Hayır, megaloman değilim. Yarışın objesi olma durumum şöyle: ‘Bir erkek’ tanımına uyuyorum ve bu cennet vatanımızda 41 milyon 59 bin 75 erkek yaşıyor. Bunların yarısı 17 yaşın altında, ‘çocuk’ sayılıyor. Demek ki ‘bir erkek’ kategorisinde ‘yarışmacı’ olarak aşağı yukarı 21 milyon kişiyiz. Ve hayır, heteroseksüel olmayan erkekleri yok saymıyorum, sadece ‘latan’ ya da ‘açık’ kaç kişi olduklarını bilmiyorum.
Söz konusu iddiayı ortaya atan genç kadınların fotoğraflarına da baktım haliyle. İkisi de hoş, bazılarımızın güzel de bulacağı kadınlar.
Konuyla doğrudan ilgili değil ama magazin servislerindeki arkadaşlarıma şunu söylemeliyim ki bir şöhretin isminden söz ederken, adının önüne ne iş yaptığını yazmak zorunda kalıyorsanız o haberi değerlendirirken iki kere düşünün.
‘Şarkıcı Hatice’ örneğinden yola çıkacak olursak: Bu hanım o kadar da önemli bir şahsiyet sayılmamalı.
Nükhet Duru, Nilüfer, Muazzez Ersoy, Aleyna Tilki, İrem Derici, Demet Akalın filan söz konusu olduğunda isimlerinin başına bir sıfat yazmak zorunda hissediyor musunuz?
Hissetmiyorsunuz çünkü isimlerini yazmak yetiyor. Eğer yazmak gereğini hissediyorsanız size demeç veren o kadar da önemli birisi değil demektir, sözlerinin değeri de o zaman öyle ölçülmelidir.
Tekrar yarışa dönecek olursak: Önce bu konudaki bilimsel tespitlere bir göz atalım.
Çağla Şıkel, ki kendisi Posta’daki meslektaşımız Oya Çınar’a göre “10 parmağında 10 marifet olanlardan” diye tanımlanıyormuş, “Aşk olursa ne âlâ, olmaz ise Mualla” dedi.
Aynı hafta sonu bizim gazetede Cengiz Semercioğlu’na konuşan Nilüfer de “Aşk hayatım sıfır. Hayatımda bir erkek olmasını hayal bile edemiyorum. Kimseyi çekemem artık. Âşık olup öteki mememi de kaybedemem, bir tane yeter” diye anlatıyor. Bir tarafta ‘10 parmağında 10 marifet olan’ sunucu-manken-oyuncu var, diğer tarafta bence Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi beş kadın şarkıcısından biri! Aşka ‘illallah’ demişler. Birincisi olsa da olur, olmasa da olur havasında; diğeri ‘aman evlerden ırak’ tutumunda.
* * *
Sanıyorum işin sırrı, Nilüfer’in “Kimseyi çekemem artık” sözlerinde saklı. Aşk birine katlanmak mıdır? Yoksa normal şartlarda ‘katlanamayacağınız’ tavır, tutum ve düşünceleri ‘çok çekici’ buluyor olmak mıdır? Bence ikincisi olmalı!
Öğrendiğime göre ben yaşlanmıyor, ihtiyarlıyormuşum.
Bu teşhis, Bodrum Belediye Başkanı Mehmet Kocadon’a ait.
Bir basın toplantısında dile getirmiş.
Arkadaş aklınca espri yapıyor.
Bana bu teşhisin konulmasının nedeni, geçen hafta bu sayfada yayımlanan yazım.
Bodrum Bitez’de, bir mekânda canlı müziğin gece saat 02.30-03.00’e kadar sürdüğüne dikkat çekerek, bunun nasıl olabildiğini sormuştum.
Bu amaçla bir rüşvet alınıyorsa, bundan biz mahalle sakinlerinin de payına düşenin dağıtılmasını istemiştim.
Magazin âlemimizin gözde çiftlerinden biriyken ‘kıskançlık’ nedeniyle ayrıldıkları ileri sürülen bir çiftimizden erkek olanı, eski sevgilisine ‘evlenme’ teklifinde bulunmuş.
Kızın bu teklifi ‘düşünmek için’ bir süre istediği de ‘iyi haber alan çevreler’ tarafından ileri sürülüyordu.
