Geçen asırda dünyada meydana gelen iki büyük savaştan sonra iki kez kurt taksimi yapıldı. Birincide aslan payını İngiltere almıştı, ikincide ise dünyanın jandarması artık ABD idi.
ABD, 1945-1990 yılları arasında, iyi polis-kötü polis rollerini paylaştığı SSCB’ni (Rusya) parçalanmasına rağmen saf dışı edemedi. Putin Rusya’yı derleyip toparladığı gibi, ülkesini getirdiği nokta itibariyle, eski mutantan günlerinin (Çarlık dönemi) hayalini de kurmaya başladı.
İşte tam bu sırada Rusya, Ukrayna bataklığına sürüklendi; savaşan her iki taraf da yorgun düşüp barış istemelerine rağmen, kendilerini ateşe atanlar (başta İngiltere ve silah fabrikatörleri)) savaşın devamını istiyor.
Savaş devam etsin ki, Rusya’nın kolu-kanadı iyice kırılsın ve Avrupa rahat bir nefes alabilsin!
Nitekim Türkiye’nin arabuluculuğunda barış sağlanacakken, İngiltere’nin müdahalesi ile akamete uğradı ve savaş daha şiddetlenerek devam etti.
Trump’tan önceki iki başkan (Obama ve Biden) döneminde Rusya, Çin’in safına itildi. Bu durum, Çin’in gerçek rakibi olan ABD için çok yanlış bir politikaydı. Zira düşman bir iken iki olmuştu.
Trump
Askeri araç ve gereçler hep 2. Dünya Savaşı yıllarından kalmıştı. Biz piyade olduğumuz için Kırıkkale piyade tüfeği ile Amerikan yapımı M1 yarı otomatik piyade tüfeği kullanıyorduk. Ayrıca Jandarma, NATO konsepti gereği, Alman-İspanyol payımı G3 yarı otomatik piyade tüfeği kullanıyordu.
Kırıkkaleler miadını doldurmuştu, onlarla hedefi vurabilmek neredeyse imkansızdı; onlarla atış yapan birçok arkadaş kendilerini yaralıyorlardı.
2. Cihan Savaşı’ndan sonra ABD, İnönü’ye Türkiye’nin silah ve mühimmat üretmemesini, TSK’nın ihtiyaçlarını kendilerinin karşılayacaklarını söyledi. İnönü, mahut direktife harfiyen uydu ve yerli ne kadar üretim varsa hepsini durdurdu.
ABD, elindeki bütün döküntü araç-gereci yardım diye Türkiye’yi gönderdi. Askeri araçlar asfaltta giderken bozuluyordu; bir savaşta kullanılabilmeleri imkânsızdı.
İnönü’nün akıl almaz bu ‘peki’ deyişi yüzünden askeri depolarımız Amerikan malı hurdalarla dolmuştu.
Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında ABD, askerimizin elindeki M1 ve G3 piyade tüfeklerini ve NATO silahlarını kullanamayacağımızı ihtaren bildirdi. Böylece İnönü’ye vermiş oldukları söz (Biz, sizin silah ve mühimmat ihtiyacınızı karşılarız) tutulmuş oldu!
Bununla da yetinmeyen ABD, dostu (!) ve müttefiki (!) olan Türkiye’ye karşı silah ambargosu koydu.
Bunların, bu denli olan dostluklarını hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamız lazımdır. Hem silah ve mühimmat vermezler; başkalarından bulduğunda da (S-400) seni kara listeye alırlar ve ortak olduğun F-35 projesinden dışlarlar.
Vaktiyle silah ve mühimmat üreten ve daha da üretmek isteyenleri ise, İ. İnönü, ürettikleriyle birlikte ya havaya uçurdu ya da gözdağı verdirip bu işlerden uzaklaştırdı.
Malum Karadeniz insanı silaha meraklıdır; bölgenin muhtelif yerlerinde gizlice tabanca yapılırdı. Kısıtlı imkânlarla, merdiven altlarında torna ve eğe ile mükemmel silahlar üretilirdi.
