Elif Ebru Wibrew

Londra'da bir ateşböceği

24 Aralık 2014
Burada sevdim Regent ve Bond Caddeleri’nin ara sokaklarındaki sevimli kafelerde oturmayı, onlarca ülkenin tatlarını sunan restoranlarda bu tatlara yelken açmayı.

İlk Oxford Caddesi’ni bildim. Geldiğimin hemen ertesi günü başladığım okulumun olduğu yerdi.

Şubattı. Soğuktu ama içim kıpır kıpırdı. Ankara’da birkaç ay önce geride bıraktığım yirmi birime artık burada devam edecektim. Londra beni bağrına basacaktı ben ise onunla bütünleşmeye çoktan hazırdım.

Burada tanıdım bir dolu dünya insanını… Onların kültürlerine, yaşam tarzlarına dokunup, kendi kültürümle alışveriş yaptırmayı da.

Burada sevdim Regent ve Bond Caddeleri’nin ara sokaklarındaki sevimli kafelerde oturmayı, onlarca ülkenin tatlarını sunan restoranlarda bu tatlara yelken açmayı.

Soho’nun renkli dünyasından geçip gitmeyi, Covent Garden’dan etrafa yayılan, kimi zaman arya, kimi zaman ise etnik müziklere zevkle kaynamayı.

Tebessüm ederek izledim Leicester Square’in canlılığını, sokak sanatçılarının performanslarını. Tam da bu meydandaki dondurmacıdan almayı hep aynı dondurmayı. Belçika çikolatalı olan… Önümdeki yüz kişinin ardında sıramı beklemekten hiç gocunmamayı.

Altı tahta yüksek sabolarıyla Almanya’dan gelmiş olan Gülçin ile ayakkabılarımızı bir günlüğüne değiş tokuş yapmış olsak da, yedi yaşımdaki o gün ve o saboların tadı damağımdan hiç çıkmamış olacak ki, yeniden benzerini bu şehirde görüp aldım. Camden Town’dan.

Şehir bana geçmiş hayallerimi geri veriyordu sanki. İşte o altı kalın, takoz gibi sabolardan ayağım burada kayıp burkuldu. İki ay koltuk değnekleriyle koşmayı öğrendim. Tıpkı salıncakta sallanır gibi kendimi boşluğa bırakmayı ne de çok sevdim.

Yazının Devamını Oku

Benim oğlum seninkinden daha üstün

10 Aralık 2014
Ayyy offf ama ya Pakize. Ben senin oğlunla ya da kızınla ile ilgili seminer dinlemek zorunda mıyım?

Yok mu hiç çevrenizde? Olmaması mümkün değil.

“Benim babam senin babanı döver” çocuk gelenekselinin analara çevrilmiş şeklini sloganlaştıran tipler. “Benim oğlum seninkinden daha üstün” nidaları…

Daha başarılı, daha yetenekli, daha güzel, daha da daha... Bir de bu türler, devamlı çocuklarının bugün ne yaptıklarından, ne dediklerinden, nasıl cevap verdiklerinden dem vurup dururlar.

- Ah bizimki öyle bir laf etti ki pes dedirtti valla. Bu yaşta bu akıl.
- Çok değişik bir çocuk benim oğlan ya. Acayip akıllı.
- Ay benim kız tam bir moda ikonu. Önünü alamıyoruz. İşi gücü dizayn. Kesin büyüyünce moda tasarım, mimari falan okuyacak.
- Benimkinin kulağı çok sağlam şekerim. Hemen piyanoya başlatıyorum. Seneye de gitar ve keman dersleri aldırmak istiyorum.

Hatunların, şimdiden çocuklarını London Royal Academi, Yale Mimarlık, Milano Tasarım Okulu ya da Harvard İşletme’ye kayıtlarını yaptırmadıkları kalıyor. Mümkün olsa yapacaklar ama o kadar.

Yazının Devamını Oku

Dan dan çekilin yoldan, kargo bisikletler Danimarka'dan!

26 Kasım 2014
Yüzlerce bisiklet ve bisiklet parkının önünden geçtiğim bu şehirde ağzımın suyu akmaya başlıyor. Bu suyu akıtan ise anne ya da babaların kullandığı uzay mekiğini andırır kargo bisikletler.

Kadın trafik ışıklarında durunca fırsat bilip hemen soruyorum.