Bu ‘iyi haber alan çevreler’ meselesi benim gazete okumaya başladığım yıllarda, ki bu okumayı söktüğüm zamana rastlıyor, gazete haberlerinde çokça rastlanan bir şeydi.
Daha sonra, gazeteciliğimin ilk yıllarında da bu kalıbın kullanıldığını hatırlıyorum. Sonra giderek unutuldu ama onların verdiği haberler gazetelerde yayımlanmaya devam ediyor.
Ve hep merak etmişimdir; bu iyi haber alan çevreler gazeteci olsalardı kendi kişisel gelişimleri açısından daha doğru bir seçimde bulunmuş olmazlar mıydı?
Neyse, mesleki tartışmayı bir kenara koyalım; iyi haber alan çevrelerin bu haberi, eski çiftin erkek olanı tarafından yalanlandı.
Çift ayrılık haberlerini Instagram’da anneleriyle birer fotoğraflarını paylaşarak ‘zımnen’ doğrulamıştı.
Kapıyı açıp daireme girdiğimde yerde, kapının altından atılmış bir zarf buldum.
Üzerinde sadece ismimin yazılı olduğu, beyaz bir zarf.
Zarfın beyazlığı insanın içine bir rahatlık veriyor tabii. Devlet tebligatları, ki bunlar benim mesleğimi yapanlara genellikle savcıdan geliyor, acayip bir rengi olan bir zarfın içinde oluyor.
Bunlara sarı zarf deniyor ama sarıyla alakası yok, kahverengi desem hiç değil. Daha çok yıkanmamış çocuk bezini çağrıştırıyor.
Zarfı elime alırken bunun bir davetiye olmadığının da bilincindeydim.
Artık memleketimizin davetiye alışkanlıkları da değişti.
Çin Seddi’nin nerede olduğunu bilemeyince, ‘rezil oldum’ diye utanıp bir köşeye saklanacağına, bir de video çekip sosyal medyada millete atarlanan genç kadın, günümüz Türkiye’sinin bir özeti aslında.
Sadece Türkiye için değil hatta, bütün Ortadoğu için bir ‘örnek olay’ diye de bakabiliriz.
Bu genç kadının düşüncelerine ve davranışlarına hâkim olan temel içgüdü kuşku duymak.
Ama bu kuşku ‘merak’la beslenmiyor, ondan doğmuyor.
Öyle olsa, kuşkuculuk iyi bir şeydir. Yeni şeyler öğrenmesine, sorgulamasına, soru sormasına, yanıt aramasına neden olur. Kısacası insanı geliştirici bir etki yapar.
Toru Okada’yı tanıyanımız azdır. “Bunu nereden biliyorsun” diye sormayın, iddiaya gireriz, kaybedersiniz.
Toru Okada, Haruki Murakami’nin muhteşem romanı ‘Zemberekkuşu’nun Güncesi’nin başkahramanı (Doğan Kitap, çeviren: Nihal Önol).
Bir avukatlık bürosunda çalışırken işsiz kalıyor ve günlerini çoğunlukla evinde geçirmeye başlıyor.
Romanın hemen başında, mutfakta yemek pişirirken evdeki telefon çalıyor ve o güne kadar hiç tanımadığı, sesini hiç duymadığı bir kadın, daha telefonu açar açmaz, “Bana 10 dakikanı ayır” diyor.
Toru Okada, yanlış arandığını düşünüp kadına “Kiminle görüşmek istemiştiniz” diye soruyor ve “Seninle tabii” yanıtını alıyor.
Kadın 10 dakika telefonda konuşabilirlerse birbirlerini daha iyi anlayacaklarını söylüyor.
Ve romanın çarkları böylece dönmeye başlıyor. Devamını anlatacak değilim. İlgilenenler romanı okuyacak ve bu önerimle ilgilendiklerine pişman olmayacaklardır diye düşünüyorum.
Geçen hafta Hürriyet Pazar’da, İpek İzci’nin Dr. Mehmet Öz’le yaptığı söyleşiyi okudum.
Brokoli yemek zorunda olduğumu, taze meyve suyu içerken bir shot bardağını aşmamam gerektiğini, arada sırada oruç tutar gibi açlık kürleri yapmak gerektiğini filan biliyorum. Ama evlenince hormonlarımızın yenilendiğini, bu yeniliğin vadesinin yedi yılı ancak bulduğunu, bu sürenin sonunda aşkımızın da hitama ereceğini bilmiyordum; bu söyleşiden öğrendim.
