Alp Dağları’nda sonbahar

Ekimin başında alıp başımı İsviçre Alpleri’ne gitmiştim. Oradaki muhteşem manzaraları, güzel köyleri, tepeleri kaplayan üzüm bağlarını geçen hafta anlatmıştım. Bu hafta ise zirvedeki buzulları, köylerde yediğim yemekleri, 12 yılda bir yapılan festivali ve diğer güzellikleri anlatacağım.

Sonbaharın tüm cazibesini sere serpe sergilediği günlerde, İsviçre Alpleri’nde, zirveler arasında dolaşıp duruyordum. Doğa büyüleyici bir güzelliğe sahipti ama evcilleşmişti. Ne zirveler, ne de ormanlar insanı korkutuyordu. İsviçre’de doğanın sürpriz yapmasına izin verilmiyordu. Bütün köşe bucağa insan eli değmişti. En uç noktaya giden patikalar bile asfaltlanmış, gidilmesi olanaksız zirvelere teleferik hattı çekilmiş, elektriğin ulaşmadığı hiçbir yer kalmamıştı.

Oysa geçen yüzyılın başında, henüz dizginlenmemiş bir vahşilik gözleniyordu. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1926’ya ait İsviçre anılarını anlattığı "Alp Dağları’ndan ve Miss Chalfrin’in Albümünden" kitabında Alp Dağları için şu benzetmeyi kullanıyordu: "İptidai ve vahşi azametlerini şiddetle muhafaza eden" eteklerinde ve tepelerinde kurulan otellere, pansiyonlara, şalelere rağmen "kendilerine mahsus gizli hayatlarını yaşayan, gökyüzünün duvarlarıdır..."

Alp Dağları, Yakup Kadri’yi korkutuyordu. Dağlara tarihin ve efsanelerin içinden bakınca büsbütün perişan oluyordu: "Karanlığın içinden onlara doğru bakarken, bunun içindir ki kendimi, siyahlara bürünmüş, beyaz saçlı, gururlu, sert, inatçı, geleneklerine bağlı bir ecdat heyeti huzuruna çıkmış sanıyorum ve kabahat işlemiş bir çocuk gibi çaresiz, perişan titriyorum. Aslında denilebilir ki, bu titreyiş, yüksek tepelerin verdiği baş dönmesinden hasıl olma sinir gerginliğinin bir neticesidir..."

Dağların yamaçlarındaki köylere baktıkça karmaşık duygulara kapılıyordum. O muhteşem görüntüler, cennetin burası olduğunu söylüyordu. Bir yandan bu inziva sessizliğinde yaşamanın doyumsuzluğunu düşlüyordum. Diğer yandan, dünyanın dört bir yanında olduğu gibi, bu küçük köy ve kasabalardaki yaşantının çok can sıkıcı olacağının farkındaydım. Bir, iki, üç bilemediniz dört gün sonra, bu tabloların teker teker silineceğinden, görünmez olacağından, tüm görüntülerin kanıksanacağından adım gibi emindim. Bu dağ başı sessizliğinden, kimsesizliğinden ve hareketsizliğinden birkaç kez kaçıp, kentin karmaşasına sığındığımı çok iyi hatırlıyordum.

ÇİFTLİKTE KAHVALTI

Sabah erkenden otobüsle, Col de Croix yakınındaki bir çiftliğe doğru tırmanırken bunları düşünüyordum. Küçük bir çiftlikte kahvaltı edecektik. Bizi önce iri, siyah bir köpek karşıladı. Peşine düşüp, patikadan tırmanmaya başladık. Dört bir yandan çayırda otlayan ineklerin çıngırak sesleri geliyordu. İnekleri görmüyordum ama duyuyordum. Çiftlik 2 bin metre yükseklikteydi. Yanından, dağdan sıçraya sıçraya gelen küçük bir dere akıyordu. Buz gibi berrak suları avuçlayıp, yüzüme çarptım. Zirvede hiç kalkmayan kar örtüsü pırıl pırıl parlıyordu. Bu buzullaşmış karlar, kim bilir kaç asırdan beri oradan vadileri seyrediyorlardı?