“Affedersiniz, ‘Little Marmeid’ e gideceğim de, hat bu istasyonda geçiyor mu acaba?”

“Bilmiyorum” diyor kadın. “ Ne metro, ne araba ne de otobüs kullandım. İleride turist danışma var. Oraya sorsanız daha iyi olur”

Tüh yazıklar olsun! Avuç içi kadar yerde, avuç içi kadar mutluluk yeter sloganıyla yaşıyorsun hanım. Toplasan sekiz hat otobüsün, dört renk de metro hattın vardır. Sen şimdi bana yol gösteremeyecek misin yani.

Yüzüme yalandan bir gülümseme yapıştırıp teşekkür ederken ben, o ‘ rica ederim’ bile demeden, kendi için yanan mavi ışık komutuyla fırlayıveriyor.

Gelirsin sen İstanbul’a. Görürüm ben seni Sultanahmet’te. Yerebatan Sarnıcını da sorarsın. “Ay pusetler için mor ışık yandı, pardon” deyip geçerim karşıya ben de bacım. Fil hafızalıyım kızım ben. Unutmam. Yazdım seni bir tarafa.

Turist danışmaya kim yürüyecek? Hem de geride o. Bir yayan görsem durduracağım ama yok. Var da durdurulacak cinsten olanı yok.

Kimi aceleyle hızlanmış. Kimi telefonda kimi de kulağında kulaklık müzik dinliyor. Geri kalanı bisikletli burada.

Yazının Devamını Oku

Surç-i lisan ettiysem hep maymunluktan

5 Kasım 2014
Ben bir maymuna benzerim. Yok, öyle fiziksel bakımdan değil. İştah bakımından. Halis muhlis maymun iştahı vardır bende.

Ben bir maymuna benzerim. Yok, öyle fiziksel bakımdan değil. İştah bakımından. Halis muhlis maymun iştahı vardır bende. Bu iştah ise açlık iştahı değil tabii. O tamamen farklı ki daha büyük maymunlarınkine benzer. Gorile mesela. Karnım acıkınca ve elimin altında bir şey yoksa o sıra, King Kong’dan hallice olurum. Bir parmak bal çalmak lazım ağzıma veya bir iki sokmalık çikolata, börek vs. Yoksa kızgınlaşırım. Hele trafikteysem, o trafik magandalarını falan parçalayasım gelir. Tehlikeli olurum.

Ama maymunluğumun iştahı ya da maymun iştahlılığım farklıdır. Tehlikesiz ya da az tehlikeli. Özellikle üniversite çağında tavan yapmış olan bu iştah için saldırmadığım aktivite yok gibiydi. Buna her şeyi tatmak, her çiçekten bal toplamak gibi bir istek mi desem, açlık mı desem bilmem.

Tiyatro kursuna başlayıp bırakmak, sahneye çıkıp inmek, açılan şarkı, şarkı sözü, fotoğraf yarışmalarına kaçırmadan katılmak aktivitelerini geçiyorum. Çünkü lisan konusundaki maymunluk daha bir tavanda olduğundan işin o kısmına yoğunlaşacağım bugün.

Üniversite Ankara, fakülte Dil Tarih ve Coğrafya. Dilim de yok coğrafyam da. Hem dilsizim hem yönsüz. Tarihten girmişim o koca binaya. Yabancı dil lisede seçmeli hale getirilmiş, kimse de seçmediği için son iki yılımız dilsiz geçmiş. Dilsizliğim ondan. Bir türlü sevememişim ben yarım yamalak öğretilmeye çalışılan İngilizceyi o yüzden. Öyle ki bu dile karşı alıcılarımın tamamen kapalı olduğunu düşünmüşüm hep. Fakültenin ilk yılındaki İngilizce dersini zar zor geçmişim. Sevmeyerek, zorlanarak, anlamadan ezberleyip bir puanla geçerek falan.
Ama benim ilgimi çekem bir dil olmuş. Latince. Derslerimizden biri. Yaşamayan bir dil ama beni bir sarıyor ki deme gitsin. Derste öğrendiklerimiz eski Roma kalıntılarının üzerindeki yazılar, Roma mitolojisi ve tarihinden örnekler olmasına rağmen bayılıyorum ben bu dile. Yazılı ve sözlülerim genelde 100 ki başka hiçbir derste o başarının yanından geçmişliğim yok. Sınıftaki arkadaşlarım ağzımın kenarında ot olduğunu söyleyerek inek olduğum için bu başarıyı gösterdiğimi ima ediyorlar. Hâlbuki en az çalışmayı göstererek bu mertebedeyim. En çok çalıştığım Tarihi Coğrafya notlarım ise “eh işte”den öteye geçmiyor. Günümüz coğrafyasında iyi olmayan tarihi coğrafyada nasıl iyi olsun ki zaten?