Kaçak yapılan bu işler hem üreticiler için ve hem de silahları alıp taşıyanlar için büyük sıkıntıydı. Zira bu silahlara ne bulundurma ne de taşıma ruhsatı alınamıyordu.
Hiç unutmam; Sayın Erdoğan ile BM toplantılarına katılmak üzere New York’a gittiğimizde, çeşitli ülkelerin liderleriyle aynı otelde kalmıştık. Koridorlar koruma ordusundan geçilmiyordu. Sayın Erdoğan birçok ülke lideriyle ve ABD Başkanı’yla görüşmeler yaptı.
ABD Başkanı’nın koruma ekibinin silahları herkes gibi Sayın Erdoğan’ın da dikkatini çekti. Parasıyla talep etmemize rağmen (korumu ekibi için) o silahlar Türkiye’ye verilmedi.
Kötü komşu insanı mal sahibi yapar diye boşuna dememişler.
Nitekim TBMM’de Savunma Komisyonu üyesi bulunduğum dönemde de terörle mücadelede elzem olan İHA’ları hem ABD ve hem de İsrail, Türkiye’ye vermiyordu. Vermiş oldukları 5-10 İHA da arızalandığında İsrail’e gönderiliyor ama bir türlü tamir edilip geri gönderilmiyordu.
Bu dönemde merhum
Eskiden basın bile sözde demokrasinin dördüncü ama en tesirli gücü addedilirdi. Gerçek demokrasilerde iktidarları sandık belirler, bakan veya hükümetleri Meclis kurar, Meclis indirirdi.
Bizde ise gazetelerde atılan manşetlerle hükümetler yıkılıp kurulabiliyordu. Gazete patronları, başbakanları pijamalarla karşılayabiliyor gazetelerin başmakalelerinden hükümetlere rest çekilebiliyor, başbakanlara hakaretler edilip “Defol” denilebiliyordu.
Medya, hükümetleri kovma işleminde öylesine küstahlaşmıştı ki yangına körükle gitmeyi birinci vazife bildi. 28 Şubat sürecinde Erbakan-Çiller koalisyon hükümetini alaşağı etmek için atılan şu manşetlere bakar mısınız: ‘Genelkurmay’da düşman değişti: İrticai faaliyetler’ , ‘Laiklik uyarısı’ (uyarı, ABD Dışişleri Bakanı tarafından T.C. Başbakanı Erbakan’a yapılıyor!), ‘Refah’a üç uyarı’ (Refah Partisi’nin kurban derisi, türban, hac ve Taksim’e cami konusundaki çıkışları Ankara’daki havayı gerginleştirdi), ‘Ya uy, ya çekil’ (Ya laik devleti içinize sindirin ya da çekilin), ‘Gerekirse silah bile kullanırız’ (Genelkurmay’dan yapılan açıklamayla irticaya karşı), ‘Ordudan ambargo’ (Genelkurmay: İrticacı kuruluşlardan alış veriş yapmayın).
Yukarıdaki manşetlerin atıldığı bir ülkede huzur olur mu? Belli ki at izi it izine karışmış, hiç kimse asli görevini yapmıyor, önüne gelen ‘vur abalıya’ misali hükümeti ve onu seçen halkı tehdit ediyor.
Eskiden bu ülkede kimse haddini- hududunu, yetki ve sorumluluk sınırlarını bilmiyordu.
Eski Genelkurmay’ın yerini şimdilerde CHP aldı; o da halkı bölüyor, milleti birbirine düşman ederek, “Şu şu firmalardan alışveriş yapmayın” diyor.
Sayın
Başbakanlar ve onların başında bulundukları hükümetler adeta konu mankeniydiler; başbakancılık ve hükümetçilik oynarlar ve oyunlar esnasında yalnızca bayındırlık (belediye) hizmetlerini görür, devlete ait işlere bulaştırılmazlardı.
