Böylece, ulaştığı geniş kitleleri de efsunlamasını bildi. Şöhrete ulaştıktan sonra, kendi şeyhliğini ilan etti. Nurculuk konusunda da samimi olmayıp takiye yapmıştı.
Dini görünümlü bir cemaatin içine girip onları, dinen ifsat edebilmenin zorluğu ortada iken, bunu nasıl başardı dersiniz? Zira tereciye tere satarak, onları efsunlamak kolay olmasa gerektir!
Zira dinini bilmeyen şeytanın maskarası olur. Bu iblisi dinleyenler dinlerini gerektiği gibi bilselerdi, değil bunun peşinden gitmek, bunu konuşturmaz ve behemehal (her şartta) huzurlarından kovarlardı.
O, bomboş, ıpıssız bulduğu tarlaları istediği gibi sürdü, zehrini kustu ve itiraz namına hiç kimseden ses seda çıkmadan sahte şeyhliğini sürdürdü.
Dünün Türkiye’sinde bunu yapamazdınız, yaptırmazlardı. Nitekim din adamı kılığındaki İngiliz casusu olan Cemaleddin Efgani (gerçekte İranlı Şii) İstanbul’daki bir konferansında ‘Peygamberlik zanaattır’ deyince, kızılca kıyamet kopmuş ve bu şahıs ülkeden kaçmak zorunda kalmıştır.
Şimdiki casus olan F. Gülen iblisi ise, kardinal olup, ‘Dinlerarası diyalog’ toplantılarıyla; ‘Muhammed Allah’ın resulüdür denmesi gerekmez’ diyerek, hutbelerde okunan ‘Allah indinde hak din yalnızca İslamiyet’tir’ ayet-i kerimesini adeta yasaklayarak hiçbir camide okutmadı.
Etrafındakiler de bön bön bakıp durdu.
Bu kişi, sözde dini sohbetlerinde Allah’ın kendisinde tecelli ettiğini (Allah olduğunu) söylediğinde cemaat denilen aynı güruh kuzu kuzu dinledi.
Eyaleti gibi kullanmaktan maksat, onlara, kendi eyaletlerinin sahip olduğu hakları vermek değil, bilakis onlara köle muamelesi yapmak ve o ülkelerin yer altı ve yer üstü bütün zenginliklerini sömürmektir.
Eyaleti gibi gördüğü bu ülkeleri de zombileştirilmiş eyalet valileri ve kendisine uşak olarak yetiştirdiği ve devşirdiği her kademedeki zombi bürokratlar eliyle yönetir.
Bu yöntem, ülkelerin askeri güçle, zorla işgal edilmeden, kolaylıkla kendiliğinden teslim alınmasıdır. Bu yöntemle işgal edilen ülkelerden bir daha çıkış, kurtuluş ve bağımsızlık söz konusu değildir.
Askeri işgaller hem çok pahalı ve ağır bedeller gerektiriyor ve üstelik bu durumun sürekliliği temin edilemiyor. Yabancı işgaline karşı yerli halk bir şekilde uyanıyor ve bağımsızlık savaşı başlatıyor.
Bu duruma tipik örnek, Fransızların Cezayir’i, askeri güçle işgal etmeleridir. Cezayir’in esaret hayatı 124 sene sürdü; Cezayir halkı 1954’te ayaklandı, sekiz yıl süren direnişten sonra Fransızları ülkelerinden kovdular.
Cezayir’in işgali ve bu durumun sürdürülmesi Fransa ekonomisini bitirdiği gibi, ülkeye çok ağır bedeller ödetti. Milli kahramanları olan De Gaulle’ü tam yetkiyle göreve davet ettiler. De Gaulle’ün ilk işi Cezayir’den çıkmak oldu. Böylece Cezayir de Fransa da kurtulmuş oldu.
