Nitekim bizim ülkemizde Meclis’in duvarındaki ‘Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir’ sözü hiçbir zaman kuvveden fiile çıkmamıştır. O ifade yaldızlı söz olarak kalmış; zira millet ve milletin özlem ve beklentileri hiçbir zaman dikkate alınmadığı gibi bunlara adeta savaş açılarak düşmanlık yapılmıştır.
Göz boyamak için milletin önüne seçim sandığı konmuş, lakin o sandıktan kimlerin seçilebileceğine bazen bir kişi bazen konsey adı altında üç-beş kişi karar vermiştir. Nitekim darbe dönemlerinde, darbe lideri paşanın onaylamadığı kişi ya da kişiler milletvekilliğine aday bile olamazlardı.
‘Güdümlü demokrasi’lerde piramidin en üstünde olması gereken millet en altta olup kendisi ve beklentileri kimsenin umurunda değildir.
Millet için iş yapılmaz, millete rağmen iş yapılır.
Millet, ciğerparesi kınalı kuzusunu güle oynaya askere gönderir. Al kanlara boyanıp vatanı ve milleti uğrunda şehit düştüğünde; ciğeri yanan, gözlerinden yaş yerine kanlar akıtan yaslı anneleri başörtülü olduğu için ya tören salonuna alınmaz ya da bir şekilde içeriye girebilmiş anne hakaret edilerek salondan çıkartılırdı.
İşgal güçlerinin bile reva görmediği bu zulmü millete dayatanlar, bu topluma kardeşlik mi aşıladılar yoksa nifak tohumlarını ekip kardeşi kardeşe düşman mı ettiler? Bütün bunları istikbalin tarihçisi yazacaktır.
İç ve dış vesayet odakları mahut nifak tohumlarını bilerek ve isteyerek ektiler; ektiler ki ülkede her daim kaos-kargaşa olsun, millet canıyla uğraşırken onlar da malı hamuduyla götürsün!
Mesela; 28 Şubat’ta ‘TÜSİAD, medya ve asker’ üçlüsü el ele vererek halkın seçtiği iktidarı alaşağı etti. İktidar partisinin kapısına kilit vuruldu, partinin ileri gelenleri siyasi yasaklı kılındı.
Her on yılda bir bunun için darbe yapılıp asker idareye el koyuyordu.
Demokrasinin adı şeklen vardı, lakin içerisi bomboştu. Halkın seçtiği başbakanlar hem millete hem de mahkemelere hesap veriyordu, ama atanmış bir genelkurmay başkanı adeta layüseldi (hesap sorulamaz bir varlık).
Bunların başbakana bağlılıkları yalnızca kâğıt üzerinde idi, zira pratikte hiçbir doğruluğu ve geçerliliği yoktu. Sivillerin ve askerlerin ortak toplantılarında (Milli Güvenlik Kurulu ya da Yüksek Askeri Şûra) oturma düzeni çok tuhaftı; askerler çoğunlukta idi ve başbakan ile genelkurmay başkanı, ikisi birden dikdörtgen şeklindeki masanın başında yan yana olacak şekilde yer alırlardı.
Yurtdışındaki NATO toplantılarında da rezil bir görüntü verirdik; her ülkenin savunma bakanları ön sırada, genelkurmay başkanı ise onun arkasında otururdu, bizim genelkurmay başkanımız ön sırada, savunma bakanımız ise onun arkasında yer alırdı.
O ülkeler de demokrasi ile yönetiliyordu; ya onlarda bir sakatlık ya bizde bir anormallik vardı, demokrasiyi onlardan aldığımıza göre demokratik kurallara uygun olan onların yaptığı idi.
Mahut toplantılarda askerler klasörler dolusu evrakla gelir, bunlarla başbakanlar hedef tahtasına oturtulur ve adeta şamar oğlanı gibi azarlanırlardı.
Bu zihniyet bugün CHP’de aynen devam etmektedir. Zira onlar ve mahut askerler kendilerini bu ülkenin hakiki sahibi görür ve bilirler, kendilerinden olmayan siyasileri ise gelip geçici misafir olarak değerlendirirler.
Ayrıca evlere şenlik TSK İç Hizmet Kanunu’nun bir 35. Maddesi vardı ki buna dayanarak asker aklına estiğinde darbe yapar ve kendilerini haklı gösterirlerdi.
