NATO 1949’da 12 ülke tarafından kuruldu. Gerekçesi; İkinci Dünya Savaşı’nda Müttefiklere katılan ve gerçekten Nazi Almanyası’nı doğuda çökerten Sovyetler Birliği hem kuvvetlenmiş hem savaş tecrübesini artırmış hem de ordusunu gereği gibi terhis etmiyordu. Üstelik şurası bir gerçek; Müttefiklerin, Doğu ve Orta Avrupa ülkelerini Sovyet Rusya’nın nüfuzuna terk ettiği açıktı. Doğu Avrupa’daki yerleşim sadece Sovyetlerin “Girdiğim yeri terk etmem” tarzındaki bir emrivakisi değildi.
SAVAŞA KATILMASAK DA SIKINTILAR HİSSEDİLİYORDU
Yunanistan, İngiltere tarafından tarihi bir ileri üs olarak yine elde tutuldu. Harp sonrası Balkanların durumu Yunanistan’ı endişelendirmiştir. Konstandinos Çaldaris Hükümeti “Türkiye ile konfederasyon” diye feryat ediyordu. Türkiye’nin de Boğazlar ve Ardahan sorunu yatıştırılmayacak kadar ciddi bir endişe yaratmıştır. Savaşa katılmasak da uzun harbin getirdiği sıkıntılar ordunun donanımında hissediliyordu. Harbin getirdiği zoraki birikimin yeni bir dönemi patlattığı açıktır. İş muhitleri gibi, hekimler ve mühendisler gibi, akademisyenler gibi herkes dünyaya açılmak istiyordu ve gerçekten de ihtiyaç vardı. Ordu da bu akımın dışında kalamazdı.
NATO’ya üyelik, sonraları Dışişleri Bakanlığı’nın da düsturu haline gelen “Batı medeniyetine girişimiz” diye nitelendiriliyor. Batı medeniyetine 1856 Paris Konferansı’ndan beri “Concert European” çerçevesinde adım atmışız, yani şurası bir gerçek; NATO ne Birleşmiş Milletler ne Avrupa Konseyi ne de Avrupa Birliği gibi Batı ülkeleri ve medeniyeti dediğimiz çerçeveyi ön plana almaz, bir askeri ittifaktır.
Şüphesiz ordunun teçhizatı, stratejik yönden bilgi edinilmesi, dünya ordularına açılmak (aynı şekilde Dışişleri’nin de dünyaya daha yoğun bir şekilde açılması) ve Avrupa tipi organlardaki işletme, bilgi birikimi, proje yürütme alışkanlıklarının edinilmesi faydalı oldu. Öte yanda ise NATO, akit devletler arasında bilhassa Türkiye’yi ne derecede koruyacak sorusu var. Doğrusu bu statü tartışılır. 1965’te ve Behice Boran’ın Urfa milletvekili olarak sadece Meclis’te değil her yerde ileri sürdüğü bu tezin çürütülemediğini hatırlıyorum. Yakın zamanlarda ise bu tezi bambaşka dünya görüşüne sahip politikacılar da tekrarladılar.
Şimdi tarafsızlıklarını korumaya gayret eden İsveç ve Finlandiya söz konusu. Finlandiya’nın tarafsızlığı Molotov – Ribbentrop Paktı’ndan sonra Rusya’nın buraya açık saldırısı dolayısıyla söz konusu oldu. Mareşal Mannerheim’ın Finlandiya’sı kendisini iyi savundu. Finlilerin Sovyet Rusya ile olan harpte ilginç mücadele taktikleri yanında, ülkelerinde bulunan hatırı sayılır Volga boyu Türklerinin (Kazan Tatar) yurt savunmasına katkılarını Finliler müteşekkirâne takdir ederler. Ne var ki kuvvet bir yerde haktır. Finlandiya’nın Rusya’ya tazminat ödemesi, mutlak tarafsızlığı ve saldırıdan uzak bir savunma sistemi taahhüdü bugüne kadar devam etti. Şimdi Ukrayna meselesi İsveç’in de 200 yıllık tarafsızlığını sona erdirecek gibi. Problem ise burada başlar.
