Geçen gün sokak arasında butik bir mağazada karşılaştım O’nunla… Belli ki saklandığı kutudan çıkarılarak yeni yıl süslemeleri için özenle hazırlanmış. Belki bir ağacın süsü, belki bir masanın dekoru kim bilir belki de çok değerli bir hediye olarak takdim edilecek. Tüylü şapkası, altın payetli üniforması, bembeyaz pelerini ile tam bir masal kahramanıydı. Keskin bakışlarına uzun süre bakakaldım ve birden şu sözler geçti içimden, “bu sene hepimiz O’nun gibi Kurşun Asker” olduk.
Tüm dünyada yaşanan pandemi karşısındaki çaresizliğimiz, şehit haberlerine duyduğumuz öfke, doğal afetler ile verdiğimiz mücadele. Yasaklar, kurallar, şikayetler derken neredeyse bir yılın daha sonuna yaklaşıyoruz. Bugün dönüp bakıyorum da biz ne yaşarsak yaşayalım dünya döngüsünü tamamlıyor, doğa mevsimlerini yaşatıyor, güneş ve ay sırasıyla gökyüzünde yerini almaya devam ediyor ve zaman umarsızca geçip gidiyor. Bizler ise her şeye rağmen ayakta kalmak için uğraşıyor, küçücük bir umut ışığında bile mutlu olmaya çalışıyoruz. Her gün güneş yeniden bizim için doğuyor.
Yeni hobiler edindik
Pandemi günlerinin en yoğun dönemlerinde evlerimize nasıl bağlandık. Uzun zamandır ertelediğimiz işleri yaptık, mutfakta asla yapamam dediğimiz tarifleri denedik, odalarımızı düzenledik hatta yeni hobiler edindik. Bazen sıkıldık bazen iç sesimizi dinledik, çocuklarımız ile telaşlardan uzak saatler geçirdik. Bazen bir mısır patlağı eşlik etti sinema keyfinin yanına bazen de mis kokulu kurabiyeler 5 çayı saatine.
Duydum ki mobilyalar boyanmış el emeği göz nuru, balkonda minik domatesler, maydanozlar yetiştirilmiş, çiçekler açmış cam önlerinde öyle nazlı öyle narin, gördüm ki kuşlar arkadaşlık etmiş sabah rüzgarının sesine, bahçede bahar dalları tomurcuklanmış, bir başka güzelmiş Boğaziçi arabasız, insansız, sessiz. Bir yandan özledik sevdiklerimizi, ofislerimizi, çalışma arkadaşlarımızı arar olduk, ne kadar kıymetliydi artık bir deniz kenarında çay içebilmek, açık havada yürüyüş yapıp, bir kafede yepyeni lezzetler keşfetmek.
Bu yaz bize iyi geldi mi?
Derken yaz geldi sosyal hayatımız yavaş yavaş eski normale dönmeye başladı. Normal miydi her şey? Yoksa biz mi öyle hissetmek istiyorduk. Yüzümüzde maskeler, ellerimizde dezenfektanlar, öyle uzak, soğuk ve mesafeli. Salgın hastalık hala devam ediyordu ama biraz olsun nefes alıyorduk, iş yerlerimiz açılmış, çocukların bir kısmı okullarına kavuşmuş hatta çoğumuz tatile bile gitmiştik.
İkinci dalga gelecek diye bir söylenti vardı ama ne bileyim o an için düşünmek bile istemiyorduk. Arada ekonomik sıkıntılar oluyor, uluslararası gerilimler yaşanıyor, insan hakları ile ilgili haberler duyuyorduk. Biz bu rehavet ile sonbahara girmiş mevsim yavaş yavaş hüzne dönmüştü. Derken… Bir sarsıntı ile tuttuk nefeslerimizi. İzmir depremi ile derin bir sessizliğe ve çaresizliğe gömüldük.
Günün sonunda bu güzel otelde hatıralarımızda kalan, mis gibi orman havası eşliğinde, ev sıcaklığında bir tatil ve lezzetli sofralarda uzun geceler süren keyifli sohbetler…
Bir akşam bu sohbetlerimizin arasında herkesin hayalini kurduğu ve birçoğumuzun gerçekleştiremediği Ege ve Akdeniz kıyılarına yerleşme fikrini konuşuyorduk. Mimarlık mesleğinde yoğun geçen başarılı projelerinden sonra doğada nasıl hayat bulduğunu ve bu köyde neler yaşadıklarını anlatıyordu Yalçın Bey.
Sanırım meslektaş kontenjanından feyz alarak bende günün birinde bu hayatın içinde olmak istediğimi böyle sakin bir hayatı özlediğimi söyledim. Anlattıklarının zor olmadığını, şehirde verdiğimiz mücadeleden sonra buradaki sade yaşantının her koşulda üstesinden gelinebileceğini çok da kolay adapte olabileceğimizi dile getirdim. Ne kadar eksik bir konuşma yaptığımı Yalçın Bey’in şu sözlerinden sonra anladım.