Doktor bey, yedi yılın sonunda aynı insanın içindeki yeni insana yeniden âşık olmanın yolunu aramamız gerektiğini söylüyor. Bu durumda bizim de içimizde hormonal değişikliklerle yeni bir tip belireceğine göre, sevdiceğimizin de içimizdeki bu yeni insana özel bir ilgi göstermesi gerekiyor olmalı. İki değişkenli, çok bilinmeyenli bir denklem.
Doktorun bu sözlerinin bende yarattığı kafa karışıklığını aşabilmek için iki duble viski içmem gerekti; yaklaşık 500 kalori aldım!
Ama öte yandan, beyinsel aktivitenin daha fazla kalori tükettiğini de biliyorum. Bu sözlerin içindeki gizli anlamı kavrayabilmek için harcadığım beyinsel enerjinin bunu dengelemiş olduğunu ümit etmek istiyorum.
Bir reklam dönüp duruyor Instagram’da: Sevgilinin durumunu anlık takip etmek ister misin?
Bir aplikasyon reklamı bu. Bu aplikasyonu indirdikten sonra sevgilinin telefonunu yazıyorsun, harita üzerinden canlı olarak nerede olduğunu takip edebiliyorsun.
Önce insan kendine soruyor haliyle: İster miyim? Niye böyle bir şeyi isteyeyim? Sapık mıyım?
Eski eşini takip eden bir sapığın işi nerelere vardırabileceğini gördük geçenlerde ama insan ‘sevgilim’ dediği birisini takip etme ihtiyacını neden duyar?
Bunu yapmayı gururuna nasıl yedirebilir?
Kendisine nerede olduğunu sorduğumda zaten gerçeği söylemez mi? Söylediğine inanmıyorsam niye vaktimi onunla harcıyorum?
Bunun gibi başka casusluk programları da var.
Geçen haftaki sohbetimizde aklımız “hayır” derken, gönlümüzün neden “evet” dediğiyle ilgili olarak örtülü benlik kavramına değinmiştim.
2004’te psikolog John Jones ve meslektaşları Georgia eyaletinin Walker ve Florida eyaletinin Liberty bölgelerinden 15 bin evliliğe ilişkin kayıtları incelediler.
Bulgularına göre isimleri, kendi isimlerinin ilk harfiyle başlayan kişilerle evlenenlerin sayısı istatistiki olarak ‘şans–tesadüf’ olarak açıklanamayacak kadar yüksek bir orandaydı.
Ahmet’in Ayşe ile, Mehmet’in Mine ile, Recep’in Remziye ile evlenmesi gibi bir durum bu.
Türkiye’de de benzer bir araştırma yapılsaydı acaba ne çıkardı?
Psikologlar bunun sadece harflerle ilgili olmadığını söylüyorlar.
İşin aslı, evlenmek için seçilen kişinin, seçene kendisini hatırlatıyor olmasında.
Bodrum’da, sahilde kan ter içinde yürümeye çalışırken, minik kulaklığımdan Sezen Aksu’nun sesi yükseldi.
Müzik listem biraz şizofrenik! Grieg’in ‘Peer Gynt Suite No. 1, Op. 46:1’i ‘fade out’ olurken, şarkının ‘ciyuv ciyuv’ diye, hangi müzik aletiyle çıkartıldığını pek anlayamadığım intro’su giriverdi.
“Ele avuca sığmazdı deli gönlüm / Bir zamanlar neredeydi, şimdi nerede” diye başlıyor. Ülkü Aker’in sözleri üzerine, toprağı bol olsun, Onno Tunç tarafından yazılmış bir şarkı bu. Ve Sezen Aksu’ya yakışıyor.
“İster güneş ol yak beni / Yağmurum ol ağlat beni” diye devam ediyor; “Aklım başka, duygularım başka yerde!”
* * *
Tam burada zınk diye durdum. Sanki bir fırtına çıkmış ve üstümdeki çatıyı uçurmuş da gökyüzünün varlığını o anda fark etmişim gibi, okuduğum bir kitabı hatırladım.
Haftalardır üzerine sizlerle sohbet ettiğim konuda, deyim yerindeyse ani bir aydınlanma yaşadım sanki!
