KAZABLANKA, Moskova, Yalta, Potsdam falan, 2. Savaş sırasındaki değişik müttefik konferanslar boyunca en çok tartışılan sorulardan birisini şu nokta oluşturmuştu:
"Hitler’in canına okuduktan sonra Almanya’yı ne yapacağız?"
Aslında herkes artık bir Cermen devletinin kalmaması konusunda hemfikirdi ama, kısmi görüş ayrılıkları bunun uygulanış tarzında ortaya çıkıyordu.
Çünkü, arbedede en korkunç yaraları almış olan SSCB ve Fransa, ABD ve İngiltere’ye oranla çok daha sert ve çok daha uzlaşmaz bir tutum sergilemekteydiler.
Ganimet derdindeki Stalin’i geçelim, de Gaulle sayesinde "Dört Muzafferler" kervanına son anda katılabilmiş olan o Fransa, batıda Ren, doğuda ise Oder nehirleri arasında kalacak bir Töton áleminin sanayiden tamamen arındırılması fikrini dahi yeterli görmüyordu.
Haniyse Bavyera öküzü ve Saksonya sabanı, ilelebet bölük pörçük yaşamaya mahkûm edilecek Alman milletinin "otarşik" bir "tarım toplumu"na dönüştürülmesini istiyordu.
Başka bir deyişle, Paris "şahinlerin de en şahini" tutum takınıyordu.
* * *
EH, gerçekten de kuyruk acısı var ve dolayısıyla o Fransa’yı biraz anlamak gerekir.
Zira, 1870 Bismarck Prusya’sı bir; 1914 Wilhelm Almanya’sı iki; 1940 Hitler Reich’ı da üç, sırf son yetmiş yıl içinde ülke defalarca "barbar" (!) istila ve talanına uğramıştır.
Artık işi sağlama bağlamakve kolektif hafızadaki "Cermen umacı"yı silmek istiyor.
İşte bu yüzden, koca burunlu Fransız general komünizmden günáhı kadar hazzetmese bile, Anglo-Sakson "müsamahakárlık"ı (!) bertaraf edebilmek için, bir o kadar koca bıyıklı Gürcü zalimle aynı tutumu benimsedi ve "anti - Alman" tavrın şampiyonluğunu yaptı.
* * *
İMDİİ, kim derdi ki, tüm bunlardan topu topu beş yıl sonra; yani Paris Dışişleri Bakanı Maurice Schumann’ın ünlü 9 Mayıs 1950 konuşmasıyla birlikte, aynı Fransa ve aynı Almanya Avrupa’nın "ana ekseni"ni oluşturacak olan dev dostluğun temelini atacaklardır?
Kim hayal edebilirdi ki, az buz değil, kısacık bir sürede milyonlarca ölümlük savaşlara girişmiş bu iki düşman ülke bugün de o Avrupa’nın atardamarı olmak işlevini sürdürecekler?
Kim öngörebilirdi ki, onlar AB’yi yoktan var edecek ve çift milliyetli ortak ordudan çift lisanlı ortak televizyona, yine onlar Yaşlı Kıta’nın "devri daim moturu"nu döndürecek?
Herhalde, kırklı yıllar ortasında böyle bir "müneccimbaşılık" (!) yapmaya kalkışan çıksaydı ya "deli" diye tımarhaneye tıkarlardı; ya da "vatan haini" (!) damgasını vururlardı.
* * *
ŞUNU demek istiyorum ki, modern tarihin Türk-Yunan "uyuşmazlık"ı (!) aslında, yukarıdaki Alman-Fransız düşmanlığının yanında zemzem suyuyla yıkanmış kalır.
Ne mutlu ki, Mora’dan Kıbrıs’a ve Balkan harplerinden Milli Mücade’ye, bizim yaşadığımız husûmetler boyut, acı ve sonuç Cermen-Frank cebelleşmesiyle kıyaslanamaz.
1921 Sakarya muharebesi 1916 Verdun siperlerinin yanında çocuk oyuncağı kalır.
1919 Anadolu’sundaki işgal ise 1940 Fransa’sındaki işgalin yanında "gezinti" olabilir.
"Kahbe palikarya" veya "katil Türk" deyimlerinin karşılıklı olarak bizim kolektif hafızalarımızda tuttuğu yer, Alman ve Fransız hafızalarına oranla devede kulaktır.
Üstelik, 1930 Dostluk Antlaşması; 1934 Balkan Paktı; 1943 "işgal yardımı"; Ankara ve Atina yara sarmak gişiminde Berlin ve Paris’ten çok daha çabuk ve akılcı davranmışlardır.
Bunlara bir de, Bizans ve Osmanlı’dan miras etno-emperyal yerleşim sosyolojisini ve "kalimera komşu", Cermen ve Latinler arasında olmayan o insancıl "laubalilik"i ekleyin.
Dolayısıyla, Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani’nin haftasonu İstanbul’dan yaptığı "Alman-Fransız örneğinitekrarlayalım" çağrısı aslında az biraz eksik kalıyor.
Çünkü, biz dost ve kardeş Türk ve Helen halkları; onlara zaten "B-İ-Z" emsáliz!