Tarihte birbirinden farklı uygarlıklara ev sahipliği yaparak sayısız hikayeleri içinde barındırmış olan Trakya bölgesi, coğrafi özellikleriyle de yaşamın dinamizmini hissettiriyor. Dağların sert görünümünün denizin akışkanlığıyla buluştuğu, yıl içinde farklı renklere bürünen tarlaların doğanın dönüşümünü gösterdiği bir yer. Rüzgârın esme yönü ve şiddeti, yüzyıllar içinde kendiliğinden oluşan yükseltiler, ufuk çizgisi, bu toprakların altında ve üstünde var olmuş yaşamları hatırlamaya çalışmak “Yer Duygusu” isimli serginin ana eksenini oluşturuyor.
Fransızca’da toprak, çevre ve iklim gibi faktörlerin birleşimi anlamına gelen “Terroir” kelimesinden yola çıkarak ismini alan sergi, insan ile doğanın ilişkisine odaklanıyor. İnsanın doğa ile olan derin bağını şiirsel bir biçimde temsil eden bu tanım, bu bağın tüm mesafelere rağmen devam ettiğini ve kopmadığını vurguluyor. Geçmiş yıllarda ayçiçeği tarlası olan bağların, mekânın kuruluşu aşamasında toprak altında yüz yıllık kökler sakladığına rastlanması aslında bu arazinin üzüme geçmişten beri yuva olduğunu kanıtlamış. Yıllar sonra yeniden üzüm tanelerine hayat veren topraklara ev sahipliği yapan bağların ve çevresinin biyoçeşitliliği, sergilenen işlerle dokulara, çizgilere, formlara evrilerek geçmiş ve günümüzü bütünleştiriyor.
İşbirlikçi ve multidisipliner bir sanat platformu olan Barbare Studio’nun başlattığı misafir sanatçı ve küratör programının ilk bölümü olan “Yer Duygusu”, küratörlüğünü T. Melis Golar’ın yaptığı yerli ve yabancı farklı disiplinlerden gelen on altı sanatçının katıldığı bir sergi. Heykel, fotoğraf, yerleştirme, ses yerleştirmesi gibi farklı türlerdeki üretimler birbirinden çeşitli doğal ve yapay malzemeler kullanılarak oluşturulmuş. Berkay Kahvecioğlu’nun “Kökler filizlenmeye devam ediyor” isimli heykeli, göğe doğru yükselen üzüm köklerinden oluşan ve sanatçının mekânın ruhunu taşıyan nesneleri kullanarak müdahale etme pratiğini yansıtan bir heykel. Sanatçı Barbare Studio’da geçirdiği üretim sürecinde bağların arasından göğe yükselen devasa elektrik direklerini fark ediyor ve bağlardan topladığı hasta veya ölmüş köklerle oluşturduğu heykel ile elektrik direklerine meydan okuyor.
Endüstrileşmenin ve kentleşmenin göstergelerinden biri olan elektrik direğinin tarım arazilerinin içindeki inorganik formuna karşıt olarak, köklerle oluşturduğu organik heykeliyle doğanın gücünü ortaya çıkarıyor. Sanatsal araştırmalarını insan-mekân ilişkisine dayalı kuran Serra Bilgincan’ın sergide yer alan heykeli “Reptilia Cultivatus” paslanmaz çelik, yelek, kask, çelik halat gibi malzemelerden oluşuyor. Sanatçı üretim sürecinde, bağ çalışanlarından aldığı bilgilerden yola çıkarak çalışmasını yapıyor. İdeal üzüm yetiştirmek için toprağın verimliliği için alması gereken havanın, bağlar arasında yürünmesi sebebiyle sıkışma yaratarak engellendiğini öğreniyor. Buradan hareketle bedenin eklentisi olarak çalışan, yürüyenin arkasından toprağı çapalayan ve böylece toprağın hava almasını sağlayan bir tasarım yapıyor.
Murat Yıldız’ın “Mükemmel bir gün geçir 5” isimli yer-gök ayrımına naifçe başkaldırarak, gezegenlerin bir arada düşünüldüğü ve geri dönüştürülmüş kâğıt ve tutkal ile yaptığı heykeli Barbare tesisinin duvarında yer alıyor. Aynı teknikle yaptığı “Saklı çiçek” isimli heykeli, tesisin odalarından birinde sergilenerek o odada kalacak olan ziyaretçi ile rastlantı sonucu etkileşime geçiyor. Bu sayede izleyici ile sanat eseri arasındaki bağlar kuvvetlenerek aynı zamanda kişiye ve an’a özel bir deneyim sunulmuş oluyor.