FETÖ tipi yapılanmalarla, ülkelerin kendi içlerinde, celladına aşık kadrolar yetiştiriliyor ve onlar marifetiyle ülkeler, uhuletle-suhuletle ve masrafsız olarak yönetiliyor.
Zaten ABD’yi de ABD devleti yönetmiyor; ABD derin devleti denilen, küresel çapta etkinlikleri olan 8-10 şirket yönetiyor. ABD devletinin ne parası var ne herhangi bir silah fabrikası veya bir petro-kimya tesisi var. ABD’deki bütün büyük işletmeler özel sektörün yani mahut ailelerin elindedir.
Sözde Sovyetler’in komünizm tehdidine karşı bir savunma aracı olarak İslamiyet’i kullanmak için ABD tarafından geliştirilen bu proje, Sovyetler dağıldıktan sonra da devam etmiş ve bu kez aynı güç, ilgili devletleri dönüştürmekte kullanılmıştır.
ABD, İngiltere ve İsrail yapımı bu korkunç proje ile artık hiçbir devlet gerçek manada bağımsız olmayacaktı, olamayacaktı.
Olmadı da...
Bütün branşlarda kadrolar yetiştirilerek devlet kademelerine yerleştirilecek ve böylece paralel devlet yapısı oluşturulacaktı. ‘Truva Atı’ şeklinde kendini gizleyen örgüt, bir işaretle ayaklanacak ve devleti tüm kurum ve kuruluşları ile ele geçirecekti.
Tarih boyunca bütün toplumlarda milliyetçilik ve din başat unsurlar olmayı sürdürmüştür. Art niyetli olanlar da bu iki unsuru kullanarak kötü emellerine hizmet etmek istemişlerdir.
Malum komünizm dini yasaklamıştı, şu halde dinsizlikle mücadelede kullanılmaya en elverişli unsur din ve dindarlar olmalıydı. Onlar da öyle yaptı.
Türkiye’de komünizmle mücadele dernekleri kuruldu MİT (Müsteşar Fuat Doğu) tarafından, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür vasıtasıyla Nurcu görünümlü bir vaiz olan F. Gülen devşirildi.
Ağzı iyi laf yapan, Said-i Nursi Külliyatı’nı ezbere bilen, konuşma esnasında salya sümük hıçkırarak ağlayabilen bu adam tam da gökte aranıp yerde bulunan yarı meczup bir tipti.
Yaşı müsait olanlar hatırlayabilir; bilgisayarda zaman geçirir, oyun oynardı. Bu görüntüler, birçok insana bilgisayarın önem ve yerini anlatan ‘zihin kodu’ olmuştur.
Yine Özal, Türkiye’nin uzay boşluğunda ‘gelecek’ için yer kapabilmesi amacıyla 2’nci el Çin uydularından satın aldırıp uzayda yerleştirtmiş, bugün övündüğümüz Türksat’ın varlık yolunu açmıştır. Bugün uzayda sadece 58 ülkenin ve 20 organizasyonun uydusu bulunmaktadır. Uzayda askeri nedenlerle olanların sayısı tam olarak bilinememekle beraber toplamda tahminen 7 bin uydu yörüngeye oturtulmuştur ve Türkiye 4 uydusu ile bu varoluşta pay sahibidir.
Rahmetli Özal, Cumhurbaşkanı olarak Köşk’te bilgisayar ve disket ile zaman geçirirken O’nu ‘ti’ye alanlar, uydu konularını açtığında ‘gereksiz harcama’ diye saldıranlar bugün nerededir?
Merak etmeyin kaybolmadılar...
Bu ‘toptan reddiyeciler’, kuşaklar ve isimler değişse de aynı ‘bulanık zihni’ miras olarak bir sonraki ‘reddiye kuşağına’ devretmektedirler.
Toptan reddiyeciler bugün Türkiye’nin güncel ekonomik ‘darlığından’ zevk alırcasına Türk Uzay Ajansı kurulması ile küçümseyerek dalga geçmekte, Alper Gezeravcı’nın ilk Türk astronotu olmasını tahammülsüz ifadelerle eleştirmektedir.
