Yine eski düşünürler, insanı konuşan hayvan diye tarif ederlerdi, sözde dil devrimcileri konuşmamızı engelleyerek bizleri hayvan derecesine indirmek istiyor.
Alfabemizi değiştirirken ilk düğmeyi yanlış ilikledik ve o günden beri, dilde hemen her şey yanlış gitti. Eski alfabeyi (elifba) kullanırken, ‘lügat’ diye bir ders okutulurdu. Bu derste öğrenciler, kelimelerin hangi dilde olduklarını, yapılarını, yani etimolojisini, ne olduklarını (isim, sıfat, fiil, edat vb.) köken ve türeyişlerini, telaffuzlarını öğrenirlerdi.
Böyle bir ders okutulmayınca, dilin anahtarı kaybedilmiş olur; dolayısıyla dilin labirentlerinde gözleri kapalı, el yordamıyla dolaşır olduk.
Bu yetmemiş gibi, dili tabii seyrine bırakmadık; kasapları beyin ameliyatına soktuk, dilde uydurukçuluk peşine düştük ve dili, büsbütün çığırından çıkardık. TDK, kurulduğu günden beri dilimizle kedinin fareyle oynaması gibi oynadı.
Gün geldi şapka işaretini koydu, gün geldi kaldırdı. Şu anki imla kılavuzlarında şapka işareti kullanılmıyor. En düzgün konuşması gereken haber spikerleri bile birçok kelimeyi yanlış telaffuz etmekten kurtulamıyor.
Mesela Hamit kelimesi: a harfinde şapka olup uzatılınca, hamd eden, öven manasındadır. A harfi kısa okunup, i harfinde şapka olunca uzun okunur ve hamd edilen, övülen manasındadır. İkincisi (övülen) Allahü Teâlâ’nın 99 isminden biridir.
Kar kelimesi de şapkalı ve şapkasız çeşitli manalara gelmektedir ve okunuşu birinde kalın diğerinde incedir.
Karaköy’ün göbeğindeki tarihi hanın adı
Belli ki dünyanın başına bela olan bu uğursuz, insan görünümlü yaratık kendilerinin tahrif ettiği (bozduğu) Tevrat’a göre; ‘Tanrı Yehova’nın İsrailoğulları için vadetmiş olduğu toprakları’ ele geçirmeden durmayacak.
İşin bundan da vahimi bu denli ham hayallerine, ABD’li yöneticileri de ikna etmiş olmasıdır. Netanyahu koca ABD’yi (Trump) parmağında oynatıyor.
Netanyahu’nun kayığına binen Trump, bindiği dalı kestiğinin farkında değil. O zannediyor ki Türkiye’nin de dahil olacağı bir Ortadoğu savaşı bölgesel olarak sınırlı kalır. İran ile İsrail’in birbirlerine füze atmaları gibi olur.
Bu çağda, dünya üzerinde hukuk tanımaz, insani değer bilmez, arsız-uğursuz ve pervasız bir şekilde soykırım işleyen terörist bir devlet var; ABD de bu aşağılık devletin arkasında durduğu için kimse sesini çıkaramıyor. O da köpeksiz köy bulmuşçasına değneksiz dolaşıyor!
Bütün bu cinayetlerin baş sorumlusu ABD’li yöneticilerdir; zira Netanyahu onlardan cüret alıyor.
Bütün bu hercümerç içerisinde, hedefteki asıl ülke Türkiye’dir. Netanyahu’nun attığı tüm adımlar, mahut hedefe, Anadolu topraklarına yöneliktir.
Bunun için de Suriye’de asla dirlik ve düzen istemiyor. Bizzat çıkarmış olduğu provakatif eylemlerle Suriye’deki unsurları birbirine düşürüyor ve karşılıklı katliamlar yaptırıyor. İstiyor ki Suriye’de iç savaş olsun ve ülke parçalansın.
Parçalansın ki ‘Davut Koridoru’yla Suriye’nin güneyinden başlayıp İran Kürdistanı’nı da içine alan, kendisine uydu bir Kürdistan kurulabilsin.
Nitekim son iki yüz yıldır, onca badire atlatmasına, başındaki halifeleri, padişahları, başbakanları, bakanları, milletvekilleri alaşağı edilip, şehit ve sürgün edilmelerine rağmen, bu millet otuz iki dişini sıkıp sabretti. Ciğerlerinden kan kustu, kızılcık şerbeti içtim diyerek sineye çekti.
Meclis’in duvarına sözde, ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ diye yazdılar lakin milleti ve milletin seçtiklerini hiçbir zaman insan yerine koymadılar. Onlara göre millet, kıllı, göbeğini kaşıyan, cahiller sürüsüydü. Kendisi ne idi ki, seçtikleri ne olabilirdi?