Burcu Fikretoğlu ve Gizem Naz Kudunoğlu eş yönetiminde, 2017 yılından beri öncelikli olarak SIGNS adı altında ve pandemiden bu yana Perasma olarak devam eden genç oluşum, İstanbul ve çevresindeki sanat topluluğu ile geniş uluslararası sanat dünyası arasında bağlantılar kurmayı hedefliyor. Sanat ve kültür için yeni bir platform olma anlayışıyla kurulan Perasma, “All Things Become Islands Before My Senses” isimli sergiyle ikinci edisyonunu gerçekleştiriyor. Zamanın, suyun ve Leros adasının karmaşık tarihi ilişkilerinin temelinde oluşturulan sergi 18 Ağustos’a dek devam ediyor. Leros Adası’ndan bulunan farklı nesneler sergide buluşuyor.
Zaman, sömürgecilik tarihi ve devrimci siyasetin umutlarını ve başarısızlıklarını animasyonlu çizimler ve filmler ile araştırmasıyla tanınan William Kentridge’in, 1999’da İstanbul Bienali’nde ilk kez gösterilmiş olan “Shadow Procession” isimli filmi sergide yer alıyor. Polonyalı sanatçı Goshka Macuga da yerel bir tiyatro grubunun aktörleri ile adada çektiği bir deneysel korku filmi ile sergiye katılıyor. Sanat pratiğini ses, mimari, ritim gibi temlara dayandıran Cevdet Erek, “SSS-Sahil Sahnesi Sesi” projesinin mekana özgü bir enstalasyonu ve aynı başlıktaki kitabının okumalı performansı ile sergi kapsamında İlkokul’da yer alıyor. Erek bunun yanında, Leros’tan temin edilen keçi çanları ile üretilen “Çıngır / Jingle” adlı sesli cam işinin yeni versiyonu ile de sergide yer alıyor. Adada misafir sanatçı programına katılan Cansu Yıldıran ve Maryam Turkey, sergiye bu proje için yeni ürettikleri eserler ile katılıyorlar. Yıldıran, sergi için yeni bir fotoğraf serisi oluştururken, Turkey ise yarattığı mekana özgü enstalasyon ve ışık heykel serisinde Leros’ta bulunan nesneleri kullanıyor.
Leros’un çeşitli yerlerinde heykel serileri sunan Polonyalı sanatçı Pawel Althamer, sergiye eş zamanlı olarak bir ay boyunca göçmen topluluklardan çocuklarla bir araya geliyor. Leros Denizcilik Kulübü’nü bir Sanat Akademisi’ne dönüştüren Althamer, uluslararası profesörlerle atölye çalışmaları da düzenliyor. İngiliz sanatçı Laura Footes’in monoprintleri ve tuval tabloları, Alman sanatçı Sophie von Hellermann’ın resim serisi, Yunan heykeltraş Kostis Velonis’in Leros’taki tersaneden bulduğu malzemeleri kullanarak yaptığı mekana özgü enstalasyonu ve Enzo Cucchi’nin “Testa di Van Gogh” (1995) serisinden heykelleri de sergide görülebilir.
Tarihin izlerini taşıyan sergi mekanları
1930’lu yıllarda İtalyan işgali altında olan Leros’un ikonik rasyonalist binalarından Sinema Roma ve İlkokul, adanın eski İtalyan ve Alman işgali döneminden kalma terkedilmiş ve “Brueghel The Elder” kopyaları gibi beklenmedik freskler içeren yapılarından Xerokampos Eski Kışlası sergiye ev sahipliği yapan mekanlardan. Bunun yanında Leros Denizcilik Kulübü ve Agia Marina’da 1886 yılında inşa edilmiş neoklasik bir malikanede yer alan Perasma’ya adanamış özel bir sergi alanı da sergi kapsamında ziyaret edilebilecek yerler arasında bulunuyor.
Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’nde 22 Mayıs’ta Doç. Dr. Ebru Yetişkin küratörlüğünde açılan Vuslat’ın “Emanet” isimli sergisi, öncelikli olarak yaşamın kendisinin bizim en değerli emanetimiz olduğu vurgusunu yapıyor. Serginin temel referans noktasını birlikte yaşamak ve birlikte yaşama olanaklarını çoğaltabilme ihtimallerimiz oluşturuyor. Çok kültürlü bir hafıza mekânı olan Tophane-i Amire binasının hem geçmişiyle hem de fiziksel özellikleriyle bağ kuran sergi, resimden yerleştirmeye, işitsel ve dokunsal deneyim imkânı yaratan etkileşimli çalışmalardan video kayıtlarına kadar geniş bir seçkiden oluşuyor. Her bir eser bir hafıza kaydı olarak yer alıyor ve emanet edenle emanet edilen arasında bir hafıza oluşturuyor. Bu kayıtlardan biri olan, Vuslat’ın aile büyüklerinden kendisine emanet edilen “Serçe Masalı” sergide bizi adeta kucaklayan bir yerleştirmeyle karşımıza çıkıyor. Organik bir forma sahip sallanan bir koltuğa oturup kulağınızda “Serçe Masalı”nı dinlerken, karşınızdaki duvarda asılı duran bembeyaz manzarayı izleyebiliyoruz. Dairesel yapısıyla dağları anımsatan, kıvrımlı döngüsel formlarıyla suyun akışkanlığını hatırlatan bu parçaya bakarken insanın da aslında doğadan emanet aldığı birçok şeye sahip olduğunu hissedebiliyoruz.
Köklerin gücü ve özgürleşme güdüsü
Vuslat’ın yerel toprak ve taşlardan üretilen yumuşak pastel ve doğal pigmentlerle karıştırılmış füzen ile oluşturduğu resimlerinde de yaşamın döngüsünü ve canlıların dönüşümünü görebiliyoruz. Az evvel bir aile büyüğünün kucağında oturur gibi dinlediğimiz masaldaki küçük serçe burada da karşımıza çıkıyor. Tophane-i Amire’nin toprak tonlarında renkleriyle uyumlanan, Vuslat’ın beden hareketlerini yansıtan çizgilerin dinamizminden özgürlüğüne kavuşma arzusundaki bir kuşun gökyüzüne doğru kanatlanmaya çalıştığını hissedebiliyoruz.
Korkusuzca yeni keşiflere çıkıp özgürleşme arzusunda olan her insan, köklerini reddederek ya da köklerinden uzaklaşarak değil; tüm gücünü aldığı bu kökleri sahiplenerek ilerlediğinde asıl dönüşümünü gerçekleştirir. Zaman zaman reddettiğimiz, sahiplenmediğimiz her düşünce ve davranış aslında köklerimizden bize aktarılan DNA’larımızda gizlidir. Güncel Epigenetik araştırmalar, DNA’larımız aracılığıyla bize aktarılan hafızayı koruduğumuzu fakat bunu değiştirip dönüştürebilmenin de yine bizim elimizde olduğunu öne sürüyor. Vuslat’ın “Emanet” sergisi de ailesinden kendisine aktarılan deneyimleri ve anlatıları, kendi yorumuyla yeniden üreterek ortaya çıkardığı bir sergi. Bu serginin en dikkat çekici işlerinden biri olan “Yaşamın Göbek Bağı” isimli yerleştirmesi, hafızamızda ve DNA’larımızda taşıdığımız anların ve anıların nasıl iç içe geçip bir zincir oluşturduğunu görselleştiriyor. Bu zinciri oluşturan her bir halka aslında genetik bağlarla birbirine bağlı bireylerin taşıdığı ortak hafızayı oluşturuyor. Dünyaya gelirken emanet aldığımız bu hafızayı, bireysel yaşam deneyimlerimizle dönüştürüp güncelleyerek tekrar yaşama emanet edebiliriz.
Emaneti kucaklamak
“E-m-n” kökünden türeyen “Emanet” kelimesinin, İbranice, Farsça, Arapça gibi farklı coğrafyalardan 9 farklı dildeki karşılığı üzerine odaklanan Vuslat ile Pelda Aytaş’ın birlikte ürettiği “Kucaklaşma” isimli büyük boyutlu bir diğer çalışma, Kelkit Kadın Halkevi’nde üretilmiş. Etimolojik araştırmasını ve malzeme keşfini Vuslat’ın üstlendiği, tekstil üzerine dokümantasyonunu ise Pelda Aytaş’ın üstlendiği bu eser, içinde yaşadığımız coğrafyadaki kadim topluluklarla beraber bu değeri nasıl paylaştığımızı ve bunun güncelliğini ne kadar koruduğunu anlatıyor.
