1903’te İstanbul’da dünyaya gelen Fikret Mualla, karakterini ve sanatını şekillendiren zorlu deneyimlerle dolu bir hayat yaşamıştır. Dönemin saygı duyulan isimlerinden biri olan babası Ekrem Bey ve derinden bağlı olduğu annesi Emine Nevber Hanım ile Kadıköy’ün Moda semtinde çocukluğunu ve gençliğinin erken yıllarını geçirdi. Bu süreci aile büyükleriyle de iç içe geçirmiş olan genç Fikret için hayat, 12 yaşından sonra ona diğer yüzünü göstermeye başladı. Futbola olan düşkünlüğü ve anlatılanlara göre hareketli geçen çocukluğu, yaşadığı bir kaza nedeniyle yerini bir yıl sürecek pasif bir hayata bıraktı. Bu sürecin ardından topal kalan, İspanyol Gribi sebebiyle annesini ve kısa bir süre sonra büyükannesini kaybeden Mualla için yaşam yolculuğu asıl bundan sonra başladı.
Büyük bir sevgiyle bağlı olduğu annesini kaybetmesinin ardından babasının başka biriyle evlenmesine alışamayan ve belki de bu nedenle kendini “ihanete uğramış” hisseden sanatçı, anlatılanlara göre öfkesini sadece içinde yaşamıyor, çevresine de bunu göstermekten çekinmiyordu. Hayata ve babasına karşı olan kızgınlığı, onu başka bir ülkenin yollarına düşürdü ve eğitimine devam etmek üzere İsviçre’ye gitti. Bu yolculuk, Fikret Mualla’nın sanat yolculuğuna açılan kapıyı da araladı; ardından Almanya’ya geçti. Türkiye’ye döndükten sonra ise bu defa Fransa’ya gitti ve kendisinden geriye kalacak olan birçok çalışmayı Paris’te üretti.
“Zihnin Sınırlarında Bir Rota: Fikret Mualla” sergisi de izleyicilere sanatçının Paris’e kesin gidiş yaptığı dönemin öncesine ve sonrasına odaklanıyor. Mualla’nın, Avrupa sanat ortamının etkisiyle dönüşen ve çizgilerle kendini bulan içsel yolculuğu, serginin iki bölüme ayrılmış kurgusunda görülebiliyor. “Çizginin – Tinin Ötesinde” başlıklı ilk bölüm, sanatçının duygu durumlarını en iyi temsil eden işlerden oluşuyor. Mualla’nın çizgiyle güçlenen ifadeci yaklaşımını görebileceğimiz resimlere, sanatçının hayatına tanıklık eden isimlerin metinleri de eşlik ediyor. Akıl hastanesinde kaldığı dönemde yaptığı çizimlerin de sergide yer alması sayesinde, sanatçının hayatına doğrudan tanıklık etmiş oluyoruz.
Burada ayrıca 1930’lardan Yeni Adam dergisine de yer verilmiş. Fikret Mualla’nın çizimleri, eğitim sürecinin ardından ne yapacağını bilemediği bir dönemde, 1933 yılında Yeni Adam dergisinde yayımlanmıştır. Bu bölümde; İsmail Hakkı Baltacıoğlu tarafından 935 sayı yayınlanan “Yeni Adam” dergisini ve Fikret Muallâ desen ve çizgilerini hatırlatmayı amaçlayan “Bir Hatırlatma: Varoluşçu Bir Adam/ Yeni Adam - 1936/1937” parantezi yer alıyor.
Bu konuda umut verici gelişmeler de olmuyor değil. Kadına yönelik şiddete duyarsız kalamayan ve herkese farkındalık kazandırmak için dans eden genç kadınlardan oluşan bir ekip var: KADIN Dans Tiyatrosu. İlayda Özne Kankaynar’ın yönetmenliğinde, yaşları 13 ile 18 aralığında değişen Özel Açı Lisesi öğrencileri, şiddete uğramış kadınların hayat hikayelerinden yola çıkarak her yıl en az bir performans sahneliyor.