Neyse efem, benim gözüm arkeoloji falan görmüyor. Latinist olmak istiyorum artık. Kimse tutamaz beni ha. Hocamız Filiz Öktem benim hata yapmama bile kızıyor. “Senin bu hatayı yapma lüksün yok” diyor bir keresinde bütün sınıfın önünde bağırarak. O gün bir de ilkokul arkadaşımı davet etmişim okula. Bu derse de sokmuşum. Onun önünde bu paparayı yiyince çok gururum kırılıyor. Az da değil 89 almışım sınavdan ama benim gibi geleceğin latinistine yakışır mı tabii.

Kamçıyı yiyince daha bir kişniyorum. Ölü dili konuşuyorum neredeyse. Hani tarihe ışınlansam çıkacam Sezar’ın karşısına “şu kara kuru Kleopatra'da ne buluyorsun sen? Beni al beni al beni al beni al onu alma” diyeceğim Sezen’den çığırıp. “Gel tarihi beraber değiştirelim” diyeceğim. “Öyle ki imparatorluk yaşasın. Latince hep yaşasın. Roma’yı Osmanlı ile kardeş ülke yaparız” falan fıstık.

İkinci yılda da Latince var. Ama son iki yılda olmayacak. Seçmeli ders olarak da konulmayacak. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ne yakışır mı bir dili yarım bıraktırmak dekanım? Koridor arşınladım. “Ben Latinist olmak istiyorum dekanım. Ya beni oraya devşir ya da son yıla kadar ver bu dili” demek için. Ihh olmadı. Bir yarışmacı ile işler yürümeyince kös kös döndüm kendi bölümüme.

Yazının Devamını Oku

Kan ağlayan bebekler

15 Ekim 2014
Catherine, üçgen çatılı bir eve giriyordu. Oradaki evde bir sürü oyuncak bebek. O kadar güzel bebekler. Ama bu bebekler ağlıyor. Ve bazılarının gözünden kan akıyor.

Geçen hafta Norveç’in Bergen şehrinde, tepeden denize değin inen üçgen çatılı, iki katlı ahşap evleri görünce kız kardeşime dedim ki, “ Hatırlar mısın bir dizi vardı. Adı Girdap. Buna benzer evlerin olduğu bir yere Catherine adında bir kadın geliyordu da, bir eve giriyordu, evin içi oyuncak bebek dolu. Hani bebeklerin gözlerinden yaş veya kan akıyordu.”

“Cık” diyor kardeşim. Yaşı hatırlamasına el vermiyor.

Filmin başlangıç müziği kulağımda. Ya denizin içine batan bebeklerin olduğu jenerik. O zaten hep aklımda.

Bir yandan Bergen’in güzelliğine bakarken bir yandan da geriye ket vuruyorum. O diziye.

Seksenlerde çok güzel yabancı mini dizler var. Öyle yirmi sezon oynamayan, tadında bırakılan ve tadı damağında kalan türlerden. Bunlardan bazıları hafta sonuna denk düştüğü için izleyebiliyorum. Bazılarını ise, becerebilirsem oturma odasında uyuyakalmış izlenimi vererek, battaniyenin altından zar zor seyretmişliğim oluyor. Tabii zor şartlar altında, yarı görür yarı görmez biçimde izliyorum. O yüzden parça parça hatırlıyorum çoğunu. Bazılarının final bölümü yok hafızamda mesela. Ya izlerken yakalanmışım ya da battaniyenin altında gerçekten sızmışım.

Martı Adası, Cennete Doğru, Hayal Beldesi, Aşk Gemisi, Piyango, Smith ve Jones, Sekiz Çocuklu Aile, Walton Ailesi, Küçük Ev dizilerini de çok sevmiş olmama rağmen bu yarım yamalak izlediğim korkutucu GİRDAP belleğimden hiç silinmemiş. Müthiş gerdiğinden değil sadece, o bir oda dolusu bebeğe sahip olmak nasıl bir şeydir düşüncesinden dolayı en çok.