Merdiven Art Space’in önüne geldiğimizde, hepimize çok tanıdık gelen dev bir sarı temizlik bezi karşılıyor bizi. Yer yer yıpranmış, neredeyse parça parça olmaya yüz tutmuş olan bu sarı bez, aslında birçok sarı bezin birleşiminden oluşan bir yerleştirme. Hilal Balcı’nın “Sarı Bez” isimli video performansı ve bu performansın bir parçası olan yerleştirmesi, tekrar eden eylemlerin zaman içinde deforme olma halini, pandemi döneminde hepimizin içine düştüğü hijyen saplantısı üzerinden anlatıyor. Balcı’nın “Kulaktan” isimli video performansı ise iki kadın arasındaki iletişimi gösteren bir diğer çalışma. Bir kadın diğer kadının kulağına fısıldar gibi görünmesine rağmen aslında tam zıttı olan bir hareket yapıyor. Sanatçının kendi rüyasından yola çıkarak gerçekleştirdiği bu video performansta Balcı, tüm seslere maruz kalan bir kulağa fısıldamak yerine bu defa o kulağın içindekileri çekerek, çektiği tüm öyküleri eliyle eziyor.
Dantelin kırılganlığı
Serginin giriş katında bizi karşılayan diğer bir çalışma Defne Parman’ın “Pansuman” isimli karışık teknikten oluşan işi. Gazetelerden alınan haber görsellerinin, bazı kısımlarının sargı beziyle kaplanmasıyla oluşturulan bu çalışma, toplamda 27 adet parçadan meydana geliyor. Bu görseller aslında Türkiye’nin ve dünyanın hızla değişen gündeminden örnekler taşıyor. Çok tanıdık gelen fotoğrafların yanında haberin içeriğinin ne olduğunu anlayamadığımız fotoğraflar da görüyoruz. Hak arama çabasında olduğu belli olan kadınlar, bulgur ayıklayan yaşlı bir kadın, doğada iki geyik, yer yer sargı beziyle kaplanmış halde çerçevelerde duruyor. Bu görsellere dair haberlerin aslını bilmesek de kafamızda yarattığımız bir kurguyla haberi kendimize göre algılamamızı sağlıyor. Pandemi döneminde, anneannesinden annesine ve annesinden de kendisine kalan dantelleri bulduktan sonra fikrini oluşturmaya başladığı “Örtü” isimli çalışmasında ise Defne Parman, kadına ve hayvana yönelik şiddet haberlerini dantellerle aynı deseni kullanarak kâğıda geçirmiş. İzleyicilerin bu haberleri ve dantel desenlerini net bir şekilde görebilmesi için çalışmayı daha yakından incelemesi gerekiyor.
Üç jenerasyonun buluşması
Doğa Çal’ın bedeninin farklı parçalarını ev ortamında dağılmış halde gördüğümüz “Kafam Başka Yerde” isimli video serisi, sanatçının farklı dönemlerde yaşadığı evlerde ve bir komşusunun evinde geçiyor. Bu video serisinde Çal’ın bedeninin ayrılmış parçalar halinde farklı yerlerde konumlandığını görüyoruz. Bir araya gelerek toparlanıp evden çıkması için bir uyarı bekliyor izlenimi veren beden parçaları, sanatçının -aslında hepimizin zaman zaman hissettiği- özgürleşme çabasını anlatıyor. Doğa Çal’ın ailesinden üç kuşak kadının birlikte olduğu “Annem, Ben, Anneannem” isimli video ise serginin ikinci katında karşımıza çıkıyor. Sanatçının kendisi, annesi ve anneannesinin bir kahvaltı masasında birlikte oturup birbirleriyle kurduğu yakın iletişimi ve bedensel jestleri gösteren bu video, kadınlar arasındaki ilişki ve dayanışmayı vurguluyor.
Özellikle yaşadığımız coğrafyada kadın dayanışmasına çok fazla ihtiyaç duyuyoruz. Bu konuda toplumsal farkındalığı artırmaya yönelik çalışmaların yetersizliği, eril tavrın en üst kesimden en alt kesime yayılmış olması, şiddetin ve nefret söyleminin küçük yaşlarda dahi kendini göstermesi eşitlik konusunda daha çok çaba sarf edilmesi gerektiğini gösteriyor. “Parça Parça” bu noktada imdadımıza yetişebilecek bir sergi. Sergiyi Merdiven Art Space’te 8 Haziran Cumartesi gününe kadar ziyaret edebilirsiniz.
