Afrika’nın beyaz ülkesi

Afrodisias’tan bir uçtum, Afrika’nın kuzeyinde Tunus’a konuverdim. Tunus’a beyaz dememin nedeni insanların renklerinden ötürü değil. Bu ülkede tüm evler beyaza boyanmış.

Pencereler, kapılar da boncuk mavisi. Tunus her şeyiyle bize benzeyen sıcakkanlı insanların memleketi. Bu hafta başkent civarında, haftaya Akdeniz sahillerinde dolaşacağız.

Uçağın penceresinden gördüğüm Tunus’la, düşlediğim Tunus tam olarak -hiç de denebilir- örtüşmemişti. Ben bu ülkeye çöl ağırlıklı bir görüntü yakıştırmıştım. Tunus ne de olsa bir Afrika ülkesiydi ve Afrika bende hep çölü çağrıştırıyordu. Yanlış bir çağrıştırma olduğunu biliyordum. Güney Afrika’nın zümrüt yeşili ormanları, Kenya’nın yine yemyeşil düzlükleri, balta girmemiş ormanlarla kaplı bir çok ülkeyi bilmeme rağmen, nedense Afrika’ya hep kızgın kumlarla kaplı uçsuz bucaksız çölleri uygun görmüştüm... Sanırım bunun suçu ‘Çöllerin sultanı’ Büyük Sahra’ydı. Kıyısında, bucağında dolaşıp durduğum, içine girmeye bir türlü cesaret edemediğim Büyük Sahra beni öylesine etkilemişti ki, tüm Afrika kıtasını bu çölün içine hapsetmiştim. Bulutların hizasından gördüğüm Tunus ise kıyıları Akdeniz’in beyaz köpüklü dalgalarıyla oynaşan, yeşil tarlalar, ağaçlar, yükseltisi fazla olmayan dağlarla kaplı bir ülkeydi... Çöl sadece güneyi ele geçirebilmişti...

Uçak piste tekerleklerini değdirince bir alkış koptu... Bu alkış, pilotu kutlamak mı, yoksa 2,5 saatlik uçuşun sağ salim sona erdiğine şükretmek için miydi kestiremedim...

Turizm Bakanlığı’nın davetlisi olduğum için VIP salonuna alındım. Orada soğuk limonata eşliğinde pasaport işlemlerinin tamamlanmasını bekledim. Görevlilerin önünde uzayıp giden kuyruklara bakınca torpilli olduğuma şükrettim... İşte bu bekleyiş sırasında cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Ben Ali’nin fotoğrafını gördüm. Salonun en göze batan duvarını süsleyen büyükçe bir fotoğraftı. O an, bu fotoğrafın ve bunun benzerlerinin bütün gezim boyunca karşıma çıkacağını bilmiyordum...

BURGİBA YAŞLANINCA

Bu fotoğrafın ülkenin tüm duvarlarını süslemesinin nedenini kavrayabilmek için Tunus’un yakın tarihine bir göz atmakta yarar gördüm:

Tarihi boyunca Roma, Bizans, Arap ve Osmanlı egemenliği altında yaşayan Tunus, 1881 yılında Fransa’nın sömürgeleri arasına katılmıştı. Fransız işgaliyle birlikte yeraltına çekilen bağımsızlık hareketi ve 1920’de Düstur Partisi adı altında bir kitle örgütlenmesine yöneldi. Parti uzun yıllar süren mücadelenin ardından, Habip Burgiba’nın önderliğinde 1956 yılında zafere ulaştı. Bağımsızlık elde edildikten sonra ülkenin ilk cumhurbaşkanı olan Habip Burgiba, kendini çağdaş bir toplum yaratma mücadelesine adadı. Bu uğraşında da büyük ölçüde başarılı oldu. 1975 yılında parlamentonun kararı ile ömür boyu cumhurbaşkanı seçildi. 1980 yılında patlayan ekonomik kriz, kanlı bir ayaklanmaya yol açtı. Parlamento 7 Kasım 1987’de, ülkenin önde gelen altı doktorunun imzaladığı rapora dayanarak Burgiba’yı görevinden uzaklaştırdı. Rapora göre, ülkenin kurtarıcısı Burgiba yaşlanmış ve bunamıştı. Yerine, bir ay önce Başbakanlığa atanan General Zeynel Abidin Ben Ali geçti... Ben Ali’nin koltuğa oturduğu 7 Kasım tarihi, ikinci bir kurtuluş gününe dönüştü. Tüm Tunus, ülkeyi Fransızlardan kurtaran Burgiba’dan kurtulduğu için bayram yaptı. Birçok okula, meydana ve büyük caddeye ‘7 Kasım’ adı verildi.