Belki yine de hatırlar diye, arama motorlarından diziyi buluyor ve resmini gösteriyorum kardeşime. Orijinal ismi MAELSTROM’muş.

Yazının Devamını Oku

Hatırla ey hocam!

1 Ekim 2014
Dilimizden anlar diyerek teneffüslerde yakalarsak sohbete tutuyoruz. Ama derste mum gibi diziyor bizi.

Beden eğitimi öğretmeni olarak ilk öğretmenliğini bizim lisede yapmaya geliyor. Biz lise ikinin son aylarındayız. Yaşı yirmi üç, adı RAZİYE KATI... Esmer tene, siyah kıvırcık saçlara ve siyah inci gibi parıldayan gözlere sahip bu yeni hocamızla en büyük öğrencileri ile arasındaki yaş farkı en fazla beş. O yüzden kendimizi yakın hissediyoruz ona. Çok seviyoruz. Dilimizden anlar diyerek teneffüslerde yakalarsak sohbete tutuyoruz. Ama derste mum gibi diziyor bizi. Mazeretsiz devamlılık istediğini bağıra bağıra söylüyor. Dersini asmak ne mümkün oluyor. Soyadı gibi katı kuralları var. Kolay lokma hiç değil.

Ertesi yıl daha bir arkadaş oluyoruz onunla. Çisem, Zehra, Ayşegül ile birlikte en iyi anlaştıklarından biri de benim. Bahara doğru bir hafta sonu Yakakent’e geliyor. O akşam bizde kalıyor. Doksanlardayız. Bol, şalvarımsı ve yüksek belli pantolonlar, göbeği hafif açıkta bırakan tişörtler devrindeyiz. Hocam, ertesi gün çok sıcak olduğundan, benim o rahat pantolonlarımdan birini ödünç istiyor. Veriyorum. Giyinip sahile gidiyoruz. Gezerken de şarkı söyletiyor bana. Söylüyorum. Bir beste yapmışım. Sözler de bana ait. Onu dinlemeyi çok seviyor. Fırsat oldukça o istiyor ben söylüyorum. Aklında tuttuğu kadar da eşlik ediyor bana.

“19 Mayıs gösterisinde bir hareketi de bu şarkıyla yapalım mı Elif? Hatta diğer müzikleri de sen çalsan orgla. Kayıtla uğraşmayız.” Olur diyorum. Müzik öğretmeni Füsun Hanım doğum izninde. O yılın gösterilerinin parçaları elimden öpüyor.

Efendim. Ben mezun oluyorum liseden. Küçük kardeşim Sedef liseye başlıyor. Benimle iyi anlaştığı gibi kardeşimle de çok iyi anlaşıyormuş Raziye Hanım. Öyle diyor telefonda Sedef.

Kardeşimi de liseden mezun ettikten sonra, İstanbul’a, aile ocağına dönüyor Raziye Hanım. Ama nerede, hangi okulda olduğunu bilen yok. Her yaz gördüğüm arkadaşlara soruyorum duyan gören var mı diye ama kimse bilmiyor.

Aradan tam yirmi yıl geçiyor. Bu yıllarda her zaman soruyorum ama her an araştıramıyorum onu. Ne internet ne sosyal medya tabii.
2012 yılındayız. Öylesine internette sörf yapıyorum bir gün. Raziye Hoca aklıma düşüyor. Evlendi mi? Soyadı değiştiği için bulabilir miyim öyleyse? Fakat kolay kolay evleneceğe benzer bir hali yoktu onun. “Beden eğitimi öğretmeni ve adı Raziye olan kaç kişi vardır ki” mantığıyla hareket ediyorum. Arama motorlarına yazıyorum ve şansa bakın ki tam isim olarak karşıma çıkıyor. İstanbul Maltepe’deki bir okulda olduğunu söylüyor cümleler. Hemen o okula telefon açıyorum. Gün boyu açılmıyor bu telefon. En son MEB’i arıyorum ben de. O okulun hala var olup olmadığını soruyorum. Var diyorlar. O zaman beni kimse tutamaz diyorum. Ertesi gün atlayıp Maltepe'ye sürüyorum arabayı.