“Madem böyle bir hayat istiyorsunuz, kendinize 15 gün zaman verin”
“Bu süre zarfı içerisinde her gün burada yaşadığınızı hayal edin. Burada uyandığınızı, yapmanız gerekenleri, akşamını, gündüzünü, vazgeçtiklerinizi, geride bıraktıklarınızı, her şeyi düşünün. Sanki gerçekten yaşıyormuşsunuz gibi yapın.” dedi
Durdum, düşündüm, hayal ettim…
Bugün hala mesleğime devam ederken düşünüyorum da bizlerde bir projeye başlarken tam da bu duyguları yaşamıyor muyuz?
Bir mekanı tasarlarken gerçekten o hayatın içine giriyor, mevcut düzeni algılayıp orada yaşayan/yaşayacak olan insanlar ile empati kuruyor ve ihtiyaçları belirleyip süreci bu doğrultuda yönlendiriyoruz. Bu sayede projeyi daha iyi anlayıp daha yaratıcı ve işlevsel çözümler bulabiliyoruz. Her gün o mekanda yaşananları daha iyi hissediyor ve bir adım sonrasını görebilmek için emek veriyoruz.
Acaba o kapıların arkasında ne hayatlar yaşanmıştır? Kimlere ev sahipliği yapmış, ne doğumlar, ne ölümler, ne düğünler görülmüştür. Her biri ayrı bir hikaye ayrı bir yaşanmışlık…
Sanat tarihi dersinde öğrenmiştim. Anadolu mimarisinde kapıların çok önemli bir yeri varmış. Ev sahibinin sosyal ve ekonomik gücünü, dini inançlarını, hatta mesleğini yansıtan giriş süslemeleri ve kapı tokmakları kendi dönemlerinin en güzel örnekleri imiş.
Düşünsenize daha evin içine girmeden içeride yaşayan insanlar ile ilgili pek çok bilgiye ulaşıyorsunuz.
Dışarıda bir kale misali haneyi koruyan kapılar yazılara konu olurken acaba içeride neler oluyor?
Sessiz ve usulca tüm zarafeti ve endamıyla yıllara meydan okuyan antika mobilyalar kaç kuşağa hizmet ediyor?
Geniş ailelerin buluşma noktası torna ayaklı masalar...
Bir genç kızın çeyizini taşıyan maun kaplama büfeler...
Bir kahvenin 40 yıllık hatırına meydan okuyan aslan ayaklı orta sehpalar...
Aslında oldu, fark ettirmeden, usul usul girdi hayatlarımıza teknoloji, hatta yıllardır hep varmış da, o olmadan biz nasıl yaşıyormuşuz gibi…
Günlük hayatlarımızda kullandığımız telefon, bilgisayar ve tabletlerimizin dışında yeni bir yaşam tarzından bahsetmek istiyorum. Son yıllarda sürekli duyduğumuz teknoloji devrimi, uzay çağı, yapay zeka, sanal dünya, gibi belli bir kuşağın alışmaya başladığı ve yeni kuşağın bu terimlerle büyüdüğü bir zaman dilimi. Hiç şüphesiz faydaları inanılmaz ancak bazı kırılma noktaları var ki kafamız karışmıyor değil.
Mesela son dönemde yeni yapılan mimari yapılar. Havalandırma, aydınlatma, güvenlik her şey bir kumandadan ibaret. Üstelik akıllı teknoloji ile uzaktan kontrol etmek bile mümkün. Hatta kumandaları atın bir kenara sensörlü kapılar, yüz taramalı geçiş sistemleri, termal kameralı güvenlik sistemleri ile dokunmatik ekranlar bile devre dışı. Usul usul süzülüyor hayatlarımıza bu dönüşüm. Artık restoranlarda sipariş verirken kağıt baskılı menü kullanılmıyor. Yıllarca kurumsal kimlik çatısı altında özenerek hazırlanan menüler gittikçe yok oluyor. Masanızda duran dijital ekrandan seçiminizi yapıyorsunuz ve siparişiniz otomatik olarak mutfağa gidiyor. Sipariş hazır olunca restoran görevlisi masanıza getirip servis ediyor. Oysa bizim nesil yıllarca menü inceledi, resimlerine baktı hatta şef garsondan günün spesiyali hakkında tavsiyeler aldı. Günün sonununda müşteri memnuniyeti vardı. Görevli arkadaş etin pişirilme şeklinden, balığın geldiği denizlere, mezelerin yapım tekniğine kadar her şeyi anlattırdı.
Aynı durum perakende sektöründe de yok mu?
