

Bu, uyarıcı bir ‘‘stimulus’’ oldu.

Derhal duşa girdim ve gazeteleri alıp kahveye gitmek için şen şakrak sokağa vurdum.

*

DÜŞÜNÜYORUM da, biz Türkçe'de neden acaba ‘‘bahar’’ kelimesine ‘‘ilk’’ ve ‘‘son’’ takılarını ekleyerek kış ertesi gelen mevsimin muhteşem büyüsünü hafiften iğdiş ediyoruz?

Acaba, ‘‘teşrin-i evvel’’ ve ‘‘teşrin-i sani’’ gibi tanımlamalar örnek alındığından mı?

Oysa, sadece ‘‘güz’’ veya ‘‘hazan’’ diyerek ‘‘sonbahar’’ı lisandan silebilirdik.

Silmek ne kelime, diğerinin işine burnunu sokan kelimeyi sille tokat lugatten atardık.

Böylece, ‘‘bahar’’ yalnız, takvimde 1 Mart'la, meteorolojide ise 21 Mart'la başlayan üç aylık döneme tekabül etmiş olurdu ki, Eylül'ün getirdiği etimolojik tecavüz önlenirdi.

Üstelik de, ‘‘Bahçelere geldi bahar / Gel dedim, gelmedi yar’’ ya da ‘‘Bahar geldi gül açıldı / Gönlüme neşe saçıldı’’ türünden alaturka musiki terennüm edilirken, güzü de düşünerek bir ‘‘acaba mı’’ şüphesi aklımıza takılmazdı.

İşte tek bir bahar olurdu, kavak ağacındaki pıtırdamayla geleni...

*

SONRA, şu kameri takvime de hafiften bir kırgınlığım var.

Çünkü ben, herkesin inancı kendine ve dolayısıyla iman meselesi falan değil ama, birer uygarlık ritüeli olarak dini kutlamaları sever ve saygı duyarım.

Fakat, bana kalırsa biraz takvimde süreklilik arzetmeliler..

Yani isterdim ki, Ramazan'ın, Kurban'ın belirli bir devamlılığı olsun.

Biri bahardaysa diğeri kışın, başka bir diğeri de yazın, ancak daima, üç aşağı beş yukarı sabite yakın bir devri daim sürecinde hayatımıza gelsinler.

İsevilerin Noel'iyle kış dönencesinin aşıldığının veya Musevilerin Hamursuz'uyla baharın belirginleştiğinin bilinmesi gibi...

İyi güzel, Hıdrellez'in taze marul ve bol dereotlu kuzu kapamasını ve Muharrem'in tane buğday ve iri bademli aşuresini takvimin belirgin günlerinde taam ediyoruz ama, gerisine gelince kesin kıstas noktamız yok...

Allah uzun ömürler ihsan eylesin, normal bir hayat süresince, daima döne döne her bayramı iki defa aynı zamanaşımında kutlamak mümkün.

Her neyse, kavak ağacındaki pıtırdaklanmayı sezinledim diye birden feverana gelip, kozmografik takvim tanımlamaları hakkında nutuk çekmek üzerime vazife değil...

*

DAHA sonra, şimdi düşünüyorum da, bahara dair yazı yazmak o kadar sıradan, o kadar klasik, o kadar olağan bir şey ki, bilmem kaçıncı baskı olmanın asla ötesine gitmiyor.

Ta ilk Asuri kitabelerden Schubert liedlerine veHayyam rubailerinden Spinoza felsefelerine, benim kavak dalındaki pıtırdaklanmayı sezinlememi işlemiş öylesine ve öylesine çok şey var ki, yukarıdaki satırları döşenmek haniyse anlamsız.

Üstelik, benimkiler onlarınkilerin yanında bir ilkokul çocuğunun tahrir ödevi raddesine bile ulaşamıyor ve de ulaşamaz.

Ama olsun... N'apim?

Çünkü işte yine de bahar geldi ve herkesin baharı kendine...

Her bahar da ayrı! Her bahar da başka! Her baharı algılama tarzımız da başka!

Bu yıl, sabah güneşinin huzmesinde birden pıtırdaklamış sipsivri bir kavak ağacı...

Fakat eğer ömrümüz vefa eder gelecek yılınkini görürsek, belki de, yosun kokusuna anason rayihasının karıştığı bir pazar sofrasında uzaktan işiteceğimiz ‘‘Bahar geldi gül açıldı / Gönlüme neşe saçıldı’’ diyen bir şarkı...

Dedim ya, her bahar başka ve herkesin baharı kendine...

Sizinki de kutlu olsun ve nicelerine!
Yazarın Tüm Yazıları