Sevilecek adam mı kaldı?

Rahmi, masanın kenarına ilişti ve sesini alçaltarak,

‘Bu yeni gelen oğlanı nasıl buldun?’ diye sordu.

‘Daha tanımıyorum, işe başlayalı 2 gün oldu. Ama fena bir çocuğa benzemiyor.’

‘Ben hoşlanmadım.’

‘Niye, sana bir şey mi yaptı?’

‘Haddine mi düşmüş?’

‘Öyleyse tanımadığın birinden niye hoşlanmıyorsun?’

‘Ben insan sarrafıyımdır, adamı gözünden anlarım. Herifin gülücüklerini, kibar kibar konuşmalarını yer miyim sanıyorsun?’

‘Yahu çocuk bize olan saygısından öyle davranıyor.’

Rahmi, parmağını diline sürtüp masama ıslak bir çizgi çekti ve,

‘Nah buraya yazıyorum, haftasına varmadan ne mal olduğu ortaya çıkar’ deyip kendi masasına döndü.

Rahmi bizim salonda çalışan kimseyi pek sevmezdi zaten. Ama Turhan da Rahmi’yi sevmezdi. Çünkü Turhan, Karadeniz’liydi. Kürt kökenli olduğu için Rahmi’yi hem sevmez, hem de küçümserdi. Arada bir Rahmi’ye bakıp,

‘Bunlar patlıcan görünce fare sanmışlardır. Bunların sakal tıraşını üç berber üç günde zor bitirir...’ diye mırıldanırdı.

Gerçekten de Rahmi, bir kıl milyarderiydi. Sinekkaydı tıraştan sonra bile yüzünde kalan sakallar benim üç günlük sakalıma bedeldi.

Tabii, Selahattin de Turhan’ı sevmezdi. Hele son üç yıldaki sevgisizliği, nefrete dönüşmüştü. Birkaç pazartesi Turhan’ı dövmeye kalkmıştı da, elinden zor almıştık. Çünkü Selahattin hasta bir Fener’liydi. Pazartesi sabahları yaptığımız maç muhabbetlerinde Turhan’ın attığı Galatasaraylı nutuklarına dayanmak gerçekten zordu.

‘Bu hayatta kör, topal, kambur doğmak şanssızlıktır. Ama en büyük şanssızlık, Gassaraylı doğmaktır!.. Allah adamı kazadan, beladan, depremden korusun. Ama en fazla Galatasaraylı olmaktan korusun!..’

Mithat da Selahattin’den günahı kadar hoşlanmazdı. Çünkü Mithat hızlı bir solcuydu. Selahattin’in MHP yanlısı olması, onun tüylerini diken diken ediyordu. Üniversite yıllarındaki kanlı bıçaklı ülkücü saldırılarını unutamıyordu. Selahattin, o yıllarda herhalde ilkokul öğrencisi filandı. Sağcılıktan, solculuktan haberi yoktu. Ama olsun, nasıl olsa sonunda kurt eniği kurt olurdu.

Mithat’ı da hacı diye takıldığımız bizim arşiv memuru Abdullah sevmezdi. Mithat arşivden resim istediği zaman önce duymazdan gelir, sonra bin bahane icat edip resmi getirmeyi geciktirirdi. Hacı Abdullah, namazında niyazında gerçek bir hacıydı. Eskilerin anlattıklarına göre bir zamanlar, rakıcı ve zampara bir magazin muhabiriymiş. Ama emekli olunca kendini dine vurmuş ve hacca gitmiş. Üstüne üstlük, Nakşibendi tarikatına katılmış. Sonra da gazetesiz yapamadığı için Babıali’ye geri dönmüş. Gazetecilikte en az günah işlenebilecek bölüm olduğu için az bir paraya razı olup arşiv memurluğunu seçmiş. Az tanıdığı halde Mithat’a olan bu öfkesinin nedenini öğrenince şaşırdım. Meğerse bizim Mithat Alevi’ymiş ve birçok Sünni tarikatı gibi Nakşibendiler de Alevilerden nefret edermiş.

Abdullah, Mithat’ı sevmiyordu ama, Dış Haberler Müdürü Sami, Abdullah’ı hiç mi hiç sevmiyordu. Filistin’de ne zaman bir çatışma çıksa, Abdullah Yahudiler’e uluorta söver, beddualar yağdırırdı. Sami de Yahudi’ydi. Aile adı sanırım Samuel’di. 4-5 dili ana dili gibi konuştuğu için, dış haberler konusunda uzmanlaşmıştı.

