Elif Ebru Wibrew

Kahve muhabbeti No:1

13 Mayıs 2015
Hiç çayla kahveyle aram olmadı küçüklüğümden beri. Alıştırılmadık. Misafirliklerde annelerimize yapılan sade ya da sütlü Türk kahvelerinden tatmak isteyince “Çocuk kahve içmez” denirdi.

Kahvenin başıma açtığı iki maceram var. Bunlardan ilkini bu hafta, ikincisini ise gelecek yazımda paylaşayım dedim.

İşte ilki…

Bana “Ne muhabbetsizsin” derdi Ayşegül. “Ne çay seviyorsun ne kahve. Muhabbetsizsin işte”.

Bir kahve eşlik etmese de muhabbetimize diyecek yoktu aslında. Suyla da epey yol alabiliyordum ben.

Evet, hiç çayla kahveyle aram olmadı küçüklüğümden beri. Alıştırılmadık. Misafirliklerde annelerimize yapılan sade ya da sütlü Türk kahvelerinden tatmak isteyince “Çocuk kahve içmez” denirdi. Zaten ayrı tabakta ikram da gelmiyor bize, anamızın tabağından yalanıyoruz, nerde görülmüş bir de kahve ikramı? Ama biz de çocuğuz, istiyoruz. Her zaman değil ama bir iki kere yalanan ısrarcı çocuklarına veriyorlar kahvelerinden anneler. O da eğer kahveyi su yerine sütle yaptırmışlarsa. Gelen kahveden birazı fincandan tabağına özenle dökülüp soğutuluyor sonra ağzımıza tutuluyor. Bildiğiniz kediye verir gibi.

Kokusunu nadir duyup tadını da tam kavrayamadığım kahve o yüzdendir ki bir vazgeçilmez olmadı hayatımda. Haliyle kültürünü bilmediğim bir şey neye iyi gelir, neyi tetikler, ne kadar içilir merak etmedim. Neye iyi geldiğini değil ama neyi tetiklediğini yaşayarak öğrendim.

Üniversiteye gelmişim. Üçüncü sınıftayım. Vizelerimiz var. Zor dersler, yan dersler, ana dersler falan filan, günde üç vizeye gireceğimiz, o yüzden bir akşamda birkaç sınava çalışacağımız günler geliyor. Geliyor da ben öyle gece yarılarına kadar ders çalışamam ki. Uykum gelir. Tavukgillerdenim. Ne varsa erken saatlerde var bende. Oysa sınavlara evinde birlikte güle oynaya çalıştığım Ayşegül öyle değil. O gececi Neşet. Zaten evli ve iş kadını. İşinden evine dönmesi, yemek yeme, kocasıyla sohbet, varsa misafir ağırlama törenlerinden sonra masa başına geçip sabaha kadar mola vere vere çalışıyor.

Neyse, okulda uykusuzluğa dayanamadığımı anlattığım bir arkadaşım, “Bir kaşık kahve at ağzına, çiğne ve yut. Uykunun kaçtığını göreceksin” diyor.

Yazının Devamını Oku

Lacivert şortlu turist

29 Nisan 2015
Yaklaşık yedi sekiz yaşlarım. Temmuz sıcağı. Pişmişim yanmışım. Şort giysem daha rahat oynarım ama henüz dedem gitmemiş.

“Turist bacasız fabrikadır”“ Su akar iz bırakır turist döviz bırakır”“Turist altın yumurtlayan tavuktur”

Seksenlerde turizm haftasında bu sözler söylenir, öğretilirdi. O zamanlar dünya çok bilmezdi Türkiye’yi. TV’de sık sık Cihan Ünal’ın oynadığı bir dikkat programı dönerdi. Yurt dışında çeşitli ülkelerde insanlara soruyorlardı “Türkiye nerededir” diye. Asya’daydı diyen, Afrika’da mıydı diyen, bilmiyorum diyen. Arabasının içinde, koca kemik gözlüklü yarı kel adam “duydum, ülkenizde dört mevsimi aynı anda görmek mümkünmüş öyle mi” diye yanıtlıyordu muhabiri. Sonra Cihan Ünal “ülkemizi tanıtmıyoruz tanıtamıyoruz” diyerek tanıtıma yönlendiriyordu bizleri. Bayağı etkilenmiş olmalıyım ki turiste tanıtım yapacağım diye epey bir tırmaladım çocukluğumdan beri ben de.