Hala aramızda olan kadınlar
Sade fakat vurucu tasarıma sahip kostümlerin ve ışığın etkisiyle izleyiciyi içine çeken KADIN Dans Tiyatrosu, üç bölümden oluşuyor. Her bir bölüm ayrı bir hikâye anlatıyor. Türkiye dahil üç farklı ülkeden erkek şiddeti görmüş ve öldürülmüş kadınların hikayesi, genç dansçıların güçlü performanslarında hayat buluyor. Farklı coğrafyalarda yaşayan, farklı dilleri konuşan, farklı geçmişe sahip, farklı kültüre ait olan bu kadınların ortak tek bir noktası var: erkek şiddetine uğramış olmak. Sahnedeki genç kadınları izlerken, performansın her bir bölümünde onların sadece dans ettiğini değil, şiddete uğramış kadınların hala aramızda olduğunu izleyiciye hatırlattığını hissediyoruz. Her geçen gün sayısı artan şiddet vakalarının bir gün bir yerde karşımıza çıkabileceğini düşünüyoruz. Buna karşın sahnede güçlerini katlayan genç öğrenciler, coğrafya, kültür, ülke fark etmeksizin ataerkil toplumlarda kadın olarak tek başına hayatta kalmanın tekinsizliğine meydan okurcasına dans ediyor.
Ortak hikayeler
Performans devam ederken arka planda sesini duyduğumuz kadınlar ise çoğumuzun ortak olduğu kendi hikayelerini anlatıyor: Tertemiz umutlarını büyütürken zorla evlendirilerek yetişkin bir kadına evrilen çocuklar, çocuklarını korumak isterken kendini şiddetten koruyamamış kadınlar, korunaklı bir yuvada yaşamanın ne demek olduğunu bilmeyen insanlar, büyükleri tarafından korunduğunu düşünürken korkularıyla yüzleşemeyen genç kadınlar… Bu kadınların her biri KADIN Dans Tiyatrosu’nda ölümsüzleşerek aslında şiddetin ne kadar yakınımızda olduğunu gösteriyor. Görmezden gelinen her şiddet vakasının katlanarak büyüyeceğini ve büyümesine göz yuman her bireyin kaçınılmaz olarak bundan etkileneceğini hatırlatıyor.
Hem sanatın hem de yemeğin kendine özgü haz veren bir estetiği vardır. Temel işlevi doygunluk yaratmak olan yemek, görsel açıdan zayıf kaldığında iştahı ve yeme isteğini düşürebilir, güçlü olduğunda ise artırabilir. Tıpkı resim, heykel, fotoğraf ya da görsel sanatlara dair diğer alanlarda üretilmiş bir eserin verdiği tatminin etkisi gibi. Yemek, kendini görsel bir haz unsuru olarak sergileme fırsatı bulduğu masa ile bir araya gelince temel işlevinin ötesinde bir olasılık sunar: lezzet, sohbet, dostluk, sıcaklık ve daha birçok güzel anıya tanıklık edecek olan bir ortam bunlardan bazılarıdır. Özellikle Akdeniz kültürünün önemli bir parçası olan yemek masaları, zaman zaman bir ritüel etkisi yaratan akşamlara dahi vesile olur.
Masada buluşturan bir sergi: Masada IIMasada buluşturan bir sergi: Masada II
Bugünlerde masada bir araya geliyor olmanın önemini ve heyecanını Galeri Bu ve Buffet birlikteliği ile açılan “Masada II” sergisini gezerek yaşayabilirsiniz. İstanbul’un tarihi semtlerinden biri olan Galata’da yer alan ve 13 yılı geride bırakan Galeri Bu, geçtiğimiz yıllarda giriş katına açılan Buffett ile ziyaretçilerin hem tat duyusuna hem de görme duyusuna yönelik olarak hazırladığı “Masada” sergi serisinin ikincisini gerçekleştiriyor. Serdar-ı Ekrem Sokak üzerinde konumlanmış sıcak renklere sahip binaların arasından ve Arnavut kaldırımından geçerek ulaştığımız Masada II sergisi, E. Ezgi Özer küratörlüğünde 26 Nisan 2025’te ziyarete açıldı. “Masada II”, Studio Pinprick ve Umut Yalım’ın eserleri ile Buffett şefi Merve Şeker Yalım’ın sergiye özel hazırladığı lezzetlere ez sahipliği yapıyor. “Sanattan masaya bir gastronomi ve sanat deneyimi” söylemiyle yola çıkan “Masada” sergi serisi, temelde kişisel olan yemek ve sanat tüketimini ortak bir deneyim haline getiriyor.