Hangi kadın deneme kabininden çıktığında satış yetkilisinin fikrini sormaz. Acaba büyük mü geldi, rengi yakıştı mı, kırmızısı daha mı güzeldi, bir beden küçüğü daha mı iyi olurdu?
Peki şimdi ne oldu?
Akıllı mağazacılık ve internetten satış sistemi ortaya çıktı. Oturduğunuz yerden seçiyorsunuz 10 tane ürün (hatta indirim günlerinde 20) kargo ile adresinize geliyor. deneyip 8 tanesini iade ediyorsunuz. Evde bu sorulara kim cevap veriyor bilemem. En azından saatlerce düşünme şansınız var. Ama yok ben illa çıkıp gezeceğim, üzerime giyip deneyeceğim diyorsanız akıllı mağazalara gidiyorsunuz. Beğendiğiniz ürünleri alıp kabine giriyorsunuz. Bedeni mi olmadı, rengini mi beğenmediniz bakın kabinin içinde akıllı aynalar var. Kabin içinden çıkmadan ekrandaki tuşlar ile istediğiniz bedeni veya rengi seçiyorsunuz yetkili arkadaş kabine getiriyor. Yok öyle kimseyi soru yağmuruna tutmak, iç sesinizi dinleyin karar verin. Beğenip almaya niyetlendiyseniz ödemeyi akıllı kasaya yapın ertesi gün siparişinizi evinize göndersinler. Evet doğru mağazadan almıyor herhangi bir paket taşımıyorsunuz. Ayrıca burası akıllı mağaza öyle istediğiniz her modelin her bedeni ve rengi yok. Her şey büyük dijital ekranlarda. İstiyorsanız oradan seçiminizi yapıp siparişinizi verin.
İçinde bulunduğumuz bu dijital süreç iş hayatında maliyetlerin azalması, zamanın daha verimli kullanılması ve bilginin çok daha hızlı yayılmasına yardımcı oluyor.
Gökkuşağındaki renklere hayranlığım neden bilemiyorum. Adına hikayeler yazılan, her bakışında insanı mutlu eden bu güzelliğin efsanelere yakışır bir şekilde oluşması gerekir diye düşünürdüm.
Oysa tanımı çok net ve basit.
Gökkuşağı, güneş ışınlarının yağmur damlaları tarafından kırılarak yansıtılması sonucu oluşan bir meteoroloji olayıdır. Güneş ışığının rengi beyazdır. Beyaz renk, tüm renkleri içinde barındırır. O renkler, gökkuşağı aracılığı ile ayrışarak kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, açık mavi ve mor olarak yansır. İşte doğanın fizik gerçekliği ile muhteşem uyumu.
Peki gökyüzünü taçlandıran bu renk harmonisine hepimiz hayransak günlük yaşantımızda renkleri kullanmaktan neden kaçıyoruz?
Risk almaktan korktuğumuz için mi?
Renkleri kullanmayı bilmediğimiz için mi?
Yılların yorgunluğunu üzerimizden atamadığımız için mi?
Öyleyse kendinizi bir okyanusun ortasında hayal edin.
Ev hayatımızdan kurumsal sürece geçiş nasıl olacak?
Uzun yıllar kurumsal hayatta çalışıp kendi işinizi kurmak isterken, hayallerinizdeki ofis tasarımı nasıl olmalı?
Alıştığınız konfor düzeninden çıkıp ideallerinize doğru yol alırken, çalışma alanlarınız müşterilerinize ve iş arkadaşlarınıza kendini nasıl hissettirmeli?
"Bir gün, ofisim olursa" diye başlayan cümleler nasıl tamamlanmalı?
Peki ofisiniz mesleğinizi mi yansıtmalı yoksa sizi mi?
Çok sevdiğim avukat arkadaşım da bu çelişkiler içerisindeydi, yeni ofisi için buluştuğumuzda. Yıllarca banka sektöründe üst düzey yöneticilik yapmış en sonunda iç sesini dinleyerek kendi ekibini ve çalışma sistemini kurgulamak için yola çıkmıştı. Şişli’de Adliye binasına yakın yeni bir plaza katında olacaktı hukuk bürosu. İçerisi temiz, aydınlık ve ferah bir mekandı. Teknik olarak altyapısı hazır ve mimari yerleşim için alanı yeterliydi. Ofis işlevsel olarak ihtiyacını karşılıyordu ancak soğuk, ruhsuz ve donuk bir havası vardı. Güler yüzlü, enerjik ve daima pozitif olan arkadaşım ile hiç özdeşleşmiyordu. Zaten suç ve ceza kavramlarından kurtulamadığım önyargılarım ile onunla özdeşleştiremediğim mesleğini çoktan bir kenara koymuş, daha orada keyifli, sıcak ve samimi bir atmosfer kurgulamıştım.
