Fuat Bol

Asıl sorumlu kim?

8 Temmuz 2024
Bürokratik vesayetle illetli, sözde bir demokraside siyasetin yetki alanı belediye hizmetleriyle sınırlıdır dedik.

Sağ, sol veya merkez partilerden hangisi, tek başına da iktidara gelse, devlet işlerine karıştırılmadılar, karıştırılmazlar.

Hangi parti iktidarda olursa olsun köklü reformlar yapmasına asla müsaade edilmez.

Bakınız 2024 yılında bile hala darbe anayasasıyla idare edilmekteyiz.

1961 Anayasası’nı darbeciler yaptı; Süleyman Demirel yüzde 52’lik oyla tek başına iktidara gelmesine ve anayasayı değiştirmek için yırtınmasına rağmen tek bir maddesini bile değiştiremedi.

61 Anayasası’nı değiştiren de topyekûn ortadan kaldırıp yeni bir darbe anayasasını dayatan da yine darbeciler oldu.

Kendileri çalıp kendileri oynanan ve tüm bu oyunlarda seçilmişlerin esamisi dahi okunmayan bir demokrasiden bahsediyoruz.

Vur abalıya deyip siyasetçiyi yerin dibine sokuyoruz; bunu yaparken de isyan halindeki Yeniçeri gibi davranıyor ve ‘Söyletme-n (yin) vurun!’ diyoruz.

Vur ama önce bir dinle dahi diyemiyoruz, zira acı gerçeklerle yüzleşmek istemiyoruz.

Yazının Devamını Oku

Asıl sorumlu kim? -2-

6 Temmuz 2024
Kimileri (bir kısım muhalefet), şimdiki başkanlık sistemini, yapılan ve yapılmakta olan hukuk reformlarını beğenmiyor; eskiye, vesayet döneminde cari olan parlamenter sisteme dönmeye çalışıyor.

Bunlar, üstelik millet adına siyaset yaptıklarını zannediyorlar. Bunlardan zavallı Ahmet Davutoğlu’na sorarsanız; ‘Yüz elli yıllık parlamenter sistem tecrübemiz var, buna dönmeliymişiz’. 

Vesayetle illetli parlamenter sistemdeki siyasetçinin trajikomik halini (yetkisiz, bürokratın elinde oyuncak, askerin tepeden baktığı, medyanın horladığı vb.) görmezden geliyorlar.

Görevi ne olursa olsun, kişiler, yetkileri oranında sorumlu tutulabilirler. Eski, vesayetin yeşerttiği parlamenter sistemde, iktidar patisi (başbakan ve hükümet ve Meclis’teki çoğunluk) her şeyden sorumlu ancak yetki oranı yüzde 20 ile sınırlıydı (onlar da belediye hizmetleri). Mahut sistemde, anayasada, genelkurmay başkanları, başbakana bağlı ve ona karşı sorumluydu. Bu durum sadece kâğıt üzerinde böyleydi. Gerçek ise bunun tam zıttı idi.

Mesela; bir cumhurbaşkanı seçiminde asker mutlaka devreye girer ve siyasi partileri tehditle yönlendirirdi. ‘Şu generali cumhurbaşkanı seçmelisiniz’ denirdi. Demokrasi gereği cumhurbaşkanlığına adaylığını koyan siviller, aynı askeri zevat tarafından ölümle tehdit edilirdi (Prof. Dr. Ali Fuat Başgil).

Halkın seçtiği iktidarı alaşağı eden asker; yönetime el koyar, belli bir müddet sonra seçime gitmek zorunda kalır, istemedikleri parti çok oy alınca da çılgına dönerler ve ‘okuma-yazma bilmeyenlerin oy kullanmaması gerektiğini’ söylerler.

Bu kafaya göre, yeniden ihtilal yapılacak ve iktidar, ‘Milletin hakiki ve ehliyetli mümessillerine tevdi edilecektir’. Yani bunlara göre halkın seçtikleri, hakiki ve ehliyetli kişiler olmuyordu.

Bunlar ihtilal dönemlerinin askerleri deyip geçiştiremeyiz; daha dün, AK Parti çoğunluğunun cumhurbaşkanı seçememesi için aynı asker, belirli parti liderlerine telefon edip, Meclis’e girmemelerini kendilerine dikte etti. Bütün bu kepazeliklerin adı demokrasi ve sözde parlamenter sistem öyle mi?