Toptan reddiyeciler, Türk Hava Yolları’nın 2000’lerin başında 65 olan yolcu uçağı sayısının 456’ya ulaştığını, dünyada en fazla noktaya uçuş yaptığını dahi halen kabullenemiyorlar.
Üstelik, Pegasus gibi özel şirketlerin dahi 105 uçağı olduğunu düşünürseniz Türk Hava Yolu işletmeciliğinin nereye ulaştığını anlarsınız. Oysa, İstanbul Havayolları, Sultan Havayolları, Vip Airlines, Alfa Airlines, Onur Airlines, Atlas Jet gibi birçok şirket de tarihte yer aldı.
Dava ‘rastgele’ ve günübirlik ise, o güncel gelişmelerden faydalanmaya çalışan bir kişinin ‘manfaatsever’ yaklaşımıyla ilişkilidir denilebilir. Ve adına dava veya benzer başka bir şey deseler de esasında o dava da değildir. Dava, damıtıla damıtıla gelmiş, her dönem çok insan tarafından benimsenmiş, içindeki doğrular uygulandıkça madden ve manen etrafını beslediği görülendir. Bu nedenle kişisel ihtirasını, günlük siyasetin sunduğu fırsatı kendine zemin gören ile var olan bir davayı yükseltmek ve yüceltmek için çaba gösteren aynı değildir.
Türkiye’nin bir ‘davası’ vardır. Bu, Lozan’da tırpanlanmış olsa da son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın kabul ettiği Misakımilli’dir.
Türkiye’nin bir ‘davası’ vardır. Bu, mazlum milletler ve sömürülen ülkelerin bu durumdan kurtarılmasıdır.
Türkiye’nin bir ‘davası’ vardır. Bu, devletine kalpten bağlı, aidiyeti tartışmasız, mirasyedi ve mandacı kafa taşımayan, özü sağlam insanlardan oluşan bir milleti kalkındırmak, adil, eşit bir düzende refaha ulaştırmaktır. Soru şudur; sadece üç açıdan kısaca değindiğimiz bir davası olan ülkeyi kim ya da kimler yönetebilir?
Bu topraklara pamuk ipliği ile bağlı, en küçük bir bahanede çekip gitmeyi kendine yol edinen, buna beyin göçü dedirterek kendi beynini ‘önemseten’ kişiler bu millete ne zaman ve ne kadar ait olmuşlardır?
Aidiyeti tartışmalı kimliklerin alkışladığı siyasi kişiler memleketin ‘davasını’ alıp anlayıp yürütebilirler mi?
Yoksa, memleketin başına 15 Temmuz gibi bir alçaklık geldiğinde sokağa çıkan, tankın önüne yatan, yaşı 15 bile olsa şehit olan kişilerin peşinden gittiği siyasi kişiler mi ‘davanın’ bayraktarı, emektarı, çilekeşi olabilirler?
Bugün memleketin özellikle bazı ‘zengin’ mahallerinde, dedesinin bahçeli köşkünü, konağını müteahhitte vermiş bahçeye diktirdiği çok katlı, gökdelen tarzı binadaki kiracılarından geçinen insanlar vardır (tuzu kurular). Bunların maddi imkân boyutuna göre birçoğunun ayrıca yurtdışında evleri, oturma izinleri ve vatandaşlıkları da bulunmaktadır. Kendi bahçeli konağını betona döndürten ve bundan ömrü boyu istifade eden bu zevat, günün tamamında başkalarına ‘kentleri beton yığını yaptılar’ diye saydırmaktadır.
Toptancı reddiyeciler Türkiye’mizde 102 Teknopark’ın tamamına yakının son 20 yılda kurulduğunu da duymamışlardır.
Toptancı reddiyeciler 19 Serbest Bölge ile Türkiye’nin küresel ticarette konum geliştirdiğinin de farkında değildirler.