İsveç, Türkiye’nin en eski müttefikidir. 1699 Karlofça Antlaşması’nda bütün Avrupa ve İran karşımızdaydı. Bu tarafta, bizim yanımızda sadece İsveç Krallığı vardı. Eski müttefikin böyle bir tarihi romantizmle mutlak bir şekilde 1711 Prut cenginde olduğu gibi tekrar yanı başımızda bulunmasına hiç gerek yok. Netice itibarıyla NATO içindeki ittifak şartlarının gerekliliği doğrultusunda ve açık bir şekilde birbirine zarar vermeyecek operasyonlarla gerçekleşebilir. Bu bir askeri ittifaktır. Üyelik diğer üyelerin ittifak oyuyla söz konusudur. Türkiye, İsveç’i tasdik etmiyor. Dış politikalarında iki ülkenin büyük uyumsuzluk olduğu bir gerçektir. Vakıa zaman zaman İsveç’in bazı konularda Avrupa Birliği üyelerine göre daha dengeli gittiği ama esas noktalarda da son derece fütursuz ve müttefik bir devletin politikasına yakışmayacak işlemlerde bulunduğu, ilişkiler ve destek sisteminden vazgeçmediği anlaşılıyor. Bu nedenle Türkiye, İsveç’in ittifakını reddediyor.
İKİ DEVLET İKİ FARKLI TUTUM
Sık sık kurcalanan bir konu var; Lozan Antlaşması’nın gizli maddeleri. Bu bir efsanedir. Çünkü Lozan Antlaşması’nın bütün görüşme tutanakları, layihalar, ana metin, teklifler; hepsi Türkçeye mükemmel çevrilip karşılaştırılarak yayımlanalı 40 yılı geçti. Seha Meray’ın unutulmaz, anıtsal bir çalışmasıdır. Buna rağmen ortada gezinen efsanelerden bazıları ciddiyetle CİMER yoluyla devlete dahi soruluyor. “Maden çıkarmak izni Avrupalılara mı aittir?” gibi. Bunun ne kadar anlamsız olduğu açık. Lozan’daki asıl savaş bu gibi konularda verilen imtiyazların iptali ve kapitülasyonların kaldırılmasına dayanır.
HAYAL ÜRÜNÜ MADDELER
Türkiye’de maden çıkarabilirsiniz ama bunun şartları Lozan Antlaşması ile sınırlı değil, doğrudan doğruya memleketin ziraatı, fauna (hayvan) ve flora (bitki örtüsü) ile tabii coğrafyası ve su kaynaklarıyla ilgilidir. Yeraltı sularının yolunu değiştirecek ve belirli ağaçların bu yüzden kurumasına neden olacak madencilik veya taşocağı faaliyeti yasak olmalıdır. Bunun ihlalinin örneğini Balıkesir-İzmir vilayetlerinin sınırları içinde kalan Kozak Yaylası’nda görürsünüz.
Kalitesiz kömür çıkarmak için zeytincilerin verdiği mücadele akıllardadır. Madencilik konusunda Türkiye’ye ve girişimcilere yön verecek asıl yasağın tabii zenginliklerimiz ve doğanın yapısı olduğu açıktır. Bunu, Lozan Antlaşması’na atfedilen hayal mahsulü maddelerde aramayalım.
İMTİYAZ DEMİRYOLU ŞİRKETİNDEYDİ
Lİkya yolu; yani Antalya’nın Adrasan ile Muğla Ölüdeniz arasındaki mıntıkayı içeren doğal yoldur. Bu yolun önemli bir kısmı antik dünyada Likya diye adlandırılır, son yıllarda yoğun turizm ve daha beteri yoğun yerleşime yönelmektedir. Beterin de beteri var. Antalya’nın doğu sahillerini, Belek’i berbat eden vandal kitlevi turizm ve heyula oteller sahili de kapatmışken bu gibi bir eğilimi önlemek gerekiyor; tabiat dostlarının çığlıklarına aldırmayanlar Likya bölgesine de el atıyorlar.