Dolayısıyla bu ülkenin idaresi darbeci zihniyet tarafından yürütülmeliydi. Onlar varken, başkaca hiçbir partinin iktidarı meşru olamazdı. Nitekim olmadı da...
Milletin seçtiği Adnan Menderes’e on sene zor tahammül ettiler, alaşağı edip darağacında sallandırdılar. Süleyman Demirel, Morrison ya da Sülü (davar çobanı) Demirel’di, Özal Çankaya’nın şişmanıydı, Erbakan takunyalı ve rejim düşmanıydı. Milletin seçip baş tacı yaptığı bu liderlerden Demirel’i, görevinden altı kez gönderdiler ama o, yedinci kez gelmesini bildi. Olmadığını görünce, onların kayığına binip, onların beğendiği bir Cumhurbaşkanı oldu.
Özal’ı zehirleyip öldürdüler.
Erbakan’ı alaşağı edip, arkasından teneke çalarak görevinden uzaklaştırdılar.
Erdoğan’ı daha belediye başkanı iken, şiir okudu diye kodese tıktılar ve siyasi yasaklı yaptılar.
Milletimiz, bütün bu olup biten kepazelikleri görüyor; içinde kopan fırtınaları dindirmek için gün sayıyor ve hepsinden önemlisi, bu fırtınaları dizginleyecek, sevk ve idare edecek, uğrunda ölünecek bir lider arıyordu.
İç ve dış vesayet odakları buna müsaade etmediği gibi; dünyada emsali bulunmayan CHP gibi yıkıcı, inkâr ve imha edici bir muhalefet de millet yararına yapılacak tüm yatırımları ve çıkarılacak bütün kanunları engellemek için ellerinden geleni artlarına koymaz, koymadı ve koymuyor.
Bu memlekette altı kez gidip yedi kez gelen ve vesayetin ve CHP’nin yıkıcı muhalefetinin karşısında ecel terleri döken Süleyman Demirel, yapmış olduğu başbakanlık hizmetini “Kızgın boğa üzerinde Rodeo” olarak tanımlamıştı!
Vesayet ve CHP zihniyeti bu milletin kalkınmasını ve refaha kavuşmasını istemez. Onlara göre, tepedeki kendilerinden olan bir avuç azınlık har vurup harman savurur ve gününü gün ederken milletin kahir ekseriyeti işsizlikle, açlıkla, yoklukla boğuşmalıdır.
Mahut vesayetin oluşturduğu bürokratik oligarşi de sözde iktidarlara ayak bağı olmuş ve ‘mevzuat’ diyerek millete hizmetin önünü tıkamıştır.
Demokrasinin dördüncü (bizde birinci) gücü olan medya ise on parmağında on kara ile iktidarları her daim karalamış; yalan yanlış haberler ve envai çeşit iftiralarla iktidarları alaşağı etmede etkin rol oynamıştır.
Sayın Erdoğan, “Manşetlerle vuruşa vuruşa bugünlere geldik!” diye boşuna demiyor.
Düşünün: Bu ülkede başbakanın hanımının başörtülü diye askeri hastanede yatmakta olan bir sanatçıyı ziyaretine müsaade edilmedi. Başbakanın hanımına bunu yapan zihniyet sıradan vatandaşın hanımına neler yapmaz? Nitekim evladını şehit veren başörtülü anne tören salonuna alınmadı; hasbelkader içeri girebilen bir anne ise general tarafından salondan kovuldu.
Halbuki yalnızca bu aşağılık hareket (Maraş’ta Fransız askerinin Türk kadınının başörtüsünü açmaya yeltenmesi yüzünden), Kurtuluş Savaşı başlattı. Bu general de Fransız askeri olmadığına göre bu millet ne yapsındı? Milletin oy verip başına geçirdiği ve bütün bu kepaze sorunları çöz dediği; her tarafından kuşatılmış, eli kolu bağlı başbakanlar ne yapsındı?
Lider dediğin; temizlik yapmak istiyorsa, suya sabuna dokunacak, elini taşın altına koyacak, risk alacak ki tarihi başarıların altına imza atmış olsun.
İki asır öncesinde diz çöktürülmeye çalışılan ülkemiz, o gün bugündür çok ağır sorunlarla boğuşuyor. Bunların başında vesayet ve hemen onun yanı başında da terör sorunu vardı.
Vesayetle siyasetin alanını daralttılar ve sözde iktidarları adeta belediye hizmetlerini görmeye memur addettiler. Belediye hizmetlerinin dışına çıkmak isteyen siyasetçileri de envai çeşit darbelerle indirdiler ve dünyayı kendilerine dar ettiler.