Kimileri için, belli ki, utanma-arlanma, edep-haya sırra kadem basıp Kaf Dağı’nın ardına saklanmış!
Son günlerde su yüzüne çıkarılan, e-devlet üzerinden üretilen sahte diploma konusu, tipik bir FETÖ uygulaması olup, ülkemiz için milli güvenlik konusudur.
Hal böyle iken, ‘sahte diploma’ konusu mahkemelerce ayyuka çıkan İmamoğlu; utanıp yerin dibine girip, insan içine çıkamaması gerekirken, o, hiçbir şey olmamış gibi, gayet pişkince ‘sirkatin’ (kendi hırsızlığını) söylemeye ve onunla övünmeye devam ediyor:
‘Türkiye’de sahte diplomalar e-Devlet’e sahte e-imza ile kaydedilmiş, kimsenin haberi bile olmamış. Skandalın boyutları korkutucu ama iktidar için varsa yoksa benim diplomam ve Cumhurbaşkanlığı adaylığım. Yargı, halkın seçtiği başkanın hakkını engellemekle meşgulken, sahtecilik almış başını gitmiş. Bu tablo gösteriyor ki, asıl sorun adaletsizliktir. Ama az kaldı, siyasetin aparatı olan yargı düzeni de sahtecilerin cirit attığı Türkiye görüntüsü de bitecek, çürümüşlük son bulacak.’
‘Utanmadıktan sonra dilediğini yap’ sözü, hayasızlığın sonunun olmadığını ne güzel ifade ediyor.
Bu aşağılık, pespaye halin tipik misali, sahte diplomalı İmamoğlu’dur ve aynı İmamoğlu tıpkı ‘merd-i kıptı misali, şecaat arz ederken sirkatin söylemektedir’. Yani Kıpti, cesaretini ve mertliklerini anlatırken nasıl çaldıklarını anlatırmış.
İmamoğlu da boy aynasına bakıp; envai çeşit hırsızlıklarını, yolsuzluklarını, sahte diplomalarını kahramanlık gibi anlatıyor ve adete bunlarla övünerek; ‘memlekette sahtecilik almış başını gitmiş, korkutucu boyutlara ulaşmış, siz hala kalkmış benim diplomamla ve adaylığımla uğraşıyorsunuz’ demeye getiriyor.
Şu yüzsüzlüğe, şu pişkinliğe bakar mısınız?
Kılıçdaroğlu’yla da olmayacağını gören vesayet çevreleri, bu kez kaset yerine para gücünü kullanarak, kimi delegeler satın alınarak, alaşağı edilen Kılıçdaroğlu’nun yerine Özgür Özel’i iliştirdiler.
İliştirilme ile gelenler genel başkan olabiliyor, lakin bunların lider olmaları imkânsızdır. Uzaktan kumandalı bu tipler, sahiplerinin sesi olmak zorundalar. Özel, Kılıçdaroğlu’ndan beter çıktı; onun bir yalanını ve iftirasını, bu, bin yaptı; onun Türkiye’yi karalama ve yabancılara şikâyetini bu, ayyuka çıkararak gittiği her yabancı ülkede sergiledi.
Erdoğan’a ve Türkiye’ye müdahale etmeleri için adeta yalvardı.
Etrafımız ateş çemberi iken ve içeride PKK silah bırakma kararı almışken, milli birlik ve dayanışmaya muhtaç olduğumuz bu kritik dönemde en ufak bir sorumluluk üstlenmek şöyle dursun bilakis yangına körükle gitti, gidiyor.
Halkı sokağa dökmek tehdidiyle aklı sıra iktidarı korkutmak istiyor.
Belediyeler hakkında yürütülen irtikap, rüşvet, yolsuzluk soruşturulmalarının iddianamelerini beklemeden töhmet altındaki başta Ekrem İmamoğlu’nu ve diğer belediye başkan ve yetkililerini suçsuz ilan ediyor.
Bu telaş ve bu denli ölçüsüz, sorumsuz ve tehlikeli konuşmalar insana ister istemez, ‘Özel bu olayların neresinde?’ diye sorduruyor!
Biz, onu düştüğü çukurda bırakarak mahkemelerin sonucunu beklemek durumundayız.