Bir koridor ve üç oda olarak kurgulanan serginin girişinde, Gözde Mulla’nın “Dışarıda Bir Yerde” isimli yerleştirmesi bizi karşılıyor. Korunaklı ve mahrem bir mekan olarak “ev”in bir parçası olan “koridor”da sergilenen bu çalışma izleyeni biraz tedirgin ediyor: dramatik ışıklı bir gökyüzü ve karanlık bir dağ, “içerisi” ve “dışarısı” kavramlarını karşı karşıya getiriyor. Evcil bir malzeme olan kumaş üzerine akrilik boya tekniğiyle yapılan bu işin üç metreye yakın bir yüksekliğinin olması gerçek bir doğa manzarasına baktığımızda hissettiklerimizi anımsatıyor.
Yaşamı sürdüren ve yok eden ateş
Enginöz ve Mulla’nın “ateş” kavramını ele aldığı bölüm olan Oda 1, Marcus Vituvius’un “Mimarlık Üzerine On Kitap” isimli yapıtından referansla yola çıkıyor. Serginin bu bölümünde, ilk barınağın doğuşunu ateşin keşfedilmesine bağlayan Vitruvius’un düşüncesine paralel olarak evin kuruluş anına işaret ediliyor. Barınağın doğuşuna sebep olan ateşin aynı zamanda yokedici bir güce sahip olduğunu Enginöz’ün “Ateş Taşıyıcıları” ve Mulla’nın “İçeride Bir Yerde” çalışmalarında görüyoruz. Ateş taşıyıcısı olarak bilinen ve konakladığı ağaçları yok eden kav mantarlarının duvarda heykel formunda sergilendiği Enginöz’ün yerleştirmesinin devamında, Mulla’nın çalışması özellikle yaz mevsiminde çıkan yangınlar sebebiyle ormanların insan eliyle maruz kaldığı tahribatı ele alıyor.
Zaman içinde temel yapı malzemelerinin eskimesi riskiyle karşı karşıya olan barınma mekanlarının tahribata uğraması kaçınılmazdır. Oda 2’de Özge Enginöz’ün çeşitli malzemeleri tuval üzerinde alçı ile kaplayarak oluşturduğu “Ev Hareketsiz Çocuğu Kucaklar” serisi bu tahribatı yanma, bozulma süreçlerini görünür hale getirerek sunuyor. Gözde Mulla’nın “İçeride Bir Yerde” isimli resim serisinden iki resim daha serginin bu bölümünde karşımıza çıkıyor.
Eşikteki hafıza
Bir önceki bölümde doğanın tahribatına ilişkin olarak yanan ormanları ele alan Mulla bu bölümde ise kenar-köşe gibi evin gözden çıkarılan alanlarını yangın teması ile görünür hale getiriyor. Oda 3, yaşanmışlığın izlerini Özge Enginöz’ün aynı zamanda ev mefhumunu irdelediği “Zamanla Yok Olan” isimli serisinde ve Gözde Mulla’nın eşik kavramı üzerinden mekanın belleğini ele aldığı “Mekan Deneyimleri Serisi: Arada, Orada, Şurada, Burada” başlıklı çalışmalarında görüyoruz. Buluntu nesnelerin gündelik nesnelerle bir araya geldiği bu bölüm, her gün karşılaştığımız fakat işlevinin farkında olmadığımız nesneler aracılığıyla ziyaretçilere bir mekana ait olma duygusunu hatırlatıyor.
İlk öğrenim döneminde “noktaların bir araya gelerek oluşturduğu bir tasarım elemanı” olarak tanıdığımız “çizgi”, geleneksel resim sanatında bir temsil aracı olarak yer alıyor. Sanat eğitiminin ve resim sanatının en temel öğesi olan çizginin iki boyutlu olma halinden farklı bir tanımı ve yapısıyla karşılaşıyoruz bu sergide. Portre, figüratif resim ve manzara resmi gibi türlerde gerçekliğin temsili olarak varlığını gösteren çizgi, bu sergide bir temsil aracı olmaktan çıkıyor. Görsel sanatlar pratiğinde somut olmayanın soyut olması gerektiği algısının da yıkıldığı “Serbestlik Dereceleri” sergisindeki işler, doğanın içindeki çizgisel akışın oluşturduğu geometriden ya da makinelerden çıkan yapay bir akıcılığa uzanan bir çeşitlilik sunuyor.