Vesayet bizi bizden koparmış, bizi biz olmaktan çıkarmış ve tamamen dış güçlerin emrine vermişti. Vesayet hemen her şeyimizi kısıtlamıştı; dişe dokunur, özellikle savunma sanayisinde bir şey üretmemize müsaade etmiyor, en ufak bir kalkınma hamlesinde darbe yapıp ülkemizi onlarca yıl geri götürüyordu.
Uydusu bulunduğumuz dış vesayet odaklarına göre ne olmalıydık ne de ölmeliydik; sürünerek yaşamalıydık. Her on yılda bir darbe yaparak sözde olan demokrasimizi bile rafa kaldırıyor ve askeri idarelerle bu aziz milletin burnu yerlerde süründürülüyordu.
Dünyanın en kanlı terör örgütünü başımıza bela ederek ülkemizin kaynakları tükettiriliyor ve bu koca ülkeye on yıllar boyunca yerinde patinaj yaptırılıyordu.
Sayın Erdoğan, ilk gençlik yıllarından beri siyasetin içinde olup ülkemizde, bölgemizde ve dünyada olup bitenleri yakından takip eden birisiydi ve hepsinden önemlisi eski liderlerin hiç birisine benzemiyordu. Çocukluk (orta-lise) arkadaşım olan kendisini yakından tanıyordum; idealist bir insandı ve tam bir dava insanıydı. Bütün bu zorlukları bilerek ve isteyerek bu işe soyundu. Eskilerle ve onların zihniyetleriyle ülke vesayetten ve terörden kurtarılamazdı.
Orada ABD’li Barış Gönüllüleri ile tanıştım. Bayandılar, bir-ikisi ile dostluğumuzu ilerlettik. Görünüşte, bizim ortaokul ve liselerimizde İngilizce öğretiyorlardı ama el altından araştırma yapıp Türk halkının nabzını tutuyorlardı.
Sonuçta şu kanaate vardıklarını bana itiraf ettiler: ‘Dine karşı çıkılarak, Türkiye’de hiçbir şey yapılamaz! Türkiye gibi toplumlarda bir şey yapmak isterseniz mutlaka dini kullanmalısınız! Ancak bu şekilde başarılı ve kalıcı olursunuz!’
1974 yılında Ankara’da Yukarı Ayrancı Şube Müdürü idim. Cuma namazı sonrası arkadaşlar yakında bir yere çaya davet ettiler, gittim. Bir binanın zemin katında, yaşları 9-11 arasında olan 400 çocuk vardı. ‘Bunlar, Türkiye’nin çeşitli okullarından seçilmiş süper zeki çocuklardır’ dendi. Bunlar, devlet gözetiminde eğitiliyor ve geleceğin, her kademedeki yöneticileri bunlardan çıkacak denildi.
Benim aklıma Osmanlının ‘Enderun’ eğitim sistemi geldi; çakmak bakışlı, cıvıl cıvıl bu süper çocukları görünce doğrusu sevindim ve duygulandım. Bütün bu yapılanmaların 15 Temmuz’un alt yapısı olabileceğini nereden bilebilirdim?’
Meğerse o öğretmenlerin görevlerinden biri de bu tip zeki çocukları tespit etmekmiş.
Görüyorsunuz değil mi sevgili okuyucularım; dünün süper gücü olan Osmanlının devşirme metodunu bugünkü süper güçler (ABD) Türkiye’ye uyguluyor ve bizi içeriden vuruyor!
Yine dikkat edin; Türkiye’yi yabancılara peşkeş çeken bütün anlaşmaların altında İsmet İnönü imzasının olduğunu görürsünüz! Neden sonra (1972’de) ‘Barış Gönüllüleri’nin zararı görülüp, faaliyetlerine son verildi ama...
Aynı tehlike bugün için de söz konusudur; özellikle dini (sözde tarikat) yapılanmalarına çok dikkat etmek gerekir. Zira bunlar, din kisvesi altında, uluslararası casusluk şebekelerinin kol gezdiği ve her türlü melanetin işlendiği arenalardır.
Büyük bir İslam aliminin ifadesiyle; İslamiyet’i bir fidana benzetirsek, diğer milletlerin düşmanlığı, bu fidanın dallarını veya bedenini kesmek gibidir. Ne kadar kesilse de bu fidanın yeniden filizlenme ve yeşerme ihtimali vardır. Yani bu budama veya kesme işi fidanı büsbütün yok etmez, edemez.