İstisnası olmayan ise ‘hükmü galip olan belirler-koyar’ kuralıdır.
Dünya üzerindeki kuralları son birkaç asır boyunca Batı emperyalizmi belirliyor ve tatbik ediyor. Batı medeniyeti ifadesi sizi yanıltmasın, Batı’nın medeniyetle yakından ve uzaktan bir ilgisi yoktur. Kâğıt üzerindeki yaldızlı cümleler, insan haklarına dönük beyannameler, anlaşmalar, yalnızca gösteriş içindir.
Özellikle son üç yüz senedir dünyada cari olan sistem sömürgeciliktir. Kendilerine sözde medeni diyen Batı’nın vahşi sürüleri, gücü ellerine geçirince, dünyanın her köşesini talan ettiler; insanları öldürüp mallarını ve sahip oldukları zenginlikleri gasp ettiler. Bu sömürü düzeni bugün de aynen devam etmektedir.
Biz, geçen asrın başında girdiğimiz büyük savaştan yenilgi ile çıktık. Müstevlilerce kurulan yeni dünya düzenine mecburen uyduk. Zira galip gelenler hasımlarımızdı ve kuralları onlar belirleyip koydular ve bizi istedikleri gibi dizayn ettiler.
FETÖ’vari oluşumlarla bizi içeriden kuşattılar; terörün ve darbenin her çeşidiyle dize getirmeye çalıştılar. Adeta bizi deli addedip, meşguliyetle tedaviye tabi tuttular! Öyle ki toplu iğne bile yapmamıza müsaade etmediler.
İmal ettiğimiz uçakları yere gömdürüp üzerlerini betonla kapladılar. Kurduğumuz silah ve mühimmat fabrikamızı, havaya uçurdular, girişimcimizin parçalarını bile bulamadık.
1944 yılına kadar ordumuzun her türlü bomba ihtiyacını karşılayıp, onlarca ülkeye ihracat yapan Şakir Zümre’nin ‘Türk Sanayi Harbiye ve Madeniye Fabrikası’ kapattırılıp soba üretimine dönüştürüldü!
Aynı yıllarda
Selçuklu döneminde İmam-ı Gazali, Osmanlı döneminde ise Kâtip Çelebi mahut örgütlerin ipliğini pazara çıkardı.
FETÖ elebaşı F. Gülen yarım asır boyunca içindeki ufuneti din diye kustu ve bu süre zarfında hiç kimseden ses-seda çıkmadı. Özellikle dini kesimlerden ne Diyanet’ten ne ilahiyat fakültelerinden ve ne de dini cemaatlerden en ufak bir ses çıkmadı.
Bilakis hemen her kurum ve kişi, F. Gülen iblisini ve ona bağlı yapıları öve öve bitiremiyorlardı.
Mangalda kül bırakmayan mahut ilahiyat profesörleri, bu yapıya yaranmak ve hatta bu yapıdan beslenebilmek için adeta yarış halindeydiler. Bunların düzenlediği sözde ilmi Abant Toplantılarına katılıyor, bunların sağladığı beş yıldızlı otellerde kalınıp sözde tebliğler sunuyorlardı.
FETÖ şeytanı ömrü boyunca vaaz verdi, kitap yazdı; elli yıl boyunca, bu kişinin ne dediğine ve neleri yazdığına bakılmadı mı? Milyonları peşinden sürükleyen birinin dediklerini ve yazdıklarını bilmemek imkansızdır. Zira bu melun hemen her gün televizyonlarda ahkam kesiyordu.
Peşinden giden halk, cahildi, özellikle dini konularda zırcahildi. Dinini bilmeyen şeytanın maskarası olur misali bu kişiler, domatesi seçerken gösterdikleri özeni dinlerini öğrenirken göstermedi ve mal bulmuş mağribi gibi bu şarlatanın ardına düştü.
Neden sonra; devlet bu yapının terör örgütü olduğunu açıkladıktan sonra, Diyanet (Din İşleri Yüksek Kurulu) FETÖ’ hakkında bilimsel bir rapor hazırladı ve bu kişinin deli, söyleyip yazdıklarının da deli saçması şeyler olduğunu ve bütün bunların muazzez dinimiz İslamiyet ile bir alakası olmadığını delilleriyle ortaya koydu.