İzmir Bornova’da bulunan BAYETAV Sanat’ta, Anadolu’nun kadim üretim yöntemlerine ve farklı türler arasındaki alışverişe dair etkileyici bir sergi açıldı geçtiğimiz günlerde. Araştırma ve programlarını Dilşad Aladağ’ın üstlendiği “Mahsul Vakaları” sergisi, Anadolu’nun kalkınma tarihinde ne çeşit mahsullerin olduğu sorusundan yola çıkan ve devam etmekte olan bir araştırma sürecine paralel düzenlenen bir sergi. Saha görüşmeleri ve arşiv araştırmaları ile zemini oluşan Mahsul Vakaları sergisini ziyaret edenler, türler arası birliktelikler hayal edebileceği bir alanı deneyimlemiş oluyor.
Adana’dan İzmir’e kırsal yaşam ve bir gelecek tahayyülü
Adanalı Dilşad Aladağ, mimarlık üzerine aldığı eğitimin ardından doktora çalışmalarına Sanat ve Tasarım alanında Almanya’da devam ediyor. Aladağ’ın üzerinde çalışmakta olduğu “Mahsul” projesi, Anadolu’nun Akdeniz kıyılarındaki kırsal modernleşme sürecini araştırıyor. Culture Civic Kültür Sanat Destek Programı ile Adana’da başlayan ve “BAYETAV Bir Arada Yaşarız Destek Programı” kapsamında aldığı destek ile İzmir’e doğru uzanan bu proje, bir aradalıklara ve iş birliklerine dayalı bir sergi olarak “Mahsul Vakaları” başlığıyla 27 Nisan’da ziyarete açıldı.
Pamuk üretimiyle özdeşleşen Adana’nın coğrafi ve kültürel tarihine dair araştırmalarla başlayıp İzmir’e uzanan proje, kırsal yaşamı romantik bir bakış açısıyla yorumlamakla ilgilenmiyor. Kırsal yaşamın da problemleri olduğu gerçeğine ve bu gerçeğe dair nasıl çözümler üretildiğine de odaklanıyor.
Tarihe atıfta bulunan kolektif bir çaba
Sergiyi gezerken, sanat pratiği temelli işler izlemekten ziyade kolektif bir çabanın güncel yaşam dertlerimiz ile ilgili aktarımlarını ve bu dertlerimize çözüm olabilecek tarihi referansları olan önerileri görebiliyoruz. Türler arası birliktelikler hayal edilerek kurulan bu öneriler, arşiv belgeleri, yayınlar, ses, çizim, fotoğraf ve video gibi farklı mecra ve malzemelerle sunuluyor. Serginin girişinde, İz Öztat ve Fatma Belkıs’ın kurmaca karakterlerden oluşan bir metinden ve doğal boya ile renklendirilmiş tahta baskı yöntemiyle yapılan 8 adet tülbentten oluşan yerleştirmesi bulunuyor. “Suyu Kim Taşır, Özgür Akacak” isimli yerleştirme, Kastamonu’daki Loç Vadisi kadınlarının kullandığı sarı yazma sembolizminden yola çıkıyor. Mitler, halk masalları, ağıtlar gibi sözlü tarih iletilerini taşıyan bu yerleştirme, elektrik enerjisi gerektirmeyen manuel yöntemler tercih edilerek oluşturulmuş. Sergi mekânında ilerlemeye devam edince, ahşap kaide üzerinde bir incir ağacı ve buluntu nesnelerden oluşan Dilşad Aladağ’ın “Yerliler ve Yersizler” isimli yerleştirmesi izleyenleri karşılıyor. Bu iş, incir ağacı, ağaçkakan, ağaç kurdu ve insanın Akdeniz kıyılarında iz bırakan dolaşık yaşam öyküsüne ve Osmanlı İmparatorluğu’nda 1858 yılında çıkarılan Arazi Kanunnamesi’ne atıfta bulunuyor. Bu kanunnameye göre, kişiler ektikleri ağaca belirli bir süre bakması durumunda, ağacın çevresindeki beş adımlık yerde ekim yapma ve bunun üzerinden para kazanma hakkına sahip oluyor. Bu mesafeyi kullanarak kanunnameye atıfta bulunan yerleştirmenin diğer parçalarını da incir, üzüm, zeytin, delice gibi türler oluşturuyor.