Devamlı okuyucular hatırlayacaklardır; arıza sevgililerinden şikâyet eden
Eskiden de böyle miydi, bilmiyorum. Böyle olma olasılığı çok yüksek tabii.
Bilmiyor olmamın nedeni, bu tür konuların eskiden uluorta konuşulmasının ayıp sayılmasıydı sanırım. Kol kırılıyor, yen içinde kalıyordu ama şimdi öyle olmuyor, konuşuluyor.
‘Arıza’ kadınların ve erkeklerin, kendilerine âşık ettikleri kişilerde bıraktıkları izlerden söz ediyorum.
O izlerle yaralanan yüreklerden yükselen feryatları artık duyabiliyoruz.
Dertlerini gazetelerin magazin eklerine anlatamayanlar, içlerinde kopan fırtınalarla kendi başlarına mücadele etmeye çalışırken, tanınmış kadınların ve erkeklerin çektiklerini okuyor, öğreniyor ve ders alıyorlar!
Acaba? Böyle bir konuda ders almak mümkün mü?
Fotoğraf:MUHSİN AKGÜN/MA STÜDYO
Nurgül Yeşilçay, arkadaşımız Hakan Gence’ye konuştu; “Sizi güzel olduğunuz için aşağıya çekmeye çalışıyorlar. Siz de güzelliğinizi saklıyorsunuz. Ben de eskiden saklardım. Şimdi güzel olmanın tadını çıkarıyorum” dedi.
Güzellik nasıl saklanabilir, bir fikrim yok doğrusu. Herkesin gözünün önünde olan şeyi saklamak o kadar da kolay olmamalı.
Hele Nurgül gibi mesleği gereği herkesin gözünün önünde ve özenli olması gereken güzel bir genç kadın için, daha da zor olmalı.
Tabii eğer insan kendisini çirkinleştirmek için özel bir çaba gösteriyorsa orası başka.
* * *
Hayatımda aldığım en unutulmaz hediye kızım Yasemin’den aldığım hediyedir. Neresinden baksanız üzerinden çeyrek yüzyıla yakın bir süre geçti ama hâlâ o günü hatırlayınca içimden bir mutluluk dalgası yükseliyor, yüzümde bir tebessüm beliriyor.
Kız kardeşim Feryal Pere
ve babam Asım Yılmaz’la...
Antalya, 1976.
O yıllarda alışveriş merkezi olarak sadece Galleria vardı, bugün Akmerkez’in olduğu arsada acemi şoförler otomobil kullanmayı öğreniyordu. Annesi, Yasemin’i Galleria’ya götürmüş. “Babana hediye al” diye...
Bebeklikten yeni çıkmış bir kız çocuğuna “Babanın en çok hoşuna gideceğini düşündüğün şeyi al” talimatı verilince, ne alır?
Emina-Mustafa Sandal, Tuba Ünsal-Mirgün Cabas, Ece-Ozan Doğulu ve Bircan-Şenol İpek (saat yönünde) son 15 gün içinde dost kalarak boşandı.
Medeni boşanmalar çağına girmekte olduğumuzu düşündürten ayrılık haberleri aldık.
Hepsi tanınmış çiftler, ayrıldıklarını bir mesajla duyurdu. Birlikte video çekenler de oldu.
Gazetelerin gündemine giren son dört ünlü boşanması olayında da çiftlerin birbirlerini sevmeye devam ettiklerini, sevmeye devam da edeceklerini ama artık evlilik birliği içinde kalmamaya karar verdiklerini öğrendik.
Ayrılan çiftlerin kirli çamaşırları ortaya saçmasından bıkıp usanmıştık. Onun için bu medeni hareketleri görmek insana iyi geliyor.
* * *
Barbaros Tapan’ın Charlize Theron’la yaptığı söyleşiyi Kelebek’te okumuşsunuzdur. Miss Theron şöyle diyor: “Dürüst olmak gerekirse bütün erkek arkadaşlarım çok emek isteyen, zor insanlardı. Belki de erkekler konusunda beğenilerimi değiştirip yeniden denemeliyim.”
Peki, ben de dürüst davranacağım: Evet, yeniden denemenizde fayda var hanımefendi! Bana Hürriyet santralından her zaman ulaşabilirsiniz.