Bizim oralara çok gelmezdi turist. Ama hiç düşmez de değildi. Gelince de, ODTÜ’de okuduğu için çok iyi İngilizce bilen Zühtü dayım etraftaysa, hemen o bulunup getirilir, beldemize gelmiş şortlu, terlikli, iletişim kuramadığı için gariban(!) turiste yardım edilirdi. Doğal olarak dayım o turistin sağ kolu ve dili olurdu. Bu turist, çoğunlukla, bir akşam anneannem ve dedemin evinde akşam yemeğine davet edilirdi. Bilmediğim bir dilde bilmediğim bu sohbetleri hayran hayran izlerdim.

Dayımın hangi dili konuştuğunu bilmiyordum. Tahminim en az beş dil konuştuğuydu. Öyle ya, Japon geliyor dayım konuşuyor, Finli geliyor dayım konuşuyor, Kanadalı geliyor dayım konuşuyor, Alman geliyor, Fransız geliyor hay mübarek dayım bülbül. Hava atıyorum. “Zühtü dayım o kadar çok ülkenin dilini biliyor ki şaşarsınız. Herhalde on tane falan vardır”

Meraklıyım. Soruyorum öğreniyorum. Çok değil ama. İngilizce “merhaba, hoşçakal, adınız ne” diyebiliyorum mesela. Pratiğini yapmak için can atıyorum ama etrafta birileri varken utanıyorum.

Hem bizim hem de anneannemle dedemin evi otelin hemen karşısı. Ne zaman turist gelse bilirdim coğrafi konumumdan dolayı. Arkadaşlarımı tellal düdük çağıran da ben olurdum. Elimde olsa otele girip bildiğim kelimeleri konuşacağım. Ama değil otelin içi, etrafı bile yasak bize. Necat dedem kızıyor. Yabancı turiste sözü olmayan dedemin, içki içip kavga çıkaran yerel turiste gıcığı var. Olur da sarhoş kavgası çıkar, laf atılır ya da kavganın içinde kalırız diye. Hem yok öyle dedemin konumuna laf getirecek giyim kuşam. Emekli öğretmen, fabrika müdürü, ağır, saygılı ve saygın, otoriter. Bir şeye mi kızdı seninle ilgili, seninle yüz göz olmaz, elçi kullanır. Ataşesi anneannem. Derdi o dinliyor, ilk ikazı o alıyor sonra da bizi uyarmaya geliyor:

“Kızım ne o eteğiniz boyu? Dedeniz çok kızmış. Üstlerine başlarına çeki düzen versinler diyor. Gidince giyersiniz ne giyecekseniz."

“Ellerini bırakıp bisiklet kullanıyormuşsun. Yakışıyor mu yavrum? ‘Nejat Hoca’nın torunları sabahtan akşama kadar bisiklet tepelerinde dolaşıyor derler’ dedi. Gidince binersin. Sabırlı oluverin.”

Yazının Devamını Oku

Enginde yavaş yavaş

8 Nisan 2015
İşte bu yıllarda başka bir hayale kapılmış. Şu Amerika denilen dünyaya gitme hayaline.

Bir varmış bir yokmuş. Karadeniz’in, o zamanlar adı Gümenez (Kominos) olan küçük bir balıkçı kasabasında dünyaya açmış gözlerini O. Bilerek mi o adı koymuşlar ona bilmem ama adının hakkını tepe tepe vereceği varmış bu derin bakan çocuğun. Aklı, hayali, görüşü, yeteneği, hırsı, ufku bir hayli engin olacak olan bu çocuk ENGİN adıyla hayatın sahnesine çıkıvermiş.

Çeşit çeşit sahnelerde, hep aynı duruşla ve aynı desturla rol almış Engin:

“İstersem başlarım, başlarsam en iyisini yaparım”

Ortaokulu bitirince “Polis Akademisi” demişler. Kafasında var mıymış polis olmak? Hiç de yokmuş ama o kadar övmüşler ki okulun başarısını, o zaman kazanmak farz olmuş. Babasının peşi sıra Ankara’ya giderken, “hele bir gireyim” demiş. “İstemezsem çıkarım. Başarayım, sonra düşüneyim.”

Başarmış. Ankara’nın büklüm büklüm yollarına düşmüş okul vakti gelince.

Dedim ya, adının özünde varmış engin olmak. Devamlı yeni bilgi, devamlı yeni fikir, bin bir açılardan giriş ve gelişmelere imza, pratik ve teorik harmanlamaların en güzel örneklerine önderlik derken, enginde yavaş yavaş ama emin kulaçlarla ilerleyen kahramanımıza yeri dar gelmeye başlamış. Sorgulamaları başlamış.