Güldürmeyin insanı! Tehdit edilen partiler Meclis’e girmedi (giremedi) ve bir hukuk (guguk) garabeti olan 367 sayısı bulunamadığı için Meclis açılamadı ve dolayısıyla Meclis’in çoğunluğunu elinde bulunduran AK Parti’nin adayı cumhurbaşkanı seçilemedi. Bilahare seçimler yenilendi, sayısal olarak AK Parti yine tek başına iktidar olabiliyor lakin yine 367 garabetini ileri sürerek Meclis’i açtırmıyorlardı. Şayet, MHP aklıselimle hareket etmeyip Meclis’e girmeseydi 367 sayısı yine bulunamayacaktı ve cumhurbaşkanı seçilemeyecekti.

Yazının Devamını Oku

Asıl sorumlu kim? -1-

3 Temmuz 2024
Kimi aklıevveller, genç Türkiye’nin tarihini iki kısımda değerlendiriyorlar.

Birinci kısım, 1923-1950 arasındaki 27 yıllık tek parti iktidarı (CHP) dönemi. Bu döneme kimse toz kondurmuyor ya da konduramıyor.

Halbuki ne olduysa bu birinci dönemde oldu; öyle ki bugün milletçe nelere kavuşmuşsak bu birinci dönemdeki değişim ve dönüşümler sayesindedir. Aynı şekilde bugün milletçe neleri kaybetmişsek yine bu birinci dönemdeki değişim ve dönüşümler yüzündendir.

Bütün bunlar destanlık çapta ayrı yazı konular olup bahsi diğerdir.

İkinci dönem ise 1950-2024 arası olan süreçtir. Bu ikinci dönemde de şeklen demokrasi ile birlikte hep merkez sağdaki partiler (DP, AP, ANAP, AK PARTİ) tek başlarına iktidar oldular. Bu arada kurulan koalisyon hükümetlerini saymıyoruz, zira onların bir kıymeti harbiyeleri yoktur.

Burada asıl üzerinde durulması gereken iktidarlar ise darbe yönetimlerinin kan tazeleme şeklinde oluşturdukları sözde partiler üstü darbe iktidarlarıdır.

Evet, kimileri son 74 yıllık şeklen demokrasi dönemini değerlendirip aynen şöyle diyorlar: ‘Ufak kesintiler hariç, son 74 yılda ülkeyi hep sağ iktidarlar yönetti. Ellerinden tutan mı vardı? Neden Türkiye’yi gerçek demokrasiye ve gerçek hukuk devletine kavuşturmadılar? Bu dönem esnasında Türkiye kısmen özgür ülkeler arasından çıkıp özgür olmayan ülkeler arasına girdi?

Bunu CHP’mi yaptı?’

Düz mantıkla bakılınca ne kadar haklı sorular gibi gözüküyor değil mi?

Yazının Devamını Oku

Maarif ve müfredat -2-

1 Temmuz 2024
Bazı kelimelerin manası, kütüphaneler dolusu kitaplarla ancak ifade edilebilir.

Maarif kelimesi de böyledir. Maarif kelimesine kısaca bilgi, kültür ve eğitim sistemi gibi anlamlar verip geçiyoruz; lakin kelimenin kökenine ve terim anlamına baktığımızda, birey ve toplum olarak tüm hayatımızı kuşattığını görürüz.

İnsanı diğer varlıklardan ayıran ve üstün kılan özellik bilgi sahibi olmasıdır. Dikkat buyurun; kuru bilgi yığınından söz etmiyoruz, insanın kendini ve eşya ve hadiselerin ‘niçinini’ ve ‘nasılını’ bilmekten yani bilge (hâkim) olmaktan bahsediyoruz.

Nitekim yığınla bilgi sahipleri vardır ki kitap yüklü merkepten (eşek) farkları yoktur.

Maarif kelimesinin bir diğer manası da kültürdür. Kültür, tarım demek yani toprağın altını üstüne getirmek; onu havalandırmak, güneşlendirmek, sulamak, mümbit (verimli) hale getirmek manasında...
İnsan da maddesiyle topraktır. Maddesini ve manasını (ruh) mümbit hale getirmek için onu bilginin niçini ve nasılı ile yoğurup, harmanlamak ve onu hayatında tatbik etmektir kültür (maarif).