İngiliz’in düşmanlığı böyle değildir; İngiliz İslam fidanına dost gözükür, onun dibini kazar, havalandırır, gübreler ve sular; görenler de İngiliz’i gerçek İslam dostu sanır. Gecenin yarısında, kimsenin görmediği bir anda, fidanın dibine kezzap (zehir) döker ve onu kurutup, öldürür.
İngiliz, bu denli düşmanlığını, içimizdekileri para, mevki, kadın vb. ile devşirerek, onlar vasıtasıyla gerçekleştirir. İslam fidanı kuruyunca da başında ağlayıp vah vah eder ve yine kendini İslam sevdalısı gösterir!
İngiliz’in bu denli azılı İslam düşmanlığından da daha düşman olan ve İslam gözüküp onu çığırından çıkaranlar ise içimizdeki kimi haramzadeler ve türedilerdir. Bunların başında vaktiyle Şemsettin Günaltay (eski medreseli, felsefeci ve İnönü’nün başbakanı) geliyordu; şimdilerde ise yığınla türedi sözde ilahiyatçı profesör, Şemsettin Günaltay’a taş çıkartıyor, sapıklıkta ondan da ileri gidiyorlar.
Şemsettin Günaltay, medeni ayetleri (Medine döneminde inen ayetler) geçerli saymıyor ve onların hükmü o zamana aitti diyordu.
Kuran’ı Kerim’in kıyamete kadar baki ve geçerli olduğunu inkâr ediyordu. Bugünkü kimi sözde ilahiyatçılar da aynı şeyi söylüyor ve hatta daha da ileri giderek, bazı ayetleri, haşa ‘Peygamber uydurdu, onlar Allah lafzı değildir’ diyorlar.
Çocuklarımızı, din öğrensin ve öğrendiği dinini başkalarına da öğretsin diye bu kişilere teslim ediyoruz! Ondan sonra da bu ilahiyat mezunlarından niye deist ve ateist çıkıyor diye yakınıyoruz.
Bütün bunların temelinde; dinin, resmi veya gayri resmi (sözde tarikatlar) dini kurum ve kuruluşların, başıboş olmaları yani devletin himaye ve kontrolünde olmaması yatıyor.
Haklı haksız, bilinçli bilinçsiz birçok vatandaş eğer iktidara kızgın, kırgın ya da karşıt ise en güçlü gördüğü muhalefet partisi etrafında toplanmaya, bu şekilde de iktidara ders vermeye veya alaşağı etmeye çalışmaktadır.
Vatandaşın bu çerçevedeki amacı demokratik bir hakkıdır, doğal koşullarda ve samimi duygularla gelişen bu tür bir tavra kimsenin itiraz etme hakkı ve haddi de yoktur.
Ancak sorun; bu muhalif vatandaş topluluğunu meydana getirmek, sayısını artırmak ve bunlarla sonuç almak için başvurulan yol, yalan ve iftira yöntemleridir. Ve daha da büyük sorun bu yolun kasıtlı, art niyetli ve gayri milli mahfil ve merkezlerle ilişkili, ilintili, güdümlü olmasıdır.
Yakın zamanlara kadar sıkça CHP’nin ana muhalefet olmasının, her seçimden önce ‘mecburen’ verilen oylar ile hak etmediği bir şekilde konumunu korumasının Türkiye’nin demokrasi gelişimindeki takoz ve mayın olduğunu bizzat birçok CHP’li dile getirir: ‘Keşke CHP, vakıf ve müze olsa da yerine çağdaş ve demokratik bir sosyal demokrat parti kurulabilse, toplumsal muhalefet, etnik ve mezhepsel dayanaktan uzaklaşsa’ denirdi.
CHP, bu sakat bakıştan kurtulamamışken, özellikle futbol dünyasına egemen olan ‘müteahhit ekonomisi’ geldi. Ekrem İmamoğlu üzerinden birçok CHP belediyelerine ve bizzat CHP’nin kendisine sirayet etti, çöktü, adeta el koydu. İşte İstanbul, İzmir derken; Adana, Antalya ve Adıyaman Belediye Başkanları, birçok ilçe belediye başkanı gözaltına alındı, tutuklandı, görevden el çektirildi.
Peki CHP, bu kötü örneklere rağmen değişiyor ve akıllanıyor mu?
Hayır. Asla bir nebze dahi ders almıyor.
Kibir ve küstahlıkla yanlış yapmaktan, haksız ve hukuksuz davranmaktan uzaklaşmaya çaba dahi sarfetmiyor. Pişkinlik ve arsızlıkla yanlışlarını tekrarlayarak, usulsüz, hukuksuz ve şaibeli işlem ve ihalelerle ‘doymaya’ çalışıyor.