İşte, havaalanındaki bekleme salonunun duvarını süsleyen fotoğraftaki Ben Ali’nin iktidar öyküsü böyle şekillenmişti. Boyanmış izlenimi veren kuzguni siyah saçlı, ciddi çehreli bu adamın bakışlarından anladığıma göre o da, yerine geldiği Burgiba gibi ömür boyu koltukta oturmaya kararlıydı...

TUNUS’UN MODERN YÜZÜ

Başkent Tunus’un, sağlı sollu park etmiş arabalar yüzünden tıkanan caddelerinde ilerlemeye çabalarken, günlük yaşam hakkında ipuçları yakalamaya çalışıyordum. Bu trafik karmaşası biz Türkler için bile tahammül edilmez bir boyuttaydı. İlk tespitim arabaların çoğunun Fransız yapımı olduğu konusundaydı. Ve arabaların büyük bir bölümü son model veya bir-iki yıllıktı. Halbuki ben halkın büyük bir bölümünün dar gelirli olduğunu sanıyordum.

Arabanın penceresinden gördüklerim bana hiç yabancı gelmedi. İnsanlar, dükkanlar, acı acı klakson çalan şoförler, duraklarda bekleşenler, önüne iskemle atılmış kahveler... Bütün bu manzaralar tıpatıp bize benziyordu. Orta ölçekli bir Anadolu kentinde olduğuma yemin edebilirdim. Dura kalka gelebildiğimiz otelin 8. katındaki odamın penceresinden bir süre kenti seyrettim. Beyaz bir kentti. Evlerin hemen hepsi beyaza boyanmıştı.

Tunus Gölü ile Akdeniz arasına yayılmış olan başkent Tunus, iki milyon nüfusu ile ülkenin en büyük kentiydi. Her başkentte olduğu gibi burada da resmi bir hava kendini hissettiriyordu. Odada fazla oyalanmadım. Otelden çıkıp, kentin atardamarı olan Habib Burgiba Bulvarı’na gittim. Kenti doğudan batıya doğru kesen geniş bulvar, ülkenin modern yüzünü yansıtıyordu. Palmiyelerle süslenmiş refüjün ikiye ayırdığı bulvarda modern apartmanlar, ofisler, çok yıldızlı oteller, alışveriş merkezleri, ünlü markaları satan mağazalar ve kaldırım kahveleri sıralanmıştı. Bu kahvelerden birine oturup, geleni geçeni gözlemeye koyuldum.

Çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu kalabalık, bir aşağı bir yukarı ‘piyasa’ yapıyordu. Modern giyimli birbirinden güzel kızlar, el ele tutuşmuş kumrular gibi koklaşan sevgililer, arada bir geleneksel giysileri içinde, elini arkasında bağlamış avare yürüyüşlü yaşlılar, son model spor arabalar bu atardamarın içinde akıp gidiyorlardı.

ESKİ ŞEHRİN SOKAKLARI

Bir yandan yorgunluk, diğer yandan önümden geçip giden görüntüler, pastisin anason kokulu tatlımsı tadıyla birleşince başım döner gibi oldu. Sabah İstanbul’da uyanmış, öğleden sonra da Afrika’nın kuzeyinde, bir kahvede başka bir ülkenin havasını solumuş, başka bir kültürün içine doğru yolculuğa başlamıştım.

Kahveden çıkıp, eski şehre doğru yürümeye başladım. Yol üstündeki bir kitapçıya girip, Tunus hakkında bir kitap almak istedim. Ama tüm aramalarıma rağmen İngilizce kitap bulamadım. Rafların yarısı Arapça, yarısı da Fransızca kitaplarla doluydu. Zaten geldiğim andan itibaren çevremdekilerle anlaşmakta güçlük çekiyordum. Çünkü Tunus’ta İngilizce bilenlerin sayısı oldukça azdı. Buna karşılık yediden yetmişe neredeyse tüm halk, ana dili gibi Fransızca konuşabiliyordu. Ana dil Arapça’ydı ama Fransızca da yaygın bir şekilde kullanılıyordu. Habib Burgiba, bağımsızlık hareketini başarıya ulaştırdığında, Arapça’yı geliştirmek için bazı önlemler almış ama, bağnazca bir tutum sergileyip Fransızca’yı yasaklamaya kalkmamıştı. Bugün ülkenin tümünde daha ilkokul 3. sınıftan itibaren Fransızca eğitimi veriliyordu.