Bir iletişim biçimi olarak dijital semboller
Yunt’un girişinde Berkay Tuncay’ın ve Sümeyra Bakır’ın işleri karşılıyor bizi. Tuncay’ın mekânın girişindeki camda yer alan “Pasif Agresif Şiirler” isimli serisi, her gün vakit geçirdiğimiz telefonların ekranındaki sosyal medya ile buluşturuyor bizi. Tuncay bu dijital sembolleri yeniden düzenleyip dönüştürerek oluşturduğu metin benzeri yapılar ile bizi iletişim biçimlerimiz üzerine düşünmeye davet ediyor. Sümeyra Bakır’ın düzen ve organizasyon hissi yaratan, ızgara benzeri çizimlerden oluşan “Yöntem ve Rastlantılar” isimli diptik çalışması ise bir yazı ve okuma aracı olarak kullandığımız defterleri akla getiriyor. Düzen kurma iddiasındaki aygıtların tutarsızlıklarını, bozulmalarını ve çatlaklarını gösteren bu ızgaralar yüzey üzerinde yapı ve rastlantı arasındaki ilişkileri araştırıyor.
Organik çizgilerin akışı
Tayfun Erdoğmuş tuval üzerine bitki, pirinç varak, akrilik ve kimyasal solüsyonlar ile oluşturduğu “40 Nokta” isimli çalışmasında, doğanın temsilini sunarak değil bizzat kendisi ile derinliği veriyor. Tuvalin üzerindeki bitkilerin üzerindeki organik çizgilerin rastlantısal yönelimleri, hemen karşısındaki Merve Karakoç’un “Otoportre” isimli yerleştirmesiyle benzerlik gösteriyor. Serum setlerinin içinde sanatçının kendi kanının akışına tanık olduğumuz devinim halindeki çalışma, sanatçının “ben” kavramına yönelik arayışına farklı bir perspektif getiriyor.
Kültür ve kimlik ifadesi olarak yemek, insanlık tarihiyle paralel süreçlerden geçirmiştir. Yunanca "gaster" (mide) ve "nomas" (kural) kelimelerinden türetilen “Gastronomi” kelimesi, yemek ve yemekle ilgili kuralların birleşimi olarak tanımlanabilir. Yüzyıllar içinde her toplum, tarihsel süreçler ve coğrafi koşullar doğrultusunda kendine özgü yemekler ve tatlar geliştirmiştir. Buna rağmen günümüzde, farklı kültürler arasındaki etkileşim ve hızlı iletişim gibi etkenler sayesinde bu sınırlar giderek daha esnek hale gelmiştir. Bu bağlamda, sanatın ve gastronominin bir araya gelerek sınırları aşan bir dil ve anlayış oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Sanatı ve sanatçıyı kutlayan bir deneyim
Artful Dining, gastronomi ile sanatın bir araya geldiği sınır tanımayan bir deneyim sunuyor. Bu deneyimlerin en dikkat çeken özelliği, gastronomi ile çağdaş sanatın davetlileri hem görsel hem de tatsal bir yolculuğa çıkararak birden fazla duyuya hitap etmesi. Artful Dining serisinin son etkinliğinde şef İnanç Çelengil, Türkiye çağdaş sanatının önemli isimlerinden Azade Köker’in eserlerinden ilham alarak bir menü hazırladı. Köker heykel, kolaj ve yerleştirme gibi alanlarda üretimi olan bir sanatçı olarak, kadın kimliğine ve kadın bedenine dair meseleleri ele alıyor. Güçlü ve sağlam duruşa sahip olan heykel, resim ve yerleştirmelerinde kağıt, tül ve pamuk gibi zaman zaman şeffaf haliyle de karşılaştığımız hassas görünümlü malzemeler kullanıyor.
“Peplos” ve “Dissolution” Menüsü
Şef İnanç Çelengil önce Azade Köker ile bir araya gelerek, sanatçının pratiğinden ve özellikle “Peplos” ve “Dissolution” eserlerinden aldığı ilhamla bir menü hazırlamış. Köker’in eserlerinde karşılaştığımız şeffaf, hassas ve naif dokuyu tabaklara taşıyan Çelengil, gündelik yaşantımızda bir arada düşünmekte zorlanabileceğimiz yiyecekleri bir araya getirerek son derece lezzetli ve sunumu güçlü yemekler hazırlamıştı. Köker’in demir, levha ve tel ile güçlü strüktürünü; kâğıt, pamuk ve tül gibi evcil malzemeler ile kırılgan dış görüntüsünü oluşturduğu heykelleri, yenilebilir malzemeler ve formlar aracılığıyla dönüşüm geçirerek Sanayi 313’ün zarif ev sahipliğinde şef İnanç Çelengil’in menüsü ile hazırlanan masada davetlilere sunuldu. Gastronomi uzmanı Oğul Türkkan da davetlilere menüdeki yemekler ve yemek kültürü üzerine önemli bilgiler verdi.