Ba’de harabi-l Basra!
Yönlendirmenin en kestirme ve en tesirli yolu da bu psikolojik savaşı yürütenlerce ‘afyon(!)’ addedilen dini kullanmaktır.
Bu aşağılık işin öncülüğünü dün İngiltere yapıyordu; bugün ise ABD’nin istihbarat teşkilatları başı çekiyor.
Dikkat ediniz: Bizim halkımız, çocuklarını FETÖ’nün okullarına sokmak için neden yarış halindeydi? Bu okullarda okuyan çocuklar, dinini-diyanetini bilen terbiyeli ve başarılı olarak lanse ediliyordu. Zaten görünen köy kılavuz istemiyordu; bütün sınavların en başarılıları bunlardı ve bütün kurum ve kuruluşlara bunların dershanelerinden ya da okullarından yetişenler girebiliyordu.
En önemli özellikleri ‘organize’ olmalarıydı; zira organize (teşkilatlanmış) bir avuç insan, başıboş (organize olmayan-dağınık) binlerce kişiye çok rahat hükmeder.
Herkes, bütün bu melanetler, on yıllar boyunca işlenirken devlet neredeydi diye soruyor.
Dışarıdan bakılınca haklı bir soru gibi gözüküyor lakin kazın ayağı öyle değil. On yıllar boyu devlet, hemen her kurum ve kuruluşuyla bunlar olunca; hangi devlet kimden hesap sorabilecekti?
Usta gazeteci Nedim Şener’in şu sözü, yaşanılan gerçeğin tam ifadesidir: ‘FETÖ devlete sızmadı, devlet FETÖ’ye sızdı!’. Zira devlet onlardı.
81 vilayetin 76’sının il emniyet müdürleri ve istihbarat müdürleri FETÖ’cüydü gerçeği her şeyi anlatmıyor mu? Askeri olsun, sivil olsun tüm resmi kurum ve kuruluşların durumu, bundan (Emniyet Genel Müdürlüğü) farklı değildi.
İran ve Mısır dahil bütün Ortadoğu ülkeleri onlar için ‘çerez’ kabilindedir. Hepsini, istedikleri gibi yönlendirir ve hükümleri altına alabilirler. Nitekim alıyorlar da...
İsrail’i, Ortadoğu’nun kalbine saplanmış bir hançer olarak kendileri kurdu. ‘Vaktiyle bu devleti kurmamış olsaydık bile bugün mutlaka kurardık’ diye kendileri söylüyor. Bütün bir Batı olarak hamiliğine soyundukları İsrail, onlar için ileri karakol hükmündedir.
Tarihte ve bugün İsrail’in (Yahudi) varoluş sebebi yeryüzünde fesat, bozgunculuk çıkarmak ve kan dökmek olmuştur. Dün, kendilerine gönderilen peygamberleri bile öldürdüklerinde böyleydi; bugün de çoluk-çocuk, kadın demeden savunmasız insanları kitleler halinde öldürdüklerinde aynıdırlar.
Onları her bakımdan destekleyip teşvik eden sözde Batı medeniyetinin de kendilerinden olmayanlara, özellikle Müslümanlara bakış açıları değişmez; onları insan addetmezler (saymazlar).
Yahudiler hem kendi kutsal kitapları olan Tevrat’ı hem de Hıristiyanlarca kutsal bilinen İncil’i tahrif ettiler, Yahudi inanışına göre değiştirdiler.
Bu çarpık inanışa göre sözde bir tanrı bellediler ve adına Yehova dediler. Bu tanrı yalnızca İsrailoğullarını esirgeyip bağışlayacak, diğer bütün insanlar ise İsrailoğullarına hizmet (köle) için yaşayacaklar. Onlara göre insan görülmeyen bu yaratıkların kanı, malı, ırzı, çoluğu-çocuğu, kapılarındaki hayvanlarına kadar bunlara helaldi.
Ve o tanrı Yehova, İsrailoğulları’nın üzerinde yaşamaları için kutsal topraklar,‘vadedilmiş topraklar’ vadetmişti. Nil ile Fırat nehirleri arasında yer alan bu topraklar, Türkiye’yi de kapsıyor.
Sayın