Akademideyken dersleri sorgulamış, öğretme biçimini sorgulamış, ezber sistemi ve dayatmayla öğretilen bilgilerin tarihine takmış. Ders sonrasındaki özgür zamanlarında özgürce yapamadıkları ağır gelmeye başlamış. Bu sefer de onlara takmış. Belli miktar şekerle karıştırılan, tonu aynı çayın, farklı kimliklerin bardaklarındaki bu aynı duruşunu sorgulamış. Demlikte kaynayan çayın sesini, bir tutam daha fazla atmak istediği fazladan şekeri özlemiş hem de.

Akıllı, başarılıymış ama bir o kadar da muzırmış ha! Çeşit çeşit hınzırlıklar yapar ama kuralları ihlal etmeden işini görürmüş. Akademinin çatısına çıkacak bir yol bulmuş mesela. Millet uyku molasındayken, o, ranzasının yerine çatıda tüneyecek bir mekân yapmış kendine. Yaz güneşinin tadını almak istemiş. Denizsiz Ankara’da, o çatıda, gözleri kapalı, çocukluğunun kasabasında güneşlendiğini hayal etmiş yakalanıncaya kadar.

Yazının Devamını Oku

Tuhaf takıntılar-2

25 Mart 2015
Kimi gitti kimi kaldı bu tuhaf alışkanlıkların. Huylunun huyundan vazgeçemediği gerçeği varmış demek.

Geçen yazımda hala takılı kaldığım sayı toplama alışkanlığımdan bahsetmiştim. Bugün ise bırakamadığım iki adet daha tuhaf takıntımdan bahsedeceğim.

Yazımı yazarken, elbette bu alışkanlıkların başlangıç noktası çocukluğuma dönünce, uzun süre kullandığım, biraz daha yaş alıp akıllanınca kendiliğinden bıraktığım iki adet daha alışkanlığım geldi aklıma. Bir gülümsedim. O yüzden cari olmayan o ikisini anlatayım önce istiyorum. 

Evimiz tam ortaydı. Sağda anneannemin solda ise babaannemlerin evinin tam ortasında. Ben okuldan çıktığımda, ailem henüz kendi okullarından dönmedikleri için, kafama neresi eserse o yöne giderdim. İkisinin evinden de istediğm şey aynıydı. Peynir ve ekmek. Hazinemi alır, sadece yirmi çocuk adımı atarak doğruca deniz kenarına gider, bir yandan denize taş atar, bir yandan da peyniri arasına koyduğum ekmeğimi yerdim. Hemen her gün.

Kış aylarında ise ev içinde kızarmış ekmek ve peynir olurdu bu zevk.

Bir kış günüydü. Halamın kızı Burçak ile birlikte okuldan dönüp babaanneme gitmiştik.

Burçak “anneanne” ben de “babaanne” diye seslenerek bize ekmek kızartmasını istedik ondan. Yemeğini bırakıp ekmekleri dilimledi kadın. Sobanın üzerindeki kızartma teline koyup yemeğinin başına gitti. Biz de ekmekler hazır olana kadar üst kattaki odalarda evcilik oynamaya başladık. Aşağı indiğimizde ekmekler nar gibi kızarmıştı ama kenarları yanmıştı. Babaannem güzelce tereyağı da sürmüştü. Salamura peynirimizle birlikte afiyetle yediğimiz ekmeklerin yanık kenarlarını bırakmıştık haliyle. Bunu gören babaannem neden öyle yaptığımızı sordu.

“Yanmış kenarları bıraktık”

“Ekmek bırakılmaz. Yanık olsa da yenir. Hem yanık ekmek yerseniz cennete gidersiniz”

Yazının Devamını Oku

Tuhaf takıntılar-No:1

11 Mart 2015
Hayatın ve genç kızların aşk matematiği. Bir çeşit bilimsel fal. Ben de isterim o zaman. Gel gör ki bende aday yok.

Ya bir şey soracağım. Sizin hiç batıl ya da saçma olduğunu bile bile yapmaya devam ettiğiniz takıntılı alışkanlıklarınız oldu mu? Ya da hala var mı? Benim dört beş adet var da. Yalnız olmadığımı bileyim istedim. Bugün onlardan ilkini yazacağım. Bir sonraki yazımda ise diğerlerini. 

İlçenin belediye otobüsü ilk servisini bizi liseye taşımak için yapardı. Bu taşıma için biz ücretimizi muavine verir, o da bize üzerinde seri numaraları olan biletimizi uzatırdı. Ne yaparsın biletle? Ya yırtarsın ya buruşturursun ya arkasına bir şeyi not alır kitaplarının arasına koyarsın. Bir şekilde ya çöpe gider ya çantanın bir köşesinde yitip giderdi bizimkiler. Ha bir de dağ menekşesi yapardım ben. O zamanın televizyonda çocuklara origami yapmayı öğreten Japon bayanın öğretisidir bu. Hala da bir tek bildiğim origami odur.