Disiplinlerarası bir buluşma
EMA Kolektif’in düzenlediği Artful Dining, gastronomi ve sanatın birlikteliğinin ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha kanıtladı. Gastronominin sadece bir yemek hazırlama süreci olmadığını, görsel sanatlar gibi köklü bir disiplin ile bir araya geldiğinde bunun nasıl derin bir deneyim sürecine dönüşebildiğini gösterdi. JDE Türkiye, L’or Espresso, Pernod Ricard Türkiye, Brothers ve Atelier Rebul katkılarıyla gerçekleştirilen Artful Dining, bugüne kadar Türkiye çağdaş sanatından birçok sanatçıyı onurlandırdı. Bu eşsiz gastronomi ve sanat buluşmasının ilk edisyonunda Erdil Yaşaroğlu, Kezban Arca Batıbeki, Murat Germen, Ekrem Yalçındağ ve Gülay Semercioğlu yer aldı. İkinci edisyonunda ise Güneş Terkol, Seza Paker, Burçak Bingöl ve CANAN onuruna yemekler hazırlandı. Üçüncü edisyon, Nancy Atakan ile başlayıp İnci Furni, Şükran Moral ve Azade Köker’in yemeğiyle devam etti. Artful Dining daha birçok sanatçıyla sanatseverleri bir araya getirmeyi sürdürecek.
Farklı kuşaklardan sanatçıları ve eserlerini bir araya getirerek oluşturduğu küratöryal kurgularla “duo” sergileri önemsediğini belirten Derya Yücel’e göre, her iki sanatçının farklı kuşaklardan olmalarına rağmen, aralarında düşünsel ve kavramsal olarak yakınlık kurulabiliyor. Yüksel Arslan ve Erinç Seymen’in buluştuğu nokta her iki sanatçının da kendi sanat pratiklerinde edebiyat ve felsefe gibi disiplinlerden sıklıkla referans almaları.
Serginin küratörü Yücel, katalogdaki küratöryal metinde, “Yüksel Arslan ve Erinç Seymen’in üretimleri izleyiciyi, insanlığın yarattığı sahte evrenden gerçek dünyaya giden uzun ve şiddetli bir yolun girişini bulabilmeleri için sarsıyor” diyerek her iki sanatçının üretimlerinin buluştuğu yeri açıklıyor.
1933 yılında İstanbul’da doğan Yüksel Arslan 1953-1954 arasında İstanbul Üniversitesi’nde Sanat Tarihi Bölümü’nde okuyor.1955 yılında ilk sergisini Maya Galerisi’nde açan Arslan daha sonra Alman Kültür Merkezi’nde ikinci sergisini açıyor. İki dünya savaşının büyük yaralar açtığı bir dönemde Türkiye’den Fransa’ya taşınan Arslan, burada dönemin önemli sanatçıları ile birçok sergiye katılıyor. Sanatçının resimlerinde kullandığı malzemeler bitki, ot, yumurta akı, şeker, tuz, sabun rendesi gibi maddelerden oluşuyor. Alışılmışın dışında bir arayışta olan Yüksel, sanat pratiği için İngilizcedeki “art” ve Fransızcadaki “ure” kelimelerini bir araya getirerek oluşturduğu “arture” kelimesini kullanıyordu.
Yüksel Arslan’ın kendisine göre daha zorlu bir dönemde yaşadığını düşünen Erinç Seymen 1980 yılında İstanbul’da doğuyor. Doğumundan sonra dönemin sıkı tedbirleri nedeniyle büyük annesinin ve büyük babasının kendisini uzun süre göremediğini, bu ve bunun gibi yaşama dair engeller sebebiyle “aidiyet” kavramını sorguladığını belirtiyor. Bu sorgulama Seymen’in sanat pratiğine de yansıyor. Çalışmalarının herhangi bir akım, üslup ya da tekniğe ait olmadığını düşünüyor sanatçı. Bu durumun da O’nu Yüksel Arslan ile buluşturmuş olabileceğini belirtiyor. Arslan’ın bir “düşünür-çizer” olarak farklı sanat alanlarında işlerini ürettiğini düşündüğümüzde her iki sanatçının da herhangi bir sanatsal yapıya ait olmadığını görebiliyoruz.