Yarı İngilizce yarı işaret diliyle derdimi anlatıp, döviz bürosunu buldum ve dolarımı dinarla değiştirdim. Niyetim geniş bulvarlardan uzaklaşıp, eski şehrin dar sokaklarında kaybolmak, kentin diğer yüzüyle tanışmaktı. Küçük dükkanlarda kredi kartı geçmediği ve dinardan başka para kullanılmadığı için para bozdurmakta acele etmiştim. Karanlık bastırmadan Medina denilen eski kenti gezmek istiyordum. Aslında ‘Medina’ Arapça’da kent anlamına geliyordu. Şimdi ise kentin sadece eski bölümü bu adla anılıyordu. Bu yüzden Tunus’ta her modern kentin bir de Medinası vardı. Tunus Medinası modern kentten yüksek duvarlarla ayrılmış ve 270 hektarlık bir alana yayılmıştı.

EN BÜYÜK CİMBOM

Bir meydanı geçip önüme gelen ilk dar sokağa saptım. Aslında sokaklar bize pek yabancı olmayan görüntülerle süslenmişti. Kapalıçarşı’yı, Mısır Çarşısı’nı, Mahmutpaşa’nın dar yokuşlarını andıran sokaklardı. Omuz omuza yürünen bu dar sokaklar, kimi yerlerde evlerin altından geçip birbirlerine kavuşuyorlardı. Burası kentin ticaret hayatının can damarıydı. ‘Souk’ denen çarşıdaki dükkanların çoğunda, turistlere yönelik hediyelik eşyalar satılıyordu.

Satılanlar pek ilgimi çekmiyordu. Bildik eşyalardı. Ama kuş kafesleri harikaydı. Öylesine ince işlenmiş, el emeği, göz nuru dökülmüştü ki, kuş beslemediğim halde bir kafes almaya niyetlendim. Ama nasıl taşıyacağımı bilmediğim için vazgeçtim. Önüme çıkanları yara yara, kendimi Medina’nın içindeki en önemli yapılardan biri olan Zitouna Camii’nin avlusuna attım. Bu cami aynı zamanda zamanının önemli bir eğitim kurumuymuş. Hatta bazı kaynaklar buranın Arap dünyasının ilk üniversitesi olduğunu öne sürüyordu.

Caminin avlusunda biraz serinledikten sonra, yine dar sokaklardaki kalabalıklara kapıldım. Beyaz badanalı evler, boncuk mavisi boyanmış süslü kapı ve pencereler, kızartma kokan küçük aşevleri, tahrik edici görüntüleriyle tatlıcılar, çeşit çeşit ot satan aktarlar, rengarenk baharatçılar, kapı önünde kuzularını sallandıran kasaplar, bilmedik sebzeleri meyveleri sergileyen manavlar... Medina’da halen 140 bin kişi yaşıyordu. Gördüğüm kadarıyla üst üste bir yaşamdı bu. Dar sokaklardaki evlerin her odasına neredeyse bir aile sığmıştı. Çığlık çığlığa koşuşturan çocuklara, güleryüzlü ev sahibelerine bakılırsa kimse halinden şikayetçi değildi. Bu renk curcunası, baharat kokuları ve ses cümbüşü içinde Medina’da aradığım atmosferi buldum. Duvarların gerisinde Batı vardı. Binbirgece Masalları’na konu olan Doğu ise bu dar sokaklara yerleşmişti.

Otele dönerken akşam esintisi iyiden iyiye üşütmeye başlamıştı. Sokakların tenhalığına bakılırsa, Tunus geceyi yaşamayı pek sevmiyordu. Hem sevse ne olurdu ki, bende gecenin içinde kaybolacak hal mi kalmıştı!.. Otelin restoranında sıradan bir yemek yedim, düğün salonunu andıran barda Tunus’un konyak tadındaki özel içkisi Tibarin’in tadına bakıp odama çekildim.

Haftaya kıyı kıyı turistik Tunus, Kartaca’nın öyküsü, ne yenir ne içilir?
Yazarın Tüm Yazıları