İkinci toplantı bizim ofisimizdeydi hem projenin detaylarını konuşacak hem de malzeme ve mobilyalar ile ilgili örneklere bakacaktık. Daha önce ofiste beni ziyaret etmiş olmasına rağmen, şimdi daha alıcı gözlerle renklere bakıyor, malzemeleri ve mobilyaları dikkatle inceliyordu. Mimari yerleşim planını anlattıktan sonra sıra konsepti konuşmaya gelmişti.
“Aslında ben sizin ofisin tarzını çok seviyorum. Sakin, modern ve rahat ayrıca bir o kadar da enerjik ve keyifli. Tablolar, aksesuarlar ve bitkiler insana heyecan veriyor, baktıkça mutlu oluyorum” dedi. Onun için düşündüğüm tasarımı anlattım.
Biriktirdiğiniz güzel anıları ve sizde bıraktıkları küçük dokunuşları hatırlıyor musunuz?
Ben en çok babaannemi düşünüyorum. O’nun yaşam enerjisinden, hayata bağlılığından içindeki sonsuz sevgiden, geleneksel ayrıntılara önem vermesinden ilham alıyorum.
Bugün ramazanın ilk günü. Lezzetli, abartıdan uzak, bereketli, bol dualı ramazan sofraları geliyor aklıma.
Babaannem cadde üzerinde asansörü olmayan bir apartmanın 5.katında otururdu. Her gün bir bahane ile dışarı çıkar, pazara, akraba gezmelerine, alışverişe giderdi. Yaşı ilerledikçe merdivenleri inip çıkmak zor gelirdi, taşınsın isterdik, itiraz ederdi, “hareket oluyor, bacaklarım açılıyor” derdi.
Salonda yetiştirdiği çiçekleri vardı. Açtıkça mutlu olur, bize göstererek “bak ablası nasıl da güzel açtı” “şu kızımın renklerine bak tomurcuklarını görüyor musun daha da açacak” derdi. Usulca fısıldardı kalplerimize bitkilerin sevgisini. Hatta bazı bitkileri büyür ağaç gibi olur, köklerinden yeni dallar yetiştirir isteyen tanıdıklarına verirdi.
Sizin de var mı yetiştirdiğiniz çiçekler ve sevdiklerinize verdiğiniz dallar? Hangi çiçekler olduğunu bana yazın, fotoğrafını atın, isminizle birlikte hangi çiçek veya çiçekler olduğunu köşemde, sosyal medyamda paylaşayım.
Paylaştıkça çoğalmanın mutluluğu bir çiçeğin kökleri kadar kolaymış. Sevdiklerimle paylaşmak için evimin penceresinin önünde benjamin ve kılıç çiçeği büyüyor.
Son günlerde evde hareketsiz kalmaktan şikayet ederken market alışverişlerine arabasız gitmeyi, asansör yerine merdiven kullanmayı denediniz mi?
Kısa bir bocalamadan sonra kimimize iyi geldi ailecek bir arada olmak. Sadece biz olarak yaşamak yada yalnızlığımızla baş başa kalıp özümüze dönmek.
Uzun zamandır isteyip de vakit bulamadığımız bir filmi izlemek, listemizdeki kitapları okumak belki de hiçbir şey yapmamanın keyfini sürmek.
Hayat eve sığar dedik de peki biz evlerimize sığabildik mi?
Bu süreçte hangimizin gözüne takılmadı salonda fazla duran aksesuarlar, hangimiz dolaplarımızda ki dağınıklıkla yüzleşmedik ya da mutfakta üst üste yığılmış tabakların arasında söylenmedik?
Hem mesleğim hem de kişisel gelişimim adına bakış açımı değiştiren, bana yol gösteren birçok kitap okudum. Tam da bu günlerde aklıma hep Maria Kondo’nun “Derle, Topla, Rahatla” adlı kitabı geliyor.
Teknik olarak kitap evlerimizde bulunan fazla eşyaları, yıllarca dolaplarımızda istif yaptığımız giysileri, bir gün kullanırım diye sakladığımız ürünleri “atmamız” gerektiğini anlatıyor. Yaşam alanlarımızı düzenleme yöntemlerinden ve bu sayede daha sade ve daha konforlu alanlara sahip olacağımızdan bahsediyor.
Gerçekten az ve ihtiyacımız olan eşyalar ile yaşamaya başladığımızda hayatımızda düzene ve içimizde mutluluk hissiyatına yer açacağız diye açıklıyor. Peki nasıl vedalaşacağız yıllarca biriktirdiğimiz eşyalarımız ile, ve neye göre karar vereceğiz hangisini atmamız gerektiğine?
İşte bence kitabın esas felsefesi bu noktada başlıyor. Size mutluluk veriyor mu? diye kendinize sorun diyor Maria Kondo.