Ama Charlize Hanım’a şunu hatırlatmak isterim ki, ‘emek vermeden’ bir ilişkiyi yürütmek mümkün olamaz. Her kadının ve her erkeğin, sevgilisinden beklemeye hakkı olan bir şeydir bu.
Eğer bu zahmete değmeyeceğini düşünüyorsanız o klasik konuşmayı yapmanız gerekir: “Bak tatlım, sen benden daha iyilerine layıksın!”
Âşıklar kavuşana kadar birbirlerine özen gösterirler. Yaptıkları bir davranışın, söyledikleri bir sözün nereye gideceğini hesaplarlar.
Hesaplılık, sevilen kişinin yüceltilmesini sağlar, ulaşılmazlığını vurgular.
Deniz Seki’nin eski nişanlısının ‘biten ilişkileri’ üzerine söylediklerini bizim gazetede okudum. Burada tekrarlamaktan utanacağım sözler.
Aslına bakarsanız Deniz Seki’nin adını da yazmasam olurdu ama kendisini tarif etmek için kullanacağım her cümle zaten ismini herkesin kolayca tahmin etmesine neden olurdu.
Böyle konularda isim yazmak istemiyorum çünkü meselemiz kişiler değil, olaylar ve durumlar.
* * *
Gazetede okurken söyleyenin adına yüzümü kızartan sözler, tahmin edebileceğiniz gibi eski nişanlıyı kötülemeyi hedefliyor.
Bu ilk kez rastladığımız bir durum da değil tabii.
Toprağı bol olsun, yakın dönem filozoflarından Ortega y Gasset, birbirleri hakkında atıp tutan eski sevgililer için vaktiyle şöyle yazmıştı:
“Ya o adam sandığımız ölçüde kötü biri değildir ya da kadın, aslında, sandığımız kertede seçkin bir kişilikte değildir.”
Hande Ataizi, bir televizyon programında ‘Türk tipi erkek modelinin’ kendisine daha yakın olduğunu söylemiş.
Gazetede okudum, hangi program olduğu yazmıyordu (Arkadaşlar, bir haberi bir yerden alıyorsanız kaynak gösterin, meslektaşınızın emeğine saygılı olun lütfen).
Hande Ataizi şöyle konuşmuş: “Daha Türk tipi bir erkek modeli yani daha sahip çıkan. Paramı kazanıyorum ama ‘Olsun be aşkım, ben varım arkanda. Senin hiçbir şeye ihtiyacın yok’ gibi bir cümleyi duyamadım. Alman usulü de bir yere kadar. Kadına erkek rolleri karıştırmamak gerek; kadın kadın olarak kalacak, erkek de erkek haklarına sahip olacak.”
Haliyle bu sözler üzerine yazılmış yorumları da okudum.
Havaalanından Bodrum’a doğru gelirken, Güvercinlik’i geçince sağ tarafınızda eskiden şahane bir manzara olurdu: Lacivert deniz, yemyeşil çam ormanı, uçan kuşlar...
Kuşlar hâlâ uçuyor. Deniz de aynı renk. Yeşil orman? Kesildi, bitti, otellerle doldu.
Oysa Cumhurbaşkanı, bir gün tekneyle oralarda dolaşmış ve bu inşaatları görüp emretmişti: “Bunları durdurun!” Durdurmak bir yana, hızlandırdılar. O vakit bir otel inşaatı vardı, şimdi üç otel oldu.
Orman deseniz, sizlere ömür... Fatih Sultan Mehmet’i yerlere göklere sığdıramayan bir iktidar döneminde, ‘ormanımdan bir değil bin ağaç kesen’ kellesinden olmadı, beş yıldızlı otel sahibi oldu! Muhafazakârlığın alaturka versiyonu mu desem? Bilemedim.
Bodrum Yarımadası’nda artık yeni bir ‘hile-i şeriye’ yapılıyor. Konut amacıyla inşaat yapılması yasak olan yerlere ‘beş küsur yıldızlı’ otel yapıyoruz diye ‘villalar’ konduruluyor. Ruhsat böyle alınıyor. Her bir villa minimum 2-3 milyon euro fiyattan satılıyor, otel ise bu işte sadece bir figüran.
Paralı turist ne ister?
Oysa aynı Bodrum’da bütün bunlardan farklı bir yer daha var. Uzakdoğulu Aman zincirinin Bodrum şubesi Amanruya.