Kanun maddelerini ezberleyerek avukat olunur, lakin iyi bir avukat olabilmek için kanun maddelerinin ne manaya geldiklerini, onların felsefesini (hikmet), delaletini, gayesini vb. bilmek gerekir.

Ezbere dayanan ve tek tipçi eğitim modeliyle maarifin olmadığı, olamayacağı gün gibi aşikârdır.

Ne demişler: ‘Çeşm-i insaf kadar kamile mizan olmaz.

Yazının Devamını Oku

Maarif ve müfredat -1-

29 Haziran 2024
22 yıllık AK Parti iktidarları döneminde çok şeyler yapıldı, bunları görmezden gelmek ve hatta inkâr etmek insafa sığmaz, zira her şey ortada.

Nitekim Süleyman Demirel, ‘Bütün hizmetlerimizi görmezden gelir ve inkâr edebilirler lakin onca muhalefete rağmen yaptığımız Boğaz Köprüsü’ne bir şey diyemezler, onu görmezden gelemezler. Zira o köprünün ayakları öyle yüksek ve büyük ki onları sokup saklayabilecekleri, gizleyebilecekleri bir yerleri yok!’ demişti.

Türkiye, 22 yıl boyunca her sahada çağ atladı, eğitimde de maddi bakımdan (öğretmen ve öğrenci adedi ve her kademedeki eğitim kurumları, bina ve donanımları vb.) çok şeyler yapıldı.

Ama Sayın Erdoğan’ın da üzülerek ifade ettiği gibi eğitimin ruhunda, içeriğinde, müfredatta ve eğitimi verecek öğretmen kadrolarını yetiştirmede gerekenler yapılamamıştır.

Halbuki parola ne idi: ‘İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!’

Evet, her şeyin başı insan ve insanın eğitimidir.

Yine Sayın Erdoğan’ın yerinde tespitiyle şimdiye kadar ki eğitim iki kelime ile özetlenebilirdi, ezberciliğe dayanan, tek tipçi bir eğitim modeli. Oysaki, bunların her ikisi de hem akla hem bilime aykırı.

  Araştırmaya, incelemeye, sorgulamaya, kritik etmeye, çeşitliliğe, tenkit etmeye, mukayeseye açık olmayan bir eğitim modelini benimsemiş ve bunun üzerine ‘dokundurtmayız ’diyerek tepinmişiz. Ve utanmadan bu durumu bilimsellik, Batıcılık ve çağdaşlık diye haykırmışız.

Batı’dan ne anladığımız, Batı’dan neleri aldıklarımızdan belli! 

Yazının Devamını Oku

Suriye’de ne işimiz varmış

26 Haziran 2024
Milletçe en büyük handikabımız, dışarıdaki düşmanlarımızın kayıklarına binen (bindirilen) içimizdeki aymazlardır. Bunların aymazlıkları öylesine ayyuka çıkmıştır ki, milli konulardaki pervasızca duruş ve davranışları, kendilerini ihanet noktasına taşımıştır.

Bunlar ne tarihi ne coğrafyayı ve ne de sosyolojiyi okuyamadıkları gibi, aynı zamanda balık hafızalıdırlar.

Körü körüne Batı hayranlığı bunların gözlerini kör etmiştir ne dostu tanıyabiliyorlar ne de düşmanı ayırt edebiliyorlar.

Cumhuriyet tarihi boyunca Batı’ya bel bağlayan bu gafiller güruhu, sözde NATO şemsiyesi altında, tüm savunma girişimlerini iptal ettiği gibi yenilerinin üretimi için de parmağını kıpırdatmadı.

Bu gafillere göre, ABD bizi koruyacaktı, NATO bizim koruyucu şemsiyemiz olacaktı.

Başta ABD’nin ve diğer NATO üyelerinin, Türkiye’nin savunma sanayisine yardım etmediklerini bilakis engellemek için ellerinden geleni artlarına koymadıkları görmelerine rağmen, Batı’nın dümen suyunda gidenlere ne demeli?

Bu ülkeler sözde bize dost ve bizimle müttefikler; ABD ortak olduğumuz F35 projesinden çıkardığı gibi, paramızın da üstüne yattı. Almanya anlaşma yapmamıza rağmen Leopar tanklarının motorlarını vermedi, İngiltere uçak motoru anlaşmasından caydı.