Sorumlu ve yetkisiz başbakanların önünde sorumsuz ve imza yetkili cumhurbaşkanları olurdu. Bunlar asker kökenli olup vesayetin temsilcileriydi. Asıl görevleri başbakanların yapmak istedikleri atama ve hizmetlere takoz olmaktı.
Sayın Erdoğan’ın 2002-2007 arasındaki başbakanlık döneminde Cumhurbaşkanlığı makamında, vesayetin temsilcisi A. Necdet Sezer bulunuyordu. Beş sene müddetle Başbakan’ın kendisine götürdüğü hiçbir kararnameyi imzalamadı. Sayın Erdoğan, devletin kurumlarının başına hiçbir atama yapamadı. Hiçbir yeni hâkim ve savcı ataması yapılamadı.
Ülkenin neredeyse bütün kadroları beş sene boyunca vekaletle yönetildi.
Mesela, 2005 yılında hazırlanan valiler kararnamesini üç kez geri yolladı; dördüncüde de kendi istediği değişiklikleri yaparak imzaladı.
Vesayet dönemlerinde davul başbakanların boyunlarında lakin tokmak vesayet odaklarının (başta cumhurbaşkanlığı olmak üzere askeri ve sivil bürokrasi) elindeydi.
Başbakan Erbakan’a adeta düşman bir ülkenin başbakanı muamelesi yapıldı. Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında şamar oğlanına çevrilir, manasız ve lüzumsuz suallerle hesaba çekilir ve zavallı adamcağız kan ter içinde bırakılırdı.
Mahut toplantılarda bir dizi kararlar alınır ve bunları hükümetin yapması istenirdi. Toplantıya katılanların çoğunluğu askerlerdi; askerlerin kendi aralarında aldıkları kararlar hükümete dikte edilirdi.
CHP’de ‘Dörtlü Takriri’ verenler (Celal Bayar, Refik Koraltan, Fuat Köprülü, Adnan Menderes), diğer bir ifade ile İnönü yönetimindeki tek parti sultasından bıkıp demokrasi arzulayanlar partiden ihraç edildiler (Celal Bayar ise hem partiden hem de milletvekilliğinden kendisi istifa eder).
İsmet İnönü kendini Milli Şef ilan edip paraların üzerinden Atatürk’ün fotoğrafını çıkarıp kendininkini koydu. Tek parti yönetimi olarak 15 yıl başbakanlık, 12 yıl da cumhurbaşkanlığı yapmıştı.
Bu uzun süre zarfında Türkiye’nin bürokrasisini A’dan Z’ye bizzat dizayn etmişti. Yurdun en ücra köşesindeki karakoldaki uzatmalı çavuştan illerin valilerine kadar bütün devlet memurları İnönücü’ydü.
1950 de, CHP seçimleri kaybedip DP iktidara geldi ama ülkede tam bir bürokratik oligarşi hüküm sürüyordu. Yani İnönü’nün bürokratları (devlet memurları) dediğim dedik çaldığım düdük anlayışıyla seçilmişlere tahakküm ediyorlardı.
Nitekim daha seçimlerin ertesi günü askerler, İnönü’ye giderek CHP’nin kaybettiği seçimleri iptal etmek istedikleri söylediler. On sene zor tahammül ettikleri DP iktidarını alaşağı edip devlet başkanlığı makamına kurulan Orgeneral Cemal Gürsel, CHP Genel Başkanı İnönü’yü telefonla arayarak: “Paşam! Emirleriniz bizim için Peygamber buyruğudur!” demiştir.
CHP’nin eskiden beri istediği bu durum (iktidarların muktedir olamaması) 60 İhtilalinden sonra 61’de yapılan anayasa ile perçinlendi. Böylece devlet denetimi ve yönetimi, milletten ve milletin seçtiklerinden çıkarak atanmışların bulunduğu üst kurullar ve kurumlara geçti.
Zavallı Demirel, % 52 oy alarak tek başına iktidar (!) olmasına rağmen bir TRT Genel Müdürü bile atayamazdı.
