Aslına bakarsanız T.C.D.D. 1952 yılında 140 km hıza çıkmıştı

Bir kaç gündür gazetemizde, T.C.D.D. ile ilgili röportaj ve yazılar çıkıyor. Üstelik geleceğe yönelik; banliyö trenlerinin metro kalitesine yükseleceği, Ankara garının havalimanı konforunu aratmayacağı, hızlı tren seferlerinde son aşamaya gelindiği gibi umut dolu mesajlar veriliyor.

Hal böyle olunca da bir tarihi gerçeği aktarmanın tam zamanı olduğunu düşünürek bu yazıyı kaleme almaya karar verdim.

2004 yılına damgasını vuran Hızlandırılmış Tren Projesi ve 39 kişinin ölümüyle sonuçlanan Pamukova kazası hafızalardaki canlılığını halen koruyor. 132 kilometre sürate çıkan trenin makinisti mi suçlu, yoksa yaşı Cumhuriyet öncesine dayanmış mevcut hatta hız startı veren yönetim mi bilemeyeceğim, ama herkesin unuttuğu bir tarihi gerçeği hatırlatmak istiyorum.

Yıl, 1952... T.C.D.D. yönetimi Almanya’ dan 2 adet motorlu tren satın alıyor. 1954 yılına kadar da sayısını 18’e çıkarıyor. MAN Firması’ndan alının bu trenler üç vagondan oluşuyor. Şimdiki teknolojiden çok geride. O zamanın şartlarıyla hizmet veren Ankara- İstanbul hattında çalışmaya başlıyor. Ve tren o tarihte 140 kilometre sürate çıkmaya başlıyor. Evet, yanlış okumadınız, tam 140 kilometre sürat yapıyor. İlk başta da her şey iyi gidiyor. Süre olarak, iki şehir arasındaki mesafe kısalıyor ve tren yolcu akınına uğruyor.

Ancak, aradan iki ay geçince lokomotiflerin dingillerinde çatlamalar olduğu görülüyor. Hemen Almanlar çağrılıyor ve Eskişehir Fabrikası’na çekilen trenler incelenmeye başlıyor. Dingillerdeki çatlağın nedeni araştırılırken, güzergahta bulunan rayların sapasağlam olduğu gözleniyor. Almanlar, sırf test için ülkelerinden başka lokomotif ve vagon getiriyor. Sonuçta uzun araştırmalardan sonra çatlamanın nedeni bulunuyor.

Lokomotiflerin ağırlığı 15,5 ton gelmektedir. Halbuki Almanlarla yapılan anlaşmada ağırlık 13,5 ton olarak belirlenmiştir. Aradaki bu 2 ton fazlalık, 140 kilometrelik süratten dolayı çatlamalara neden olmuş, yolcuları bir facianın eşiğine getirmiştir.

Bu durum anlaşılınca trenleri satın alan tesellüm heyetinin başkanı Kamil Necati Bey hemen istifasını basıyor. Hatanın Almanlarda olmasına ve herhangi bir kaza yaşanmamasına rağmen başkanın bu onurlu davranışı, o zamanki yönetim tarafından kabul ediliyor.

Sonrasında, mevcut hatta bu tonajla hareket edemeyeceğine karar verilen trenlerin dingil ağırlıkları düşürülüyor ve sürat aşağıya çekiliyor. Bu 18 tren de yıllarca demiryollarına hizmet veriyor.

Geliyoruz Pamukova kazasının gerçekleştiği günlere. Aradan yıllar geçmesine rağmen mevcut hatta radikal bir değişime gidilmemesine karşın, trenlere sürat emri veriliyor. Üstelik o tarihte kullanılan lokomotiflerin ağırlığı 22 tona çıkmasına rağmen.

13,5 ton nerede, 22 ton nerede? Kararı siz verin. Üstelik o zamanki bürokratların kaza olmadan hatayı tespit etmesine rağmen istifa ettiğini aklınıza getirin ve bu günkü yönetimin 39 kişinin ölümünden sonra nasıl bir yol izlediğini karşılaştırın. Her halde daha fazla söze gerek yok, değil mi?

Devletin kalbinde kapkaç terörü

Bir işlem için uğradığım Çankaya Nüfus İdaresi’ndeki memurun önündeki kabarık dosyalar dikkatimi çekti. Sayfalar dolusu kağıtların her birini okuyup, imza atan memur, benim soru sorar gibi bakan ifademe takılmış olacak ki, yanıtlama ihtiyacı duydu.

"Bunların hepsi kayıp nüfus kağıdı için dilekçe. Yüzde doksanı da kapkaççıların yarattığı zarardan nasibini almış kişilere ait."

Bu sözleri duyup da, "Öyle mi?" diyerek susacak halim yok ya, başladık bol soru cevaplı sohbete. Son günlerde kapkaç terörü çok artmış. Özellikle Başbakanlığa ve TBMM’ye birkaç yüz metre uzaklıktaki Kızılay semtinin caddelerinde doruk noktasına ulaşmış. Hatta, hırsızlık vakalarından birkaçı tam İçişleri Bakanlığı’nın önündeki kaldırımlarda gerçekleşmiş.

Kapkaç vakalarının çoğu kalabalık yerlerde çanta ve ceplerden sessiz sedasız cüzdan çalma şeklinde gerçekleşiyormuş. İkinci sırayı ise çanta, poşet gibi şeyleri kapıp, kalabalığın arasından kaybolarak izi kaybettirme şeklinde cereyan eden olaylar alıyormuş.

