İki kere okuldan kaçtım. İlkokul ikinci sınıftaydım ikisinde de. Birincisi, koşarken düşüp dizi yırtılan çorabımla derse girmeye utandığım için, ikincisi ise istemediğim bir evliliğe sürüklendiğim içindi. Kaçak bir gelindim.
İkinci sınıf, bahar ayı… Okulun yıl sonu gösterisi için hazırlıklar yapılıyor. Sevinç teyzem de benim okulumda öğretmen. Beşinci sınıfları onlar okutuyorlar. Veda gösterisi olacak sınıflarının. O yüzden temsilden en çok o ve Seçkin öğretmen sorumlu.
Beşinci sınıflar piyes hazırlıyor. Alt sınıflar