Mesela geçen günlerde Yüksek Askerî Şûra toplantısı oldu; Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı değişti. Sessiz-sedasız tereyağından kıl çeker gibi suhuletle gelip geçti.
Resmen ve alenen millete ve yöneticilerine deli gömleği giydiriliyor!
Genç kuşaklar hatırlamazlar ama o netameli günler milletimizin hafızasından silinmemelidir.
Bu ülkede milletin seçtiği iktidarı alaşağı edip, başbakanı ve iki bakanı asıp diğer bakanları ve bütün milletvekillerini kodese tıkadılar. İşledikleri bu cinayete ‘bayram’ adını verdiler: ‘Hürriyet ve anayasa bayramı’! Ve bu uğursuz günü bu milletin evlatlarına bayram diye kutlattılar.
Yetmedi cumhurbaşkanlığı makamını vesayete peki diyecek askerlere adeta peşkeş çektiler. Sandıktan çıkmış siyasi partilerin göstermek istedikleri askerleri, aday bile kabul etmediler.
Bu yüzden cumhurbaşkanlığı seçimi hep sıkıntılı olmuş, siyasi partilerle askerler arasında sürekli gerilim konusu olmuştur. Askerlerin, bir sivili o makama layık görmediklerinden olacak ki cumhurbaşkanlığına adaylığı söz konusu olan Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, askerler tarafından çağrılıp ölümle tehdit edildi. O da yurtdışına kaçarak canını zor kurtarmıştı.
Vesayet kafası millete ve milletin seçtiklerine güvenmiyordu; belirli makamlara (cumhurbaşkanlığı gibi) kendi istedikleri askerler, sivillere dayatılarak seçtiriliyordu. Ve bütün kepazeliklerin adına ‘demokrasi’ deniyor ve millete bunun bayramı yaptırılıyordu.
Millet ya delirecek ya da otuz iki dişini sıkarak sabırla gerçek demokrasi şafağının sökmesini bekleyecekti. Güvenmedikleri bu millet yapılan her seçimde sandığın hakkını verdi, her seferinde yeterli çoğunlukla seçimlere iştirak etti.
İşte bize biçilen kefen buydu; devlet ve millet hayatımızın neredeyse son iki asrında adeta burnumuzdan soluduk.
İnancımız (İslamiyet) bize en üstün olmamızı emrediyor. Ama gerçeğimizi ceket astarımızın içinde unutunca neye memur olmamızla birlikte kendimizi de ve sahip olduğumuz bütün değerlerimizi de unuttuk.
Kendimiz olmaktan soyutlanınca onun-bunun taklitçisi olmayı maharet bildik.
Bize reva görülen sözde demokrasi ile ‘Küçük Amerika’ olacaktık; ABD’nin 51. Eyaleti bile olamadık! NATO’da idik lakin NATO’nun nimetlerinden faydalanamadığımız gibi bütün külfetlerine katlandık.
NATO, en lazım olduğu anlarda bizi yüzüstü bıraktı; savaş halinde NATO silahlarını kullanamazsınız dediler ve güvenliğimiz tehlikeye düştüğünde sınırlarımızda konuşlu Patriotları söküp ülkelerine taşıdılar ve bizi savunmasız bıraktılar.
Batı’nın sözde dost ve müttefiklerimizin bize bu gözle bakmasını bir dereceye kadar anlayabiliyoruz. Zira onların kralları asırlar boyunca bizim ecdadımızın atının üzengisini öpmekle şerefyap oldular. Bundan dolayı bize karşı kinliydiler ve fırsat (güç) ellerine geçince intikam alıyorlardı.
Peki içimizdeki bazılarına ne oluyor; onlar neden Batı’dan daha Batıcı ve daha önemlisi kendi halkına ve halkının değerlerine yabancı ve hatta düşman kesiliyor?
Neden içimizdeki birileri din, dini bir öğüt söz konusu olduğunda aslan görmüş yaban eşekleri gibi ürküp yüz çeviriyorlar?