Çiftlikte üç tane tahta ev vardı. Birinde keçiler, yeni doğmuş bir buzağı, beş-on domuz kalıyor, birinde peynir, tereyağı yapılıyor, sonuncusunda ise çiftliğin sahibi oturuyordu. Peynir imalathanesinin ortasında yanan ateşin üstünde koca bir bakır kazanda fokur fokur süt kaynıyordu. Yanakları kan kırmızısı iki çiftçi, kazanın dibine çöken peyniri toparlıyor, kesiyor, sonra da kalıplara dolduruyordu. Kan ter içinde kalmışlardı. Bir kenarda yaşlıca bir köylü, elektrikli yayıkta yaptığı tereyağını paketliyordu. Bütün yaz boyu böyle çalışmışlardı. İlk karla birlikte tası tarağı toplayıp, vadideki köye döneceklerdi.

Bahçedeki masalardan birine kurulup, çiftlikte yapılmış kalın kabuklu taze ekmeğe, yine çiftlikte yapılmış peyniri, tereyağını, ev yapımı reçelleri katık ettim. Biraz önce sağılmış sütü de doya doya yudumladım.

Kahvaltıdan sonra hazım yürüyüşü yaparken, aşçı kıyafetleri içinde kırlarda çiçek toplayan bir adama rastladım. Yanaşıp, selam verdim. Adı Joel Quentin olan aşçı, yenilebilir çiçeklerin uzmanıymış. Alpler’den toplayıp sepetine doldurduğu çiçekleri akşam, bizim için pişirecekmiş. Duyunca sabahtan heyecanlandım.

Çiftlikten ayrılıp, küçük köylerden, çiçeklerle süslü evlerin bulunduğu şirin kasabalardan geçtik, Col du Pillon’dan teleferiğe binip, 3 bin metredeki Diablerets Buzulu’na tırmandık. Teleferik yükseldikçe önce inekler, sonra evler ve ağaçlar küçüldü. Zirvedeki modern binanın çizimini, İsviçre’nin ünlü mimarlarından Mario Botta yapmıştı. Restoranda çevreyi en güzel gören bir masaya oturup, hem manzaranın hem yemeklerin tadını çıkarttık.

Sonra buzulun üstünde, köpeklerin çektiği kızaklarla bir tur attım, kar otobüsüyle şeytan kayasına gidip, sislerin örttüğü uçurumlara taş fırlatıp, sesin yankılanmasını bekledim, karda yürümenin keyfini çıkardım. Zirvenin katışıksız havasını birkaç saat soluduktan sonra, gerisin geriye otelin bulunduğu Villars’a döndüm.

ASIRLIK ŞALEDE YEMEK

Akşam yemeği, ormanın içinde, asırlık bir şalede yenecekti. Akşam serinliğine karşı sıkı giyinip yola düştüm. Önce döne döne tepeye tırmandım. Soluğum kesildikçe, yol kıyısındaki otu çiçeği inceleme bahanesiyle kısa molalar verdim. Ormanda durup dalga seslerini dinledim. Rüzgarın ağaç dallarına çarpıp, ormanı dalga sesine boğduğunu çok önceden öğrenmiştim. Sonra dik bir yamaçtan inmeye başladım. Ağaçların seyrekleştiği yelerden karlı zirveler görünüyordu. Akşam güneşi, bu beyaz duvaklı zirvelerden kırmızı kırmızı yansıyordu. Bacak kaslarım yorgunluktan titremeye başladığında şale göründü. Bahçede mangallar kurulmuştu. Bir köşede de sabah rastladığım aşçı topladığı çiçekleri pişiriyordu.

Yemek yendi, içkiler içildi. Güneş dağları mora boyadı. Mor dağların zirveleri alacakaranlıkta testere dişleri gibi göründü. Sonra gümüş renkli ay çıktı. Ona yıldızlar eşlik etti. Yıldızlar zifiri karanlıkta pırıl pırıl parlayıp, dağlara, ormanlara göz kırpıyordu. Sarhoş olmak için içkiye gerek yoktu, görüntü insanı kendinden geçirmeye yetiyordu.