Gündelik yaşam alanlarında kurulan sergi
1940 yılında oluşturulmaya başlanan Türkiye İş Bankası Sanat Eserleri Koleksiyonu, günümüzde 900’ün üzerinde sanatçının 2700’ü aşkın eserini kapsıyor. Müzede Prof. Dr. Gül İrepoğlu küratörlüğünde hazırlanan bir kalıcı sergi ve bir süreli sergi bulunuyor. “Türk Resmini İzlemek” isimli kronolojik düzenlemeyle kurulan kalıcı sergi, müzenin 4. Ve 5. Katında bulunuyor. “Başlangıcın Temel Taşları” başlığıyla izleyiciyi karşılayan kalıcı sergi, kendi içinde farklı odalara ayrılıyor. “Kadın Portreleri”, “Anadolu Esinlenmeleri”, “Deniz Coşkusu” gibi temalara ayrılan odalarda, Nuri İyem, Abidin Dino, İbrahim Çallı, Osman Hamdi Bey gibi Cumhuriyet Dönemi’nin önemli sanatçılarının eserlerine rastlıyoruz. Kalıcı sergi farklı temalarda oluşmasına karşın tüm resimler birbiriyle bağlantı kuruyor. Örneğin Nuri İyem’in kadın portrelerini izlerken aynı zamanda Anadolu insanına dair izler bulabiliyoruz. Geçtiğimiz günlerde, Osman Hamdi Bey’in ikincisini 1907 yılında tamamladığı “Kaplumbağa Terbiyecisi” isimli tablosu da müzenin kalıcı sergisine katıldı.
Müzenin 3. ve 2. Katlarındaki süreli serginin başlığı ise “İstanbul’un Resmi”. Türkiye İş Bankası’nın zengin koleksiyonundan seçilen İstanbul’a dair peyzaj resimlerinden oluşan bu sergi, Tarihi Yarımada, Galata Köprüsü, Haliç ve dillere destan İstanbul Boğazı’nın eşsiz güzellikteki tablolardan başlayarak, Anadolu Yakası’nda Üsküdar, Salacak, Kız Kulesi rotasıyla güneye doğru uzanırken Şile’den Adalar’a varıyor. Serginin devamında “İstanbul’un Çiçekleri” ve “İstanbul’un Balıkları” gibi daha spesifik başlıklardan oluşan odalar bizi karşılıyor. Bu olağanüstü güzellikteki eserler sadece görsel bir haz yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda köklü tarihiyle dünyanın en önemli şehirlerinden biri olan İstanbul’un semtlerinin farklı dönemlerde nasıl göründüğüne dair bir belge niteliği de taşıyor.
Türkiye İş Bankası Resim Heykel Müzesi, çocuklar ve yetişkinler için de oldukça keyifli etkinlikler sunuyor. Pazar günleri çocuklarla yapılan atölye içerikleri, müzede ziyarete açık olan sergilerin içerikleriyle paralellik kuruyor. Hem üç boyutlu maketlerin ve seramiklerin yapıldığı hem de drama ile bir araya getirilen resim etkinliklerinin yapıldığı bu atölyeler çocuklara müze içinde yaratıcılıklarını geliştirebilecekleri bir alan sunuyor. “Black Box” isimli etkinlik mekanında ise söyleşi, dinleti, okuma tiyatrosu gibi herkesin katılımına açık etkinlikler düzenleniyor. Bunların yanında müzenin giriş katında İstiklal Caddesi’ndeki akışı keyifle izleyeceğiniz bir kafe ve sevdiklerinize ya da kendinize birbirinden güzel hediyeler alabileceğiniz bir müze mağaza da bulunuyor.
Türkiye İş Bankası Resim Heykel Müzesi’ni Salı – Pazar günleri arası ziyaret edebilirsiniz. Detaylı bilgi için müzenin web adresini mutlaka ziyaret edin.