Sahilden baktığınızda herhangi bir bina göremiyorsunuz.
Urla’ya ve doğal olarak Ege’nin laciverdine tepeden bakan evle ilgili çok şey duymuştum. Kıskançlıkla yapılmış çekiştirmelerden daha çok, hayranlık ifade eden konuşmalar ve gazetelerde yayımlanmış haberlerdi bunlar.
Şöyle bir manzara hayal edelim: Toskana kırsalında bir tepenin üzerindeyiz. Aşağıya, sahile doğru göz alabildiğine uzanan zeytin ağaçları var. Tepedeki evin içine giriyorsunuz; salonundan baktığınızda, gözleriniz Versailles Sarayı’nın bahçesinin bire bir yapılmış küçük bir kopyasından lacivert bir denize doğru hiçbir engele takılmıyor.
Bahçeden evin yan tarafına geçince bu kez bir Japon bahçesinde buluyorsunuz kendinizi. Sular şırıl şırıl akıyor, Urla’nın ikliminde yaşamakta zorluk çekmeyecek ağaçlarla çevrili bir Japon bahçesi bu.
Aşağıya inince sizi bir gülistan karşılıyor; bu kadar gülü en son çocukken babamla Isparta’ya gittiğimde bir arada görmüştüm.
Lucien Arkas, Türkiye’nin en büyük gemi filosunun sahibi. 60’a yakın gemisi, 500’den fazla kamyonu var. Yeni hevesiyse trenler...
Fotoğraflar:Sebati KARAKURT
IŞİD’lilere bu hoşgörünün sebebi nedir?
DİYARBAKIR’da bomba patlatarak 4 kişinin ölümüne ve yüzlerce kişinin yaralanmasına neden olan teröristin, bu yola nasıl çıktığını artık biliyoruz.
IŞİD’e katılıp, Suriye’de bir süre savaştıktan sonra Adıyaman’a geri dönen ve hiçbir şekilde takibe uğramayan bir kişi tarafından etkilenip, önce sempatizan yapılmış, sonra militanlığa doğru evrilmiş.
Şimdi de geçtiğimiz hafta sonunda Birgün gazetesinde yayımlanan şu haberi okuyalım:
Dokuz ay boyunca Suriye’de IŞİD için savaşan 4 mücahit, yanlarında üç kadın ve beş çocuk ile Türkiye’ye kaçak olarak girmeye çalışırlarken jandarma tarafından yakalandı.
Bir gün boyunca MİT ve asker tarafından sorgulanan IŞİD’liler, savcılığın tutuklama istemine rağmen Kilis Sulh Ceza Hâkimliği tarafından serbest bırakıldılar.
Bu haberi de Genelkurmay internet sitesinde okumuş ve bir kenara not etmiştim.
“9 Şubat’ta (2015) Gaziantep’in Oğuzeli ilçesi Sazgın Mahallesi’nde IŞİD’e katılmak maksadıyla Türkiye’den Suriye’ye geçmeye çalışan biri Türk vatandaşı 13 yabancı uyruklu kişi güvenlik güçlerimiz tarafından yakalandı.”
Sonrası da şöyle gelişiyor:
Türk vatandaşı olan IŞİD’li savcılık talimatıyla serbest bırakılıyor, yabancılar sınır dışı edilmek üzere polise teslim ediliyor!
Bu nasıl oluyor, size de ilginç gelmiyor mu?
Bu ülkede bir yürüyüşe katılsanız, “terör örgütü üyesi olmamakla birlikte terör örgüt adına suç işleme” gibi uyduruk bir suçlama ile hapse atılabiliyorsunuz.
Sosyal medyada hoşunuza giden bir karikatürü paylaştınız diye “Vay efendim devlet büyüklerine hakaret ettin” diye tutuklanabiliyorsunuz.
Ama IŞİD’e katılıp Suriye’ye yasadışı yollardan geçerek, savaşa da katıldıktan sonra herhangi bir nedenle memleketinize dönmek isterseniz başınıza hiçbir şey gelmiyor, tutuklanmıyorsunuz bile.
Tutuklanmadığınız gibi Diyarbakır bombacısını eğiten kişide olduğu gibi faaliyet göstermenize de göz yumuluyor.
Neden? Nasıl?
IŞİD, Türkiye için “terör örgütü” değil mi?