BÖYLE YERLERİ KORUMALIYIZ
Bu konuda yazanlar var; Baki Karaçay’ın yazısı mesela. Otellere verilen kıyıları tespit etmiş, hepsi de jeolojik bakımdan, bitki örtüsü yönünden ve körfezlerin güzelliği olarak da en ilginç yerler. Bunları kitleye kapatmanın hangi ahlaka sığdığı tartışılır. Dünyalılar dünyanın zenginliklerini ve özelliklerini her yerde koruma devrine geçtiler. Acaba buraları kurtarmak için de Londra, Paris, Berlin’deki protestocuların girişimine mi muhtacız? Küçük Asya’nın doğasını Avrupalı çevreciler bizim adımıza koruma yolundalar. Çukurova’nın çöplerinde olduğu gibi İngiltere halkı çöp dökme işini protestoya başladılar. Biz ise az sayıda uzman ve çevrecinin dışında gaflet uykusundayız.
Kamuya açık kıyı politikasını her zaman tekrarladığım gibi solcular değil, İspanya’da General Francisco Franco getirdi; mükemmel de yürüyor. Kıyının çok gerisindeki oteller hiçbir şekilde kıyıya tesis kuramıyor, herkes kıyıdan gelip denize giriyor, şezlongunu kuruyor, havlusunu serip yatıyor. En mütevazı bütçe bile kıyının ancak 300 metre uzağından başlıyor.
Geçen hafta bir Endülüs turu yaptık. Kapalı bir gruptu. Katıldığımız turun yöneticisi Uğur Bey bizzat rehberimizdi. Fakat gördüğüm kadarıyla herkesin bölge üzerinde bir bilgisi vardı. İspanya, şu ara Fransa’yla birlikte turizm yarışında. 80 milyonun civarında turisti ikisi bir yıl geçiyor, bir yıl altında kalıyor.
47 milyonluk İspanya nüfusunun içinde bir hayli göçmen var ve İspanyollar Fransa ile Almanya’nın tersine bu göçmenlerden hiç rahatsız değiller. Tabiat herkese yetiyor. Gelenler de İspanya’ya uymayı bilen gruplar. Asıl önemli unsur Güney Amerikalılar. Bu kadar kalabalık göçmen sayısı göze batmıyor. Mahşer kalabalığı olan 80 milyon turist de ülkenin tabiatını ve tarihi profilini tahrip etmek şöyle dursun, adeta kedi ustalığıyla sıyrılarak gezdiriliyor. Beynelmilel gruplarla burun buruna gelinen tek yer El-Hamra Sarayı, Sevilla gibi mıntıkalar. Belli ki ustaca bir turizm servisi veriliyor.
DOĞAYA VE ŞEHRE SAYGILILAR
Gıda fiyatları bazı maddelerde neredeyse buradakinden ucuz. Hayatları daha düzgün. İspanyollar kibar bir ulustur. Çalışma hızları da bizimkiyle mukayese kabul etmez. Bu kadar hareketli Türkiye’nin hâlâ sıkıntılı bir hayat çekmesi insanı dışarıda daha çok hiddetlendiriyor. İspanya da para kazanıyor, otelciler var, inşaat şirketleri ve müteahhitler var, fabrikalar var ama önüne gelen nehir ve dereleri kirletmiyor, canının istediği yere mendebur binalar çıkamıyor. Hele tarihi eserleri gölgelemeye kimsede cesaret ve vicdan yok. Kıyılara kimsenin betonla uzandığı yok. Yasağı koyan ne sol parti ne de komünist özentililer; bizzat General Franco’nun kendisi. En lüks oteller bile kıyının gerisinde. Kumsala ancak markalı şezlonglarını koyabilirler; müşterileri oradaki halkla birlikte güneşlensin diye.