İşte bu 3 sayı ve sadece TeknoFest organizasyonunun geldiği nokta ‘profesyonel cenaze evi ağlayıcısı’ gibi davrananların ne denli haksız saldırgan olduklarını ortaya koymaktadır.
Recep Tayyip Erdoğan döneminde Türkiye birçok başarıda örnek bir durumu, ilk olmayı yaşamıştır.
Polonya, Varşova’da daha büyük bir havalimanı inşa edene kadar İstanbul Havalimanı Avrupa’nın tartışmasız en büyüğüdür.
‘Milli Yeterlilik’, yerli malı haftasında mandalina ve elma düzeyinde yapılan müsamereden kurtarılmış, insansız hava aracı, milli savaş uçağı gemisi, yerli otomobil, milli motor, elektrikli traktör konumuna yükselmiştir.
Türk müteahhitleri dünyanın en büyük ilk 250 şirket içinde tam 44 adetle yer almış, Türkiye 2. duruma gelmiştir. Bu müteahhitler arkalarında hükümet gücü, siyasi ve diplomatik kolaylaştırma, başta Eximbank olmak üzere finansal destek olmasa, bizzat Recep Tayyip Erdoğan’ın talepkâr takibi bulunmasa, o noktaya mı geleceklerdi?
Recep Tayyip Erdoğan
Önyargı arınması ifade olarak yazması kolaydır da gerçekte yapılabilmesi çok zordur. Tarih ve olayları bilmek, vicdan ile muhasebeleştirmek ve gelecek hakkında öngörü sahibi olmak şarttır. Bunlardan herhangi birinin eksikliği formülü bozar, kişinin yaklaşımını eksik ve dengesiz hale getirir.
Recep Tayyip Erdoğan’dan, SSK Müdürü Kemal Kılıçdaroğlu’ndan batak devralınmış sosyal güvenlik sistemini Norveç düzeyinde maaş dağıtır hale getirmesini beklemek ne denli gerçekçidir?
Memlekette 38 yaşında insanı emekli eden siyasi sorumluluk, bu yaşta emekli olmayı içine sindiren ahlaki zaaf çokça bulundukça kim, neyi, nasıl düzeltebilecektir? Emeklilikte yaşa takılanlar diye ifadelendirilen durumun Hazine’ye yükü ortada iken, emekliler maaşlarının azalmasından şikâyette ne denli haklı iseler, erkenden oluşan haksız yüklere de karşı çıkmamakla çıkan sonuca baştan razı olmaktadırlar.
SGK’nın 2023 yılında yaklaşık 60 milyar, 2024’te yaklaşık 114 milyar TL açık verdiği, vereceğini söylersek, düşük maaşlarla dahi durumun vahameti belki anlaşılacaktır.
Niye bu açıklamayı yazdım?
Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’nin bekası ve geleceği için önemini ve yaptıklarını yazıyorum. İç siyaset ve ekonomiden bağımsız bir değerlendirme sürdürüyorum. Bu yazdıklarımın içeriğinde anlatılanları, aynı şekilde yapabilecek 2. bir siyasi kimlik var mı etrafta? Onu söyleyiniz... Yok!
Vakti zamanında Türkiye’nin kendince ‘ oyun kurduğu ‘ ve ittifaklar meydana getirdiği anlatılır ve bununla gurur duyulurdu. 1934’de Atina’da Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında Balkan Antantı imzalanmıştı. Türkiye, İran ve Irak arasında 1935’te Sadabat Paktı’nın neden Cenevre’de imzalandığı hiç tartışılmazdı. Fransa, İngiltere, Yunanistan vs gibi ülkelerle birçok ‘saldırmazlık’, ‘dostluk’ gibi anlaşmalar kaleme alınmıştı.