Benzer kavramsal sorgulamalara sahip olan Arslan ve Seymen’in sergideki işleri görsel bir bütünlük oluşturuyor. Yüksel Arslan’ın kâğıt üzerine karışık teknik ile yaptığı çalışmaları ve Erinç Seymen’in kâğıt üzerine mürekkepli kalem ile yaptığı desenleri izleyiciye birbirini takip eden metinleri okuduğunu düşündürüyor. Seymen’in video yerleştirmelerinde karşılaştığımız tedirgin edici ifadelere Arslan’ın toprak tonlarındaki arturelerinde de rastlıyoruz. Seymen’in serigrafi tekniği ile fantastik bir evren kurguladığı işleri gibi Arslan’ın insan-hayvan karışımı melez canlıların yürüdüğü sokakları gösterdiği artureleri de gerçeklik algımızı etkileyen bir iz bırakıyor.
“Gökyüzü Başımızın Üstüne Düşebilir” isimli sergi 26 Ocak’a kadar Bursa Nilüfer Belediyesi Nazım Hikmet Kültürevi’nde görülebilir.
Cengiz Üstün, 1990’lı yıllarda Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Grafik Bölümü’nde öğrenciliğine devam ederken mizah dergilerinde çizer olarak çalışmaya başladı. Üstün, 1990’lı yıllardan günümüze 30 yıllık kariyerinde Dıgıl, L-Manyak, Lombak, Penguen ve Uykusuz gibi Türkiye’nin önemli mizah dergilerinde çizer olarak yer aldı. Dijital çağın ve sosyal medya kültürünün henüz bireysel yaşama dahil olmadığı 1990’lı yılları yaşamış olanlar, mizah dergilerinin birey ve toplum üzerindeki etkisini hatırlayacaktır. Çizerler, günümüzün dijital tekniklerinin olmadığı, haftalık ya da aylık olarak yayımlanan mizah dergilerinde hata payına yer bırakmayan manuel tekniklerle çalışmaktaydı. Üstün’ün sergisinde, o yıllarda kâğıt üzerine tarama ucu ve çini mürekkebi kullanarak tram tekniği ile yaptığı çizimlerindeki ciddi el emeğini görebiliyoruz.
Kübik formlu melez canlılar
“Karikatür, çizgi roman ve resim ayrı disiplinler. Karikatür ve çizgi roman maceram 30 yıldır sürerken, kağıt kalem dışında tuval, boya ve fırçalarla haşır neşirliğim 10 yıldır sürüyor, sürmeye de devam edecek gibi görünüyor” diyor Cengiz Üstün. Uzun yıllar karikatür odaklı devam eden kariyerinin, kendi sanat pratiğinde ister istemez iz bıraktığını da ekliyor. Cengiz Üstün’ün 1990’lı yıllarda Dıgıl dergisinde yayımlanmış olan bir çizgi hikayesinin orijinal çizimleri de sergide yer alıyor. Kendi yaşamında özel bir yeri olan evcil hayvanlara Üstün’ün resimlerinde ve çizimlerinde de rastlıyoruz.
Tuval üzerine akrilik boya tekniğiyle yaptığı resimlerde, gündelik yaşama dair iç içe geçmiş geometrik formlardaki insan ve hayvan figürleri ile sıklıkla karşılaşıyoruz: Melez bir canlıya dönüşmüş köpek ve insan karışımı figür, ormanın içinde yürüyen ağaç boyunlu insan, elleri hayvan patisine dönüşmüş çocuk, kucağında kedi ve köpek ile tek beden olmuş çift. “Anti-klişe Timi” isimli resim ise modern hayatın getirdiği teknolojik gelişmelere yönelik eleştirileri gündeme getiriyor fakat bu eleştirilerin ne kadar gerçekçi olup olmadığını sorgulatıyor. Bu resminde sanatçının çizgi roman ve karikatür geçmişini ve bu geçmişi ile bağlantılı olarak Pop-Art akımının etkilerini görebiliyoruz.
Cengiz Üstün’ün 21 Aralık’ta açılan “Karikatuval” sergisini 26 Ocak 2025’e kadar Kadıköy Belediyesi Karikatür Evi’nde ziyaret edebilirsiniz.