MÜSLÜMAN MİRASINA ISINDILAR
Tıbbİ icatlarla ve yaşam düzeyinin gelişmesiyle ömrün uzadığı bir çağdayız. İlelebet ömrümüzün uzayacağı bir gelişme beklenebilir mi? Bu konularda ağır şüpheleri olanlardanım. Pazar sabahı bu noktayı tartışarak canınızı sıkma niyetinde de değilim. Yalnız bir tarihi gerçeği işaret edeyim; ömürler uzadı ve uzadıkça üretime geçiş yaşı da yükseldi ve verimlilik azaldı.ORTALAMA ÖMÜR 35 YAŞTI
Tıbbın ilerlemesinden söz ediyoruz; genelde doğrudur ama bazı boş satırların hep kalacağı açık. İstanbul Yenikapı’daki Theodosius Limanı kazılarında 80 civarı insan iskeleti bulundu. Kemiklerde yapılan tahlillere göre ortalama ömür 35 yaş. Çok genç yaşlarda hepsinin ağır kazalar geçirdiği (muhtemelen liman çalışanı olmalarından dolayı) fakat onulmaz diye nitelendirilecek kırık çıkıkların da geleneksel tabibler ve kırıkçılar tarafından ustaca onarıldığı anlaşılıyor. Bugünkü uzun ömrün getirdiği psikolojik ve kanser gibi onkolojik hastalıklar muhtemelen çok azdı. Eski asırlarda her şeye rağmen hava, su bakterisi, bulaşıkların dışında gıdaların daha temiz olduğu bellidir. En azından alt sınıfların beslenmesinde obezite gibi sonuçlar çıkmaz çünkü suni gıdalar yoktu.
Yeryüzünün idare tarihini, askeri tarihini ve medeniyetini oluşturan büyük insanların yaşları da hiç fazla değil. Bugünkü nesillerin henüz aylaklıktan ciddiyete geçemedikleri bir çağda eserlerini ortaya koymuşlardı. Modern matematikteki önemli çığırlardan birini açan Évariste Galois, 25 Ekim 1811-31 Mayıs 1832 tarihleri arasında yaşamıştı. Ama o 21 yaşında hem cumhuriyetçi bir siyasetçiydi hem de modern matematikte yol açan ve aşağı yukarı 350 yıldır ortaya atılıp çözülemeyen bir problemi çözüme kavuşturarak grup teorisine büyük katkısı oldu. Galois teorisinin sahibi 21, hatta 20.5 yaşındaki bu dâhi sebebi anlaşılamayan düellodan sonra hayatını kaybetti. Deneylerini tamamlamasına müsaade edilmeyen modern kimyanın kurucularından Antoine-Laurent de Lavoisier’i 51 yaşında Fransız İhtilali giyotine gönderdi.
PADİŞAHLAR, KRALLAR, ŞAİRLER...
Osmanlı tarihi önemli değişiklikler yapan ve zafer kazanan genç padişahlarla doludur. I. Ahmed 27 yaşındaydı. Oğlu Genç Osman (II. Osman) adı üzerinde daha genç yaşta katledildi. Rezilane bir yeniçeri ayaklanmasından sonra katledildi. Öbür oğlu IV. Murad 27 yaşında öldü; bütün 17. asrın içinde en nemli mareşallerdendir. Hatta asrın sonunda Prens Eugen ortaya çıkmasa 17. asırda en seçkin komutan sayılabilir. Bağdat’ı ikinci kere fethetti, Erivan’ı aldı. Tedhişle de olsa devlet düzenini geri getirdi.
Ülkeleri fethedip Doğu’yla Batı’yı birbirine katmaya çalışan Büyük İskender 32 yaşında öldü. Julius Caesar 55 yaşında katledildi. Caesar’ın âşık olduğu, politikacılığı pek başarılı olmasa da eczacılıktaki katkılarından hâlâ söz edilen, elçileri tercümansız kabul eden ve Eski Mısır’ı diriltmeye çalışan Kraliçe Cleopatra ise 38 yaşında intihar etmek zorunda kaldı.
Osmanlı tarihini altüst eden, sınırları Tuna mansabına kadar uzatan, 1000 yıllık Doğu Roma’ya son verip İstanbul’u fetheden Fatih 49 yaşında öldü. Şairin gençlere dediği gibi; “Yürü, hâlâ ne diye oyunda oynaştasın? Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!” Sadece 21 yaşında İtalyan elçileriyle İtalyanca konuşan, Arapça ve Farsçayı da kullanan, astronomi üzerinde ciddi eserlere bakabilen, Eski Yunanca da okuyabilen bir Rönesans hükümdarıydı.