Okulun arka sokağındaki çiçekçide bir buket yaptırıyorum. Bir yandan da “ahh ahh, Raziye Hoca demek spor demek, fitlik demek. Beni bu balıketi halimle görünce ne kadar kızacak. ‘Ne oldu sana böyle’ diyecek. Ne cevap vereyim ki? Doğuralı ve büyüteli de çok oldu. Hangi mazeretin altına sığınacağım? diye diye okulun kapısından giriyorum. Önüme gelen ilk öğrenciye Raziye Hanım’ın hala bu okulda öğretmen olup olmadığını soruyorum. “Evet” diyor çocuk. Düşüp bayılmak üzereyim o kadar heyecanlıyım. “Ama burada değil şimdi. Tenis müsabakası var oraya gitti. Pazartesi burada olur.”

Yazının Devamını Oku

Ali Baba'nın çiftliğindeki mutlu inekler

17 Eylül 2014
Temple Grandin, nam-ı diğer “inek gibi düşünen kadın” bir kahraman.

Bütün canlılar canlı kalsın, ecelleriyle öbür tarafa seyahat etsinler derim de, insanoğlu var olduğundan beri etle beslenmiş nasıl bıraksın alışkanlığını? Var olmaya devam ettikçe de et yiyecek belli. Ben en azından yediğimiz etin kaynağının biyografisini bilelim derim.

Aslında 2010 yılında çekilmiş ama nedense benim sadece birkaç ay önce- o da tesadüfen- karşıma çıkan bir filmi izledim. Çok etkilendim. Filmde, kendisine üç yaşında otizm tanısı konan küçük bir kızken, zamanında almış olduğu doğru eğitim ve terapi ile başarılarına başarı katmış bir kimlikle tanıştım. Ama beni asıl etkileyen, bu kimliğin olağanüstü gözlemciliği ve sonrasında oluşturduğu sistemdi.

Filmdeki sığır çiftliğinde sığırları görüyorsunuz. Mezbahaya götürülürlerkenki hallerinde içiniz kıyılıyor. Ellerinde sopalarla dürtülüyor, ilerlemeleri için dövülüyorlar. Düz koridorlarda ilerletilmeye çalışıyorlar. Hemen ötelerinde, koridorun sonunda bir arkadaşlarının kıyımına tanık oldukları için direniyorlar son adımlarını atmaya. Ama kaderden kaçamıyorlar. Önündeki arkadaşı panik yapınca arkadaki de panik yapıyor. Korku, kaos, bağrışma, stres ve son.

Soykırım. Fakat torunlarını daha iyi bir gelecek bekliyor bu sığırların. Bu geleceği ise yukarıdaki küçük kız büyüyünce başarıyor. Adı Temple Grandin. Dediğim gibi otistik ve üstün zekalı. Çok iyi okullarda okuyor. Önce psikoloji okuyor sonra hayvan bilimi üzerine yüksek lisans yapıyor. Besi sığırcılığı yapılan çiftliklerde zavallı hayvanların itile kakıla, “birazdan kesileceksin”’i gözüne soka soka ilerletildiğini görerek veryansın ediyor ve onların son yolculuklarına çıksalar bile huzur içinde ve sonlarını bilmeden yürümelerini sağlayacak bir sistem kurguluyor. “Onların kesilmesine sözüm yok ama şiddeti ve saygısızlığı hak etmiyorlar” diyor.

“Hayvanların da psikolojisi var, onların üzerindeki stresi azaltacak şeyler olmalı” düsturuyla sonraki çalışmalarını hayvan refahı üzerine yoğunlaştırıyor Temple. İçgüdüsel olarak hayvanlar tek yöne değil bir bir o yana bir bu yana hareket mekanizmasıyla ilerlerlermiş. İşte bunu kullanıyor o. Hayvan içgüdüsündeki hareket etme isteğine cevap bulacak bir sistemle birleştiriyor kafasındaki fikri. Böylelikle, kıvrımlı bir kanal sistemi hayal ediyor. Buna göre, mümkünse çit yerine yanları levhalardan oluşan ve sağa sola kıvrılarak giden bir koridorda düşlüyor inekleri. Zeminleri kaygan olmayan, oradan buradan iplerin, zincirlerin sarkmadığı, özellikle de kaçışan hayvanları toparlamak için “ho ho” diye bağırmayan sığır çobanlarından arıtılmış bir sistem bu.