Ama Kaya’nın Sami’den nefret etmesinin nedeni, Yahudi oluşu değildi. Moruk Kaya, benim kuşağımın birçok gazetecisi gibi savaş yıllarının yoksulluğunu yaşamış, liseyi kör topal bitirebilmiş ve sokakta gazete satarak mesleğe başlamış, istihbarat şefliğine kadar yükselmiş, ama şimdi sadece okur mektuplarını yanıtlayan eski bir gazeteciydi. Sami’nin Fransa’da üniversite bitirmesi, son moda giyinmesi, gazeteye 4x4 bir Renç Rovır’la gelmesi, ona fena batıyordu. Hatta, Sami’nin bildiği yabancı diller bile ağırına gidiyordu.

‘Zengin piçlerinden gazetecilik mesleğine hayır gelmez. Okul bitirmekle de gazeteci olunmaz. Halkın çektiğini çekmeyen, derdini anlamayandan gazeteci mi olurmuş? Zaten altında araba, kıçında blucin, kıç cebinde telefon, kulağında küpe olanlar yüzünden basın bu hale geldi. Hele o saçı sarı boyalı sıska karılar gazeteci olduktan sonra bu meslek iflah etmedi. Hepsi bir taraftan feminizm nutukları atıyor, bir taraftan reyting için apış arası hatıralarını yazıyor!..’

Tabii, bizim moruk Kaya’yı birçok genç gazeteci gibi Çiğdem de sevmiyordu. Ona ortalık temizlenirken itlaf edilmesi unutulmuş bir dinozor gözüyle bakıyordu. Hatta,

‘Bak kızım, röportaj yaparken cart diye lafa girmeden önce kişiyi ve dekoru tanıt’ gibisinden taş devri gazeteciliğinden kalma nasihatler vermesine çıldırıyordu.

Ama Çiğdem’in Kaya’ya olan nefreti, Ali Rıza’nın Çiğdem’e olan nefretinin yanında ana muhabbeti gibi kalırdı. Ali Rıza ile Çiğdem, bir yıl beraber yaşamışlardı. Herkes onlara evlenecekler gözüyle bakarken, birden ayrılıvermişlerdi. Ayrılmalarından az sonra Çiğdem, adliye muhabirliğinden röportaj yazarlığına getirilmiş, sonra da röportajcıların şefi yapılmıştı.

Ben bu söylenenlerin yalancısıyım. Bu birdenbire yükselen değer operasyonunda Yazı İşleri Müdürümüz Fahrettin Bey’in katkıları büyükmüş. Çünkü, birçok beş yıldızlı lüks otelden sabaha karşı beraberce ayrılırken görülmüşler.

Ali Rıza terk edilmeyi her Türk gibi erkekliğine yediremediği için Çiğdem’den nefret ederken, bizim çaycının küçük ve uyanık çırağı Osman da Ali Rıza’dan nefret ediyordu.

‘Geçen gün çayını geç getirdim diye ana avrat küfretti. Daha önce de çay soğuk diye enseme tokat atmıştı zaten!’

‘Sen de çayını zamanında ve sıcak getir.’

‘Ben o anda kaç kişiye çay kahve yetiştiriyorum haberin var mı ağabey? Ama herifin öfkesi çaydan değil.’

‘Ya neden?’

‘Ben çocukum ya ondan!.. Bunlar kendilerinden genç birini görünce kuduruyorlar.’

‘Sen de abarttın ama Osman, Ali Rıza Bey de genç.’

‘Ne genci be ağabey?.. Herifin ahı gitmiş, vahı kalmış... Neredeyse 30’una gelecek!.. Ah, benim moruk babam adam olsaydı ben şimdi okulda olurdum. Bu heriflere çay kahve taşıyan şamar oğlanı olmazdım. Bu morukların hepsi pislik!..’

68 yaşındaki halimle Osman’a verecek yanıt bulamadım. Zaten, masadaki çay bardağını alırken yüzüme öyle kötü bakıyordu ki...

*

Kıç kıça çalıştığımız küçücük salonda kimse kimseyi sevmiyordu. Oysa mesleğimiz, amacımız birdi. Yani hepimiz aynı sandaldaydık.

Rahmi, Selahattin, Turhan, Mithat, Abdullah, Sami, Kaya, Çiğdem ve Ali Rıza’yı düşündüm. Herkes birbirinden becerebildiği kadar nefret ediyordu. Hatta Osman gibi, çocuk yaştakiler bile nefretle doluydu. Birbirimizi sevmeyi acaba niye beceremiyorduk?

Belki sevmek, emek isteyen zahmetli bir işti!..

Ben de kendi kendime bu herifleri niye hiç sevmiyorum diye düşünüp durdum. Sonunda,

‘Başkalarını sevmeyi beceremeyen birini ben neden seveyim?’ deyip gönlümü ferahlattım.

Sevgisiz pis mahluklar ne olacak!..

Sonra da içime bir kurt düştü. Ya onlar da beni sevmiyorlarsa?.. Ya benden nefret ediyorlarsa?..

Hişşt!.. Oralarda, kenarda, kıyıda beni seven biri var mı?
Yazarın Tüm Yazıları