Torunu
18. asrın ünlü ressamı Jean-Baptiste-Siméon Chardin’in “Yabani Çilek Sepeti” diye ünlenen, natürmort dediğimiz türün şaheseri tablonun New Yorklu galericiye 26.8 milyon dolarlık satışını Louvre Müzesi kanunen “milli hazine” diye engellemiş. Fransa’da satılan değil, açık artırmaya çıkan eserlere de müzeler müdahale edebilir. Hatta bu son anda yapılır, lakin usulü vardır. Müzayede günü açık artırma yapılır. Ünlü müzayede salonunda son fiyatta müzayede komiserinin “Satıyorum, saaattım” feryadıyla tokmağı indirmesinin ardından ön taraflardan bir ses çıkar. “Déclaration d’etat”, devlet deklarasyonu. “Ovvv” sesleri arasında komiser sorar: “Hangi müze?” Louvre veya Carnavalet Müzesi veya bir başkası... O anda akan sular durur. Eserin sahibinin de itiraza mecali yoktur çünkü müze parayı sayar.
TÜRKİYE İÇİN ERKEN
Tabii böyle bir mekanizma için, Türkiye’de henüz erken. Kültür Bakanlığımız ve benzer kurumlar henüz çok bilgisiz ve parasız. Bu yüzden açık satış lafını eden pek yok ama “mübadele kavramıyla hazineye dalmak isteyen uyanıklar” var.
Fransız kanunları birçok Avrupa ülkesinde vardır. Maalesef komünizmin yıkılışı sırasında iyi işlemediği için Rus müzelerinin bazı hazineleri kaybedişi, özellikle ikon koleksiyonlarının dışarıya kayışı sır değildir. Bu dalın mafyası bile doğmuştur. Zamanımızda en çok para eden ve en çok istismar konusu olan zenginlik, eski eserdir. Çaresi, UNESCO’nun kabul ettirdiği beynelmilel anlaşmalar ve “Her eser yerinde daha güzel” ilkesinin konması ve korunmasıdır.
BUNDAN 100 sene evvel, 1 Nisan 1922’de son Avusturya-Macaristan İmparatoru ve Kralı Karl von Habsburg Portekiz, Madeira’da hayata gözlerini yumdu. Doğduğu an tahta çıkışı söz konusu olamazdı. Zira kimse iki yıl sonra Arşidük Rudolf’un 1889 yılında, 30 yaşındayken intihar edeceğini hesaba katmamıştı. Arşidük’ün ölümü aşk dolayısıyla bir çifte intiharla izah edildi. Karl’ın babası Arşidük Otto ise Viyana’da ve imparatorluğun neredeyse her köşesinde aşk skandallarıyla meşhurdu. Annesi, Saksonya Büyük Dükü’nün kızı Prenses Maria Josepha’ydı. Kocasının aksine son derece Hıristiyanca, muhafazakâr bir anne ve eş olarak hayatını sürdürdü.
DÜŞMANI FAZLAYDI
1914’teki suikastın kurbanı Arşidük Franz Ferdinand, Habsburglara da Avusturyalı düzenine de birçok noktada karşıydı ve yenilikler yapmak niyetindeydi. Denizle bağlantısı çok az olan imparatorlukta büyük bir harp filosu kurmaya teşebbüs gibi... Gerek imparatorluğun Orta Macarlar üzerinde gerekse diğer taç ülkelerinde izlemek niyetinde olduğu despot politika yüzünden düşmanı da çoktu. En başta yeterince soylu olmayan Sophie Chotek ile evlendiği için İmparator Franz Joseph’in bile pek hazzettiği bir veliaht olmadı. Rivayete göre Bosna’daki suikasttan sonra Franz Ferdinand’ın akıbetine, İmparator’un çok üzülmemesi bir yana, Avusturya-Macaristan üstündeki yükün hafiflediğini açıkça söylediği bilinir.
Adeta aniden taht sırasındaki veliahtlık Arşidük Karl’a kalmıştı. Karl yine imparator büyük amcasının tasvibiyle İtalya’nın birleşmesinden sonra Avusturya’da mülteci olarak yaşayan Bourbon-Parma hanedanından Parma Dükü Robert’in kızı Zita’yla evlendi. Bu geleneksel yolla kurulan evlilik, ikisinin çok mutlu yaşamasına ve altı çocuk sahibi olmalarına mâni olmadı.