Ve oluyor. Hayalleri gerçek oluyor. Bugün birçok Avrupa ülkesi, Avustralya ve Güney Amerika Temple’ın sistemini kullanıyor artık. Bu gibi çiftliklerin mezbahalarında, ineklerin geçtiği bu kanallarda zeminler kaygan değil. Aşağıdan yukarından sarkan ipler ve gölgeleri yok. Onları iten, sopayla dürten ya da bağıranlar da yok. Ne oluyor? Hayvan kıvrıla kıvrıla huzur içinde ilerliyor. Arkasındaki onu, onun arkasındaki onu takip ediyor. Sonunu bilmeden korkmadan, son anına kadar huzur içinde hepsi…

Yazının Devamını Oku

Nigar Abla'nın Yeri

3 Eylül 2014
Yaşıtlarının Nigar’ı, küçüklerinin Nigar ablasıydı o. Ve de düğünlerin vazgeçilmez baş oyuncusu.

Rahmetlinin lakabı Keçi Bekir’di. Bu lakap Keçi Bekir’in gülerken çıkan kıkırtılı sesinden dolayı mı takılmıştı ona merak ettim. Ama değilmiş. Keçi gibi ağaçlara tırmandığı içinmiş meğerse. Ağaçların tepelerine tırmanır, bir dala oturur, bir de üstüne zurna çalarmış aşağıdakilere bu renkli adam. İşte, bu bol gülen, deli dolu, ilginç Keçi Bekir Amca, düğünlerin vazgeçilmez oyuncusuymuş hem de beldede. Benim de çocukken şahit olduğum birkaç düğünde oyununu gördüğüm Keçi Bekir Amca, öyle kendine özgü oynardı ki, o pistte olunca, diğer oynayanlar kenara çekilirlerdi ki bu kıvrıla kıvrıla, her bir yerini titreterek oynayan adamı keyifle seyretsinler.

Çok geçmedi Keçi Bekir’in karşısına bir rakibe geçti. Kızı Nigar. Düğünlerde, babasından aldığı dans geniyle, aynı onun gibi kendine özgü stili ve vücudunun her bir uzvunu titreterek oynamaya başladı o da. Ayak ve kollarını ritme göre ama kimseden daha önce görmediğiniz şekilde atarak oynamaya başladı mıydı Nigar, ya pist boşalır ya da insanlar etrafında çember olup onu ortalarına alırlardı. Nigar kendinden geçerek oynardı da oynardı.

Çok çalışkandı. Makine ressamlığını bitirdikten sonra, babasının ve annesinin gurbetçi olarak çalıştığı Hollanda’da buldu kendini Nigar. Lisan bilmemesine rağmen üretmek istiyordu devamlı. Yeter ki çalışsındı. Evet, ülkenin dilini konuşamıyordu ama içindeki azim ve enerji bülbül gibi şakıyordu.

 “Baba” dedi bir gün. “Ben çalışmak istiyorum”

“Yok” dedi Keçi Bekir kıkırdayarak. “ Daha bir kelime bile bilmiyorsun nerede çalışırsın? Hem gerek yok ben bakıyorum ya size.”

"O zaman konuşmam gerekmeyen bir iş bulurum ben de" dedi Nigar. Ama bunu babasına değil kendine söyledi. Gizlice gittiği iş ve işçi bulma kurumundan gururla ayrıldı birkaç gün sonra. Dev bir lale serasında iş bulmuştu. Kasa kasa gelen lale soğanlarını dikecekti toprağa. Böyle başladı ilk iş serüveni. Sabahın kör karanlığında servise biniyor, seraya gidip akşama kadar lale dikiyor, akşam karanlıkta evine dönüyordu.

“Konuşamamaktan çenem ağrıyordu” diyerek o günlerini anlatan Nigar, bu mecburi sessizliği yüzünden, çene yapmayıp çalıştığı için, diğer çalışanlardan daha fazla kasa laleyi bitiriyordu. Makine gibi çalışan kızdan menajer çok memnun, Nigar ise enerjisini kullandığı için mutluydu. Mutsuz olduğu tek şey gün ışığını görmeden evinden çıkıp karanlıkta evine dönmekti.

Yazının Devamını Oku