Kasım 2023’te “Şehir Nerede” başlığıyla Emre Zeytinoğlu küratörlüğünde açılan ilk sergi, İstanbul’daki merkez-çevre ayrımın silikleşmeye başladığı, alışılmış anlamıyla “İstanbullu” olmanın ve “kültüre yabancı olduğu ileri sürülen” sonradan gelmiş kesimin tekliğinden söz edilemediği düşüncesinden yola çıkmıştı. İlk sergiyle bağlantılı olarak 24 Şubat’ta “Görünmeyen Kent” başlığıyla yine Emre Zeytinoğlu küratörlüğünde açılan ikinci sergi ise bir kentin simgesel yapılarının ve meydanlarının inşasında unuttuğumuz “görünmeyen”in rolüne odaklanıyor. Özellikle İstanbul gibi büyük ve göç alan şehirlerde bu “görünmeyenler”e sıklıkla rastlarız. Orada olduğu bilinen fakat simgeleşmiş yapılar, tarihi meydanlar gibi “görünenler”in arkasında kalan binalar, insanlar, üretimler işte bu “görünmeyenler”dir. Her bir kent mensubunun da kendi zihninde idealleştirdiği ve sadece kendisinin görebildiği bir kent vardır. Aslında kent ne bireysel bir ideal tanımla ne de hafızada yer edinen simgesel yapılarla açıklanabilir. Kent, sıradan sokaklarda saklı kalmış sıra dışı mekanlarla karşılaştırır bizi zaman zaman. Renksiz ve sadece gerektiğinde uğranılan sıradan sokakların içindeki binalara açılan kapılar umulmadık çeşitlilikte ve zenginlikte bir dünyanın girişi olabilir.
Sergiye katılan sanatçılardan biri olan Sinan Logie’nin tamirhanelerin arasındaki atölyesi de işte böyle bir yer. Kentin kalabalığından geçerek atölyeye giren sanatçıların, tasarımcıların ve müzisyenlerin buluşup, sanatsal üretimde bulunduğu bu atölyenin içinin ve dışının görüntülerinden oluşan sergideki “Duyulmayan Kent” isimli tek kanallı video, bize aslında serginin çıkış noktasıyla ilgili ip ucu veriyor. İçerideki kolektif üretime ve çok renkliliğe karşın, dışarıda gündelik koşuşturma içindeki insan topluluğunun olduğu görüntüler, bir süre sonra izleyende sadece tek tip siluetlere baktığı izlenimini veriyor. Bu kalabalık siluetler Derya Ülker’in resim ve kolajdan oluşan çalışmasında da karşımıza çıkıyor.
Kenti oluşturan temel yapının aslında o kentin kalabalığı olduğunu hareket halindeki siyah insan ve hayvan figürlerinden anlayabiliyoruz Ülker’in çalışmasında. Nuri Kuzucan’ın resimlerindeki durağan binalar ise görünen dışarısı ile görünmeyen içerisi arasındaki sınırı sorgulamamızı sağlıyor. Çağla Meknuze’nin “Ayşe” adlı şiir, fotoğraf ve videodan oluşan ve yakın tarihe ve kentsel kararlara referans veren çalışması, “Kıbrıs 74” adlı bir geminin Kadıköy rıhtım inşaatındaki görüntülerinden oluşuyor. Mehmet Ali Boran’ın “Refresh Memory” isimli videosu, kentin ve kentte yaşayan insanların belleği üzerine düşündürüyor. Bir kentte yaşayan insanların acısının, sevincinin, hüznünün o kente dair oluşturduğu belleği ve bu belleğin insan kaderi üzerindeki belirleyiciliğini gösteriyor. Volkan Kızıltunç “Momentum” adlı iki kanallı videosunda, gündelik yaşam içinde tanıklık ettiğimiz fakat sıradanlaştığı için neredeyse görmediğimiz kent içindeki insanların hareketine odaklanıyor. Kerem Ozan Bayraktar yapay zekâ yardımıyla oluşturduğu görüntülerden oluşan “Bahçe” isimli çalışmasında, bitki örtüsünden oluşan manzaraları, bilgisayar oyunlarından ve mimari çizimlerden aşina olunan izometrik perspektif ile resmetmiştir.
“Görünmeyen Kent” sergisi 12 Mayıs’a kadar YUNT’ta görülebilir.
2022 yılının ocak ayında Bursa Organize Sanayii Bölgesi’nde kapılarını açan İmalat-Hane, açıldığı günden itibaren Türkiye güncel sanatının nabzını tutan dinamik çağdaş sanat galerilerinden biri olarak önemli sergilere ve etkinliklere ev sahipliği yapıyor. Uzun yıllar boyunca İstanbul’a odaklanmış Türkiye sanat ortamı, günümüzde İstanbul dışındaki şehirlerde de varlığını başarıyla sürdürüyor. İmalat-Hane buna imkan sağlayan sanat mekanlarından biri. Bunun Türkiye çağdaş sanatı açısından önemi çok büyük.