Zita
İSTANBUL Vilayeti’nin Afet Risk Azaltma Planı gibi bir organizasyonu vardır. Bu organizasyonun içerisinde İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Afet Yönetim Enstitüsü de yer alıyor. Kısacası İRAP diye bir ön plan hazırladılar. İstanbul’daki deprem, yangın, su baskını gibi afetlerin önlenmesi, önceden tedbirlerin alınmasıyla ilgili yapılacaklar burada yazılmaktadır. İstanbul Valisi Ali Yerlikaya ve Büyükşehir Belediye Başkanımız Ekrem İmamoğlu da bu toplantıdaydılar. Açıkçası asgari müşterekler etrafında anlaşıldı.
Bir konu daha var; belediye başkanlarının yükü hayli fazla. Yükün fazlalığının da başlıca sebebi, kentsel dönüşüm dediğin zaman, gerçekten depremden korunacak sağlam konutlara ve bina yapımına geçişten çok vatandaşın birden beş kazanma hayali. Bu hayal nereden geliyor; zihniyetten mi, zaruretten mi, bilemiyorum... 1960’lardan beri İstanbul yıkılıyor, yapılıyor. Her yapılan eskisinden daha büyük problemler getiriyor. Üsküdar Belediye Başkanımız Hilmi Bey bu sorunu veciz ve samimi bir şekilde ifade ediyor. Bana göre de demokrasilerde, hele yerel organların seçiminde ve yönetiminde hemşeri bilinci çok önemlidir. İstanbul bu noktada taşranın dahi gerisindedir ve yaşadığı şehre bir yabancılaşma içindedir.
‘DAİREMİ NASIL ÜÇE ÇIKARTIRIM’
Problemlerin ağırlıklı ucu da ruhsatsız yerleşmeler; zamanla tapu verilen arsaların ve affa uğrayan ruhsatsız çürük yapıların kamu eliyle düzenlenmesi ve pekiştirilmesiyle ilgilenmekten çok, işe yaramaz ve yıkım tehlikesi olan “Bir adet dairemi nasıl üçe beşe çıkarırım?” düşüncesidir. Bütün projeleri ve gelişmeleri bu tutum engelliyor. Halbuki bu gibi yasal olmayan yerler için yapılacak masraflar yine vergi mükellefinin cebinden çıkıyor.
İstanbul Vilayeti’nin nüfusu 20 milyona yakın (resmi olarak). Ancak civar yerleşimler ve vilayetlerle sınırın kalktığını söyleyebiliriz. Gebze, İstanbul mudur yoksa Kocaeli midir, tartışılır. Trakya’da da aynı durum gözleniyor. Dolayısıyla karşımızda kocaman; neredeyse 30 milyonluk bir megapol var. Bu sahada insanlar gidiyor, geliyor, geceliyor ve çalışıyor. Şehir, Türkiye’yi besliyor. Üretimimizin çoğu bu vilayetlerden çıkıyor. Ne var ki İstanbul’da maaşlı, yevmiyeli, sigortalanmış çalışan sayısı 5.5 milyon civarında. Bu 5.5 milyonun da yüzde 65’i asgari ücretle geçiniyor. Durumun vahameti ortadadır.
DAHA FAZLA GENİŞLEYEMEYİZ
Bir yanıyla Balkanlar ve bazı kurumlarıyla artık Orta Avrupa şehirlerini andıracak kadar gelişme gösteren bu kocaman şehrin öbür yüzü ise Güney Amerika’nın sorunlu banliyöleri ve varoşları tipindeki yerleşmeler çiziyor. Bu yapının somut resmi, çok açık olarak, vatanın fiziki olarak dar bir parçası üzerinde genişlemenin artık coğrafi bakımından imkânsızlaştığıdır. Oysa Türkiye nüfusunun dörtte biri burada yaşıyor. Civarıyla hesaba alırsak üçte bir. Bu sıkletle bu nüfusun bağdaşamayacağı açıktır.
Geçen 60 yıl içinde Orta Anadolu sanayi kurmaya ve geliştirmeye müsait bir yer olduğunu göstermiştir. Nitekim