Bir gün serviste iki üst sınıftan Hülya’nın yanındaki boş koltuğa oturdum. Hülya biletine bakarak bir şeyler mırıldanıyordu. Ne yaptığını sordum ADYÖMERSİN yapıyorum dedi.

“Af Buyur? O ne demek” diye sordum.

“Bak bu seri numarasındaki rakamları topluyorsun. Çıkan rakamı ADYÖMERSİN’e göre buluyorsun. Ona göre hoşlandığın çocuk senin hakkında ne düşünüyor buluyorsun.”

Hadi bizim servis matematik çalışıyormuş. İlkokuldaki birler onlar basamağı dersinin tekrarını yapıyormuş. Zira eğer rakam 10’un üzerinde çıkarsa, bu sefer de birler ve onlar basamağı toplanarak tek sayıya indirilip o günkü aşk kaderinin şifrelerini belirliyorlarmış.

Sevgilisi ya da hoşlandıkları var olanlar için hani çerez niyetine bir yudumluk aşk falı bu aslında. Ama matematiği var , öyle demeyin.

Hayatın ve genç kızların aşk matematiği. Bir çeşit bilimsel fal. Ben de isterim o zaman. Gel gör ki bende aday yok. Ama olsun, geri mi durayım?

Yazının Devamını Oku

Dinozorlar aşkına

25 Şubat 2015
Birden ağaçların arasından bir dino çıkıyor hönkürerek. Tekne dolusu insan cıyaklıyor. Thomas o andan itibaren başlıyor ağlamaya.

Üçüncü yaşı itibariyle bizim oğlanda bir dinozor tutkusu başlıyor.

Görmemişiz biz tabii. İlk defa çocuğumuz olmuş, çocuğumuz da konuşup bir şeyi sevdiğini söylemiş ya, amanın gökten zembille dinozor yağdırıyoruz adeta. Kaliteli kalitesiz, ucuz pahalı, plastik seramik, kırılan kırılmayan, sesli sessiz, gittiğimiz gördüğümüz her yerden dinozor alıyoruz. Kitaplar, resimler, posterler de o biçim. Baba, dinozor çeşitlerini öğretiyor Thomas’a. Meğerse bir dolu türü varmış bu tehlikeli kertenkelelerin. Hepsini olmasa da en bilindiklerinin adını oğlumdan öğreniyorum ben de. Öyle ki, evde bilimsel dil konuşuyoruz hani. Zannedersin anne baba palaeontologuz da, gözlerini kazı alanında açmış olan oğlumuzu çekirdekten yetiştiriyoruz.

Ev de sanki DİNOLAND…

- Aman da aman, nerdeymiş benim oğlumun stegosaurusu bakayım?
- Aaa yoksa pterodactyl mi brontosaurus’un yumurtasını alıp kartal yuvasına koymuş?
- Bak sen şu yaramaz triceratopsun yaptığına, ne diye argentinasaurların yiyeceklerini çalmış? İzin alması gerekirdi değil mi?
- Göster bakalım oğlum amcalara şu diplodocusunu!

Oğlumuz çok mutlu onlarla oynarken, resimlere bakarken, dinozorlu çizgi film izlerken.

Yazının Devamını Oku

Tatlı rüyalar

4 Şubat 2015
Gece yarıları Sam’i uyandırıp "Kalk biri oğlumuzu kaçırıyordu, kalk denizde boğuluyordu, kalk kaybolmuştu” temalı anne rüyaları görerek birkaç saat uykuya dalamıyorum.

Londra’da çalıştığım okuldaki öğretmenlerden biriydi Simon. Çocuk gibi, şirin, sempatikti. Ders aralarında, ara sıra bizim bölüme gelir, bazı öğrenciler için danışırdı. Hiçbirimizin adını sanını tam bilmese de teker teker masalarımıza uğrar, nasıl olduğumuzu sorardı.

Bir gece rüyamda Simon’u görmüştüm. Bir Yahudi düğünündeydik. “Hava Nagila” çalıyor, millet dans ediyordu. Dans edenlerin içinde Simon da vardı. Masadan masaya zıplıyor tavana asılı bir iple Tarzan gibi oradan oraya uçuyordu. Yanına gidip bu düğünde ne işi olduğunu soruyordum. “Ben de Yahudi’yim. Evlenen çocukluk arkadaşım” diyordu. Hatırladığım bu kadar.