İkili veya çoklu ilişkilerde Türkiye geçmişe kıyaslanamayacak derecede büyük diplomatik beceriler sergilemektedir. Sadece 2017’de BM Genel Kurul’unda İsrail’e karşı alınan oylama başarısı (Kudüs’te diplomatik misyon kurulmaması ) bir göstergedir. Veya BM Güvenlik Konseyi’ne Türkiye geçici üye olmayı seçilerek başarabilmiştir.
Milliyetçi Hareket Partisi’nin 1997 yılında kurucu ve karizmatik lideri Alparslan Türkeş’in vefatı sonrasında Genel Başkanı olan Devlet Bahçeli’nin sorumlu devlet adamı bilgeliği bu ‘yeniden birleşme’ ve ittifakın temel gücü oldu.
Zaten Ekim 1991’de genel seçimlere o zaman Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah Partisi, MHP ve IDP (Aykut Edibali -Islahatçı Demokrasi Partisi / sonradan Millet Partisi) ittifakı olarak RP çatısı altında girmişler, baraj riskini bertaraf etmişlerdi. Kaldı ki 1980 darbesi olduğunda MHP Genel İdare Kurulu’nun en saygın kişilerinden biri, partinin ideoloğu olarak bilinen kişisi (yakından da tanıdığım) Seyyid Ahmet Arvasi idi. Arvasi ve MHP ‘Türk İslam Ülküsü’ yolunu dava olarak benimsemişlerdi.
Kısacası ‘milli’ olan görüş ve ‘milliyetçi’ olan hareket esasında ortaklık edebilecek, bütünleşebilecek bir maziye, inanca ve ortak siyasi geçmişe de sahiptiler.
Ne mutlu ki Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli, Türkiye’nin yarını ve ‘kendi’ olabilmesi için bu ‘yeniden inşası’nı birlikte yapmak iradesini ahenk içinde yürütmeye devam ediyorlar.
İçeride sağlanan bu ‘milli ahenk’, dünyanın en geniş coğrafyasına hükmeden Rusya Federasyonu ile olan ilişkilerde de faydalı yansımalara dönüştü, dönüşüyor. Yıllarca Kızıl Elma ve Turan ideali peşinde koşan Sultan Galiyev, Enver Paşa gibi dava insanlarının ‘hayali’ ilk kez sonuca yaklaşmakta. ‘Dilde, fikirde, işte birlik!’ diye bir yön ortaya koyan, 1907’de Rusya’da ‘İttifak-ı Müslimin’ birliğini kuran İsmail Gaspıralı bugün Recep Tayyip Erdoğan-Devlet Bahçeli birlikteliğinin gücü, Erdoğan’ın görünen ve görünmeyen etki alanı ile Türk Devletleri Teşkilatı’nın kurulması ve ortak alfabe ile başlayan sürecin açılmasını sağlamıştır.
Anadolu’nun İslamlaştırılmasında Muhyiddin İbn-ül Arabi ve Ertuğrul Gazi’nin manevi birlikteliği bugün de şekil değiştirerek devam etmektedir. Putin Rusya’sı, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği döneminden farklı olarak Türk Dünyası’nın bütünleşmesinden rekabet ve düşmanlık endişesini kaldırmış, işbirliği ve dostluk potansiyelini kabullenmiştir. Avrupa Birliği içindeki Macaristan’ın Viktor Orban ile bu Türk dünyasının içinde bir asli unsur olarak yer alması ve Turan Kurultaylarına ev sahipliği yapması da yine bu son 20 yılda gerçekleşen vâkıâlardır.
Recep Tayyip Erdoğan, kenetlenmiş ve alfabe birliğinden dil birliğine, ortak para ve (yatırım finansmanı için) Türk Fonu kurmaya geçişi çalışan Türk dünyasına da samimi şekilde ‘ağabeylik’ etmektedir. Devlet Bahçeli, Türkçülükle övünen tüm ülkücülere bu ‘hediyeyi’ sağlayan en büyük ülkücü olarak kayda geçmiştir.
Kırgızistan -Türkiye Manas,