Bunlarla yetinseler iyi, savunma ihtiyaçlarımızı tedarik edebileceğimiz ülkeleri de tehditle bundan vaz geçiriyorlar.

Kendini dünyanın jandarması gören ABD, Ali kıran baş kesen pozlarında Fransa’ya diyor ki: ‘Biz olmasaydık, şimdi Almanca konuşuyor olacaktınız’. Aynı şekilde, Körfez ülke liderlerine diyor ki: ‘Biz olmasak, o koltuklarda 15 günden fazla kalamazsınız.’

Yazının Devamını Oku

Biz kimiz

24 Haziran 2024
Biz Türkler doğulu bir milletiz. Milletler arenasına çıktığımız günden beri hep hareket (göçebe) halindeyiz. Güneşten (doğudan) aldığımız ışıkla hep yine güneşi takip ederek batıya doğru koştuk.


Tarih boyu biz Türklerin devlet ve millet ışığımız hiç sönmedi. Yıkılan her bir devletimizin külleri üzerinden yeni bir devlet (ler) kurmuşuz.
Devlet ve millet hayatımızda bizim de inişli çıkışlı günlerimiz (asır) oldu.

İslamiyet’le tanışınca bu kutlu son din (İslamiyet) ruhumuz, Türklük bedenimiz oldu. Diğer milletler gibi kılıç zoruyla Müslüman olmadık, İslamiyet’in umdelerini benimsediğimiz için gönül huzuruyla, isteyerek ve üstelik kitleler halinde Müslüman olduk.

Müslümanlığı içten, samimi (ihlas) olarak benimsedik ve o günden beri İslamiyet ile Türklük aynı derdin, davanın, idealin potasında eriyerek bu günlere geldik.

Öyle ki, atlarımızı Dinyester ırmağının kenarında sulayıp, Tuna’dan kafilelerle geçip Viyana önlerine geldiğimizde; 24 Viyana’dan (sur-kapı) 22’sini fethedip son ikisinde durdurulduk.

Yazının Devamını Oku

Devlet, laiklik ve cemaatler

22 Haziran 2024
DİNİ esas alan bir gelenekten gelen devlet yapımızı, cumhuriyetle beraber, din ile devlet işlerini birbirinden ayıran ve devletin tüm inançlara veya inançsızlıklara eşit mesafede olduğu bir yapıya kavuşturmak istedik; adına da laiklik dedik (1936).

Laiklik uygulamalarını (kraldan fazla kralcı kesilerek) din karşıtlığı hatta din düşmanlığı ve dine, kendi kafamıza göre şekil ve mana verme ve rol biçme şeklinde anladığımızdan olacak ki, din ve dini eğilimler, yerin altına çekildi, çekilmek zorunda kaldı ve böylece, dindarlarla devletin arası açıldı.

Burada yapılan en büyük hata, devletin hakkını devlete, dinin hakkını dine (dindarın hakkını dindara) vermememiz oldu. Zorba (cebri) uygulamalarla devleti, dine ve dindarlara musallat ettik.

Böylece, devlet dinden ve dindardan, dindar da devletten çekinir ve korkar oldu.

Kantarın topuzunun kaçırıldığı mahut süreç, çok partili hayata (kısmi demokrasi) geçtiğimiz 1950 yılına kadar bütün şiddetiyle devam etti.

Kör döğüşü şeklindeki bu mücadele (ve hatta kavga), 1950’den merhum Özal dönemine (163. Maddenin kaldırılması) kadar da orta yoğunluklu ve o günden Erdoğan’ın iktidar dönemine kadar da düşük yoğunlukta devam etti.

Devletin hakkını devlete vermemek demek, devleti milli kılmamak yani, FETÖ (ABD-CIA) gibi unsurlara (iç ve dış vesayet odaklarına) teslim edilip çığırından çıkarılmasıdır.

1940’lı yıllardan başlayan bu denli teslimiyet süreci, gelip geçen tüm iktidarlar (sivil ve askeri) boyunca devam etmiş ve 15 Temmuz 2016’da ‘kazanın patlaması’yla ayyuka çıkarak, kralın çıplaklığı gözler önüne serilmiştir.

Ve bundan böyle, kuzgunun leşe gelmemesi için de devlet

Yazının Devamını Oku