Özellikle günümüzün ekonomik koşullarında genç ya da deneyimli fark etmeksizin, sanatçıların büyük şehirlerde yaşamını ve pratiğini sürdürmesi oldukça zor. Sanata dair maddi (ve hatta manevi) desteğin son derece kısıtlı olduğu bir coğrafyada, toplumsal ve ekonomik krizlerden doğrudan etkilenen kesimin başında maalesef sanatçılar geliyor. Bu sebeple, küçük şehirlerde oluşturulan sanat inisiyatifleri, kurulan sanat galerileri ve müzeler hem sanatçıların pratiğini devam ettirmesinde hem de bu şehirlerde yetişen genç sanatçı adaylarının kendilerini geliştirmesinde büyük önem taşıyor.
İmalat-Hane’de duyularla muhatap olan bir sergi
6 Ocak’ta İmalat-Hane’de izleyicilere kapısını açan sanatçı TUNCA’nın “Muhatabı Olmayan Mutfak” isimli sergisi, bizi sadece izlemeye değil koklamaya ve tat almaya da davet ediyor. Uzun zamandır gastronomi ve sanatı bir araya getirerek katılımcı performanslarla desteklediği sergilerinde TUNCA, bizi tarihi bir yolculuğa da çıkarıyor. Titizlikle hazırlanmış sergileri ve son derece tutarlı bir şekilde hazırladığı kavramsal alt yapıyla kişisel belleğimizin toplumsal bellekle kesiştiği olayları keşfetmemizi sağlıyor. Sanatçının “Muhatabı Olmayan Mutfak” sergisinin çıkış noktası 2014’teki “Desire” başlıklı sergisine kadar uzanıyor. Art-On İstanbul’daki bu sergide dünya siyaset tarihinin önemli isimlerinin en sevdiği yemekleri ve bu yemeklerin yenildiği ortamları görmüştük. Yemek yeme eylemi insanın en arkaik eylemlerinden biridir, insanın yüz mimikleri yemek yerken çok da kontrol edilemez. Toplumlar tarafından yüceltilen politikacıların kendilerinin tanrılaştırılmış imajlarının bozulmasını istemediklerinden olsa gerek, kimi siyasetçilerin yemek yerken fotoğrafını dahi göremeyiz. Göremiyor olsak da bu isimlerin en sevdiği yemeklerin içeriğinden ve tarifinden TUNCA’nın performansları ve sergi kataloğuna eklediği yemek kitabı sayesinde haberdar olabiliyoruz.
TUNCA, 13 Ocak’ta “Muhatabı Olmayan Mutfak” sergisi kapsamında ilk performansını küratör Ece Pazarbaşı ve şef Okan Tapan’ın katılımıyla gerçekleştirdi. Menüde, 1969 yılında Apollo 11 uzay aracının aya iniş ve sekiz günlük uçuş görevinde yer alan Amerikalı astronot Neil Armstrong’un ilk gün öğününden esinlenerek Pazarbaşı ve Tapan’la birlikte hazırlanan lezzetler vardı. Performans İmalat-Hane’nin içinde sergi için tasarlanmış olan, herkesin birbirini görebildiği ve birbiriyle rahatlıkla ilişki kurabildiği dairesel yapıdaki mutfakta gerçekleşti.
3 Şubat’ta ise Vedat Ozan ve Arzu Acurol’un da katılımıyla “Kokular ve Tatlar” temalı ikinci performans yapıldı. Özellikle pandemi sürecinde özlediğimiz toplu yemek masalarının özlemini giderircesine sohbetin, kokuların ve tadın damaklarda kaldığı oldukça keyifli bir deneyimdi. “Rakı Balık Ayvalık” kitabın yazarı Arzu Acurol’un hazırladığı menüde, kuru fasülyeli marasa, kestaneli iç pilav, kış paludesi, nohut mayalı nişan ekmeği, küllü suyla acıbademli ev baklavası, duziko ve Türk kahvesi vardı. Yemeklerin ve içeceklerin tadımları yapılırken, TUNCA sanat pratiğinin yemek kültürüyle ilişkilenme sürecinden bahsetti. Vedat Ozan da performans sırasında yediğimiz yemeklerin içeriğindeki tatlar ve kokularla ilgili bilgi verip bu kokuları bize sunarken, örneğin bugünkü ismiyle tanıdığımız meyvelerin tarihini ve etimolojisini de anlattı.
Sanat izleyicisinin gündelik yaşam pratiklerini deneyimleyen katılımcıya dönüşmesi