Tüm bunları duyunca aklıma İstanbul’daki vatandaşlarımız geldi. Devletin polisinin varlığını hissettirdiği en güçlü yerde insanların başına bunlar geliyorsa, vah İstanbullunun haline.

Nobelli Osmanlı torunları

Kısa bir süre önce Orhan Pamuk’a Nobel ödülü verilirken "Türklerin adı, Nobel Edebiyat Ödülü’yle daha önce de anılmıştı" diye bir yazı kaleme almıştım. Yugoslav yazar İvo Andriç’in, bundan tam 45 yıl önce, "Drina Köprüsü" adlı, Türklere duyduğu sempatiyi anlattığı bir romanla 1961 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olduğunu aktarmıştım.

Sonuçta da İngiliz Edebiyatı’ndan örnek vererek Osmanlı şemsiyesi altından iki Nobel Ödüllü yazarımız var demiştim. Tezime dayanak olarak da İngiliz yazar John Banville yapılan bir söyleşiyi ve Dost Dergisi’nin ilginç sentezini göstermiştim,

Banville, İrlanda kökenli İngiliz yazar ve sanatçılarının uzun bir listesini yapıyor ve İngiliz edebiyatı içindeki zengin "Irish" (İrlandalı) damarını vurguluyordu. İşte 1960’lı yılların önemli dergilerinden Dost’a bu vurgulama çağrışım yapmış: Sahi, İngilizler, yönettikleri milletlerin ve dillerin İngilizce içindeki maceralarını İngiliz edebiyatı içinde mütalaa ederken, biz neden aynısını Osmanlı için düşünmeyiz?

İşte bu yazım üzerine bir çok mektup ve e-mail aldım. İçlerinden kimi bu sentezin yanlış, kimi de eksik olduğunu belirtiyordu. Örneğin, Rana Orbay isimli okuyucu; "Nobel Edebiyat Ödülü’nü almış iki tane "Osmanlı torunu" daha var. Ancak bu sıfatı kabul ederler miydi, hiç zannetmiyorum. Birisi 1963 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmış olan Yunanlı Seferis (George Seferis, 1900 yılında İzmir de doğmuş ve 14 yaşında ailesiyle birlikte Yunanistan’a göç etmişti.), diğeri de 1979 yılında ödülü almış olan Odysseus Elytis."

Bir diğer görüş ise şöyleydi; "İngilizlerle Osmanlı İmparatorluğu arasındaki benzetme burada yersiz olmuş. İngilizler gittikleri ülkelerde dillerini benimsetmeyi ve bir eğitim ve kültür dili yaratmayı başarmışlardır. W.B. Yeats, Oscar Wilde, James Joyce, Samuel, Beckett, Bernard Shaw gibi İrlanda asıllı yazarların İngiliz edebiyatına yaptıkları katkılar muazzam."

Başar Eryöner
isimli okuyucu ise listeye bir isim daha katmış. "Eğer Mısır’ı da bu topraklara dahil ederseniz, Necip Mahfuz’ u hesaba katmamız gerekir."

Deniz Akkaya ile Şenay Akay’a kadar

Geçenlerde, İstanbul gece hayatının içindeydim. Televole gibi televizyon programları ile yazılı medyanın magazin sayfalarında gördüğüm ünlüleri yakından izleme olanağı buldum. Boylu postlu mankenleri karşımda görünce de, geçmişe doğru şöyle bir uzanıp, bugün ile kıyasladım.

Geçmişteki modeller eliyle saçlarını arkadan kavradığı için ya koltuk altını frikik olarak sunar ya da göğsünü hafiften kapatarak, büzük dudaklarıyla poz verirdi. Biz de gizliden gizliye görünene değil de, görünmeyene bakmaya çalışırdık. Bir kadını, top model yapan şey, onun vücududur fikrinden yola çıkarak, aslında erkeklerin modellerin üzerinde olana değil de, olmayana daha çok dikkat ettiklerini düşünürdük. O gece, eğlenen mankenlerin kıyafetlerinden taşan çıplaklığı gördükten sonra kafama şöyle bir soru takıldı. "Ülkemizde o kadar çok güzel kız varken, piyasada ve basında görmeye alıştığımız çoğu genç model bize neden Avrupalı meslektaşları gibi hoş görünmezler?"

Ve kendi kendime verdiğim yanıt gecikmedi. Kuşkusuz, bunun en önemli sebeplerinden biri bizim kızlarımızın kamera karşısında doğal yaşamlarındaki davranışları sergilememesiydi. Tabii bu durumu Deniz Akkaya ve Şenay Akay bozana, dahası, Türk kızlarının da fettan ya da zeki görünebileceklerini kanıtlayana kadar.

Bir toplantı sonrası burun buruna geldiğim ve adı "Milli Çapkın"a çıkan ünlü organizatör Süha Özgermi’ye düşüncelerimi açtım. Ne de olsa kendisi bu konuların üstadıydı.

"Haklısın" diyerek söze girdi ve bunun karşılaştırmasını en iyi 14 Nisan’da yapabileceğimi söyledi. Bu tarihte ne olacak diye sorarsanız. Dünyada ilk kez gerçekleşecek olan Miss Capital City Of The World, yani Dünya Başkentler Güzellik Yarışması Ankara’da yapılacak da.
Yazarın Tüm Yazıları