İfadelerinde IŞİD’e katıldıklarını, onlarla birlikte savaştıklarını itiraf edenler “terör örgütü üyesi” sayılmıyor mu?
Bu filmdeki ‘karakter oyuncusu’!
BİRLEŞMİŞ Milletler Mülteci Örgütü (UNHCR), Suriye’deki içsavaş nedeniyle mülteci durumuna düşen ve ülke dışına kaçan insan sayısının 4 milyonu geçtiğini açıkladı.
Dram bu kadarla bitmiyor, en az 7.6 milyon Suriyeli de ülke içinde göç etmek, evini barkını terk etmek zorunda kalmış. Bu insanların çoğu ulaşılmaz yerlerde, zor koşullar altında yaşam mücadelesi veriyor.
Suriye dışına kaçmak zorunda kalan 4 milyon kişinin neredeyse yarısı, 1 milyon 805 bini (UNHCR rakamlarına göre) Türkiye’ye gelmiş. Türkiye’yi 1 milyon 172 bin mülteci ile Lübnan izliyor.
BM rakamlarına göre bu mültecilerin, bulundukları ülkede ekonomik sorunlara yol açmadan yaşayabilmeleri için 2015 yılında 5.5 milyar ABD Doları gerekiyor.
Yani kabaca mülteci sorununun ülkemize yükü yıllık 2.5 milyar ABD Doları olmalı.
BM, mültecilerin evlerine geri dönebilme olasılıklarının giderek zayıfladığını, giderek yoksullaşacaklarını, çocuk işçiliği, dilencilik, çocuk evlilikleri gibi olumsuzlukların yayılacağını bildiriyor.
Suç örgütleri için bulunmaz bir insan kaynağı!
Bu tablonun böyle olmasının baş sorumlusu kuşkusuz ki Esad.
Ama onun başrolde olması, bu filmin “karakter oyuncularını” da aklamıyor.
Suriye’de bir Müslüman Kardeşler yönetimi hayaliyle ateşe benzin dökenlerin de payı var bu işte: Türkiye’nin, Suudi Arabistan’ın, Katar’ın ve ABD’nin.
Ötekileri beni ilgilendirmiyor ama bu işler başladığında, Bakanlar Kurulu’na gelip “15 güne kalmaz Şam’da, Ulu Cami’de namaz kılarız” diyen şahıs şu anda Başbakan!
Ve öyle görünüyor ki bu beceriksizliğine rağmen Başbakan olarak bir süre daha o koltukta oturmaya da devam edecek!
Fanusa geri dönme zamanı
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, koalisyon şartlarından biri de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Çankaya fanusuna” girmesi. Bahçeli bunu bir metafor olarak söylüyor, yoksa Çankaya Köşkü’nün tepesine bir fanus geçirileceği de yok, Erdoğan’ın o fanusun içine hapsedileceği de!
Bugün Cumhurbaşkanlığı Sarayı olarak kullanılan Beştepe’deki bina, Başbakanlık hizmet binası olarak yapıldı.
Gerekçesi de şuydu: Başbakanlık ofisleri Ankara’da dağınık, bu dağınıklıkla işler aksıyor, hepsini bir araya toplayalım.
Bu internet çağında, birimlerin farklı binalarda olmasının işleri nasıl aksattığını bir kenara bırakıyorum. Deli saçması bir söz bu. Ama bina bu amaçla yapıldı, çünkü Türkiye’de icranın başı Başbakanlık’tır!
Erdoğan, Başbakan olarak kalsaydı, Cumhurbaşkanı’na “Buyurun, siz kullanın” demeyecekti.
Erdoğan seçimden önce oraya taşındı, çünkü zannediyordu ki halk onun tek adamlık heveslerine geçit verecek ve başkanlık, o da olmadı yarı başkanlık sistemi içinde hüküm sürecekti. Hesap tutmadı, halk bu işi sevmedi.
Onun için şimdi binayı asıl sahibine, Başbakanlığa iade etmesi gerek.
Gideceği yer Çankaya mı olur, Huber Köşkü mü, onu da kendisi seçsin. İsterse Vahdettin Köşkü’ne de taşınabilir tabii.
Ama “Çankaya fanusu” bir tek şeye işaret ediyor: Anayasal sınırlarının içine geri dön, Anayasa’yı açıkça çiğnemeye devam etme!