Aradan birkaç gün geçti. Simon bizim ofisin bulunduğu binaya geldiğinde hemen çağırdım. “Simon seni gördüm rüyamda” dedim ve anlattım.

“Aaaa çok ilginç çünkü ben gerçekten Yahudi’yim” dedi o da.

Şaşırdık falan filan.

*****

Aradan tam on yıl geçti. Evlendim. Oğluma hamileyim. Eşimin üniversiteden arkadaşı ve onun Yahudi kız arkadaşının düğününe gidiyoruz Londra’ya. Düğünün olduğu salona biz girmişiz, gelin ve damadın ailesi kapıda gelen diğer kişileri karşılıyorlar. Gayri ihtiyari ben de o tarafa dönmüşüm. Dönmemle birlikte kapıda Simon’u görüyorum. Ağzım açık ona bakıyorum. “Simonnnn” diyerek yanına koşuyorum göbeğimi tuta tuta. “Simon, bu ne tesadüf! İnanamıyorum! Hatırladın mı beni? Okuldan hani.”

Önce tanıyamıyor, sonra gayri ihtiyari hatırlıyor beni. Ortak arkadaşlardan bahsettikten sonra devam ediyorum:

Yazının Devamını Oku

Ayşe'nin çekmeceleri

7 Ocak 2015
"Ne istediğimi anlatabildim mi" diyorum, “Sen ne istediğini bilmiyorsun” diyor. Lönk diye kalıyorum.

Londra’daki dil okuluma giriyorum. Merdivenlerden yukarı çıkıp Halkla İlişkiler kapısından içeri giriyorum. Yaklaşık yirmi temsilci var neredeyse üç oda büyüklüğündeki salonda konuşlanan masalarda oturan. Hangisine gideceğim ki? Çat pat ve önceden ezberlenmiş İngilizcemle, tam önüme düşen masada duran siyah saçlı kıza ilerleyip, bugün kursumun başladığını söylüyorum. Yardımcı olabilir mi acaba? Kız nereli olduğumu soruyor, ben anlamıyor. Kız ülke isimlerini sıralamaya başlayınca ancak anlıyor ben. “Türküm” diyorum. Sağını işaret ediyor masasındaki İspanyol bayrağını anladığım kız. İki masa ötesindeki uzun saçlı kızı gösteriyor. Oraya gidiyorum. Meğer bizim dilimizi konuşan bir müşteri temsilcisi de varmış bu ülkenin en kalabalık okulunda.

Uzun saçlı, sade ama mükemmel makyajı, havalı kıyafetleri içindeki kız “buyurun” diyor ama bir lanet bakıyor sanki bana. Hiç gülmüyor. Gülümsese çok soru soracağım ama dümdüz baktığı için dümdüz “hangi sınıfa gideceğim” diye soruyorum. Fazla konuşmadan bilgilerime bakıyor. Önce seviye sınavına gönderiyor beni, dönüşte de sonuca göre bir sınıfa veriyor. Gidiyorum.

Dersler başlayalı iki gün olmuş ama ben bu sınıfa göre geriyim. Sözlü sınav beni kitabın orta yerindeki bir kura nasıl atmış? Ertesi gün dönüyorum bizim temsilciye. Yine dümdüz baktığı için dilim dolanarak derdimi anlatmaya çalışıyorum. “Yani, şeyy, dersi biraz anlıyorum da, her kelimeyi bilmiyorum da, bazılarında takılıyorum da, acaba bana daha geri bir sınıf verilse de” falan da filan. Kızdan tepki gelmeyince hepten bir dillerim takılıyor.

“Ne istediğimi anlatabildim mi” diyorum

“Sen ne istediğini bilmiyorsun” diyor.

Lönk diye kalıyorum. Öyle bir şamar yemiş gibi hissediyorum ki dut yemiş bülbül gibi susuyor, sarı öküzün trene bakması gibi kıza bakıyorum. O kalkıyor, gidip bir yerlere bakıyor ve beni bir alt sınıfa yazıyor.

Aha git bir daha gidebilirsen oraya. Sorularım var, derdim var ama adının Ayşe olduğunu yakasındaki isim kartından anladığım kızdan korkuyom.

Neyse ki okulda bir arkadaşım oluyor ilk günden. Onun da adı Ayşe. Sorularımı ona soruyorum. Şansa bakın ki, bu Ayşe, iki ay sonra Türk masasında işe başlamak üzere iş teklifi alıyor. İşte o zaman daha rahat gidiyorum oraya.

Yazının Devamını Oku