Sabah erkenden tekrar Alpler’in yükseklerine tırmandık. Keskin virajlarda otobüsün şoförü, boru sesini andıran özel dağ klaksonunu çalıyordu. Ormanlar ıssız değildi. Yürüyenler, dağ bisikleti ile tırmananlar, sessizliğin ve temiz havanın tadını çıkarıyordu. Köylerde, kasabalarda döndük dolaştık, bir şelalenin karşısında öğle yemeğine oturduk. Köylü kadınlar yemek için pastırmalı, patatesli makarna yapmıştı. Bu kalori bombardımanı, elma peltesiyle birlikte yeniyordu. "Dağ havası acıktırmış" bahanesine sığınıp, patatesli makarnayı bir güzel silip süpürdüm.

12 YILDA BİR FESTİVAL

Yemekten sonra otobüs bir hızla Interlaken kentine indi. Burada dünyanın dört bir yanından gelen gazetecilerle buluşacaktık. Bu kenti Goethe’den, Byron’dan, Hemingway’den hatırlıyordum. Onlar ve başka edebiyatçılar, bu kentte bir süre soluklayıp, hayal dünyalarını daha da zenginleştirmişti. İskeleye yanaşan eski gemiye binip, Briense Gölü’nde tura çıktık. Şansımıza güneşli bir gündü. Görüntü yine muhteşemdi: Tepelerde şatolar, köyler, kıyıda balkonları çiçeklerle bezenmiş ahşap evler, ikişer ikişer yüzen beyaz kuğular, yelkenliler, kayıklar... Birden vapurun, bir kartpostalın içinde dolaştığını düşledim.

O gün öyle aylak aylak dolaşarak ve seyrederek geçti. Ertesi gün son gündü ve 12 yılda bir düzenlenen bir festivali izleyecektim. Bir yanında otellerin diğer yanında geniş otlakların sıralandığı caddeye çıktığımda kendimi geçmiş yüzyıllarda buluverdim. Ben ve benim gibi bir avuç yabancı dışında tüm ahali geleneksel giysilerini giymişti. Yolun iki yanına tenteneler açılmış, kiminde sosisler ızgara ediliyor, kiminde fondü yapılıyor, kiminde eritilen peynirler ekmeklere sürülüyordu.

Önce çayırda kurulan alanda tüm kent halkının katıldığı dans gösterisini izledim. Sonra çeşitli köşelerde konser veren "Yodel" korolarını dinledim. Yodel aslında, Alp köylülerinin bir iletişim türüydü. Sesi gür haberciler zirveler arasında ahenkli sesler çıkartarak birbirine bağırır, bu seslerle çevre dedikodusunu, haberleri etrafa yayarlardı. Şimdi bu ahenkli bağırtılar koroya dönüşmüştü. Çayırın bir başka köşesinde ise 2-3 metre uzunluğundaki tahta "Alpenhorn"lar öttürülüyordu. Kırmızı köknar ağacından yapılan ve üstü bambuyla sarılan bu "Alp borazanı"nı çalmak için, epey büyük bir ciğere gerek vardı sanırım. Ama çalgıcılar öylesine kolay ve ahenkli sesler çıkartıyorlardı ki, uzun süre karşılarından ayrılamadım.

Sonra bir köşede, büyük kaya parçalarını en uzağa atma yarışmasını izledim. Yarışmacılar kelimenin tam anlamıyla "çam yarması"nı andırıyordu. İnterlaken caddelerinde, bir yandan yiyip içerek, bir yandan seyrederek ve dinleyerek Alp Dağları’ndaki gezintimi bitirdim. Gördüğüm manzaralar muhteşemdi ama hep bir şeylerin eksikliğini hissettim. Eksik olan ruh muydu? Yaşama sevinci miydi? Bu her şeye sahip şanslı toplumda, coşkulu yaşama iştahı yoktu sanırım. Ama onları görmemezlikten gelerek, bu kartpostalın içinde kendi coşkumla el ele tutuşarak, bir kez daha koşturup durmak isterdim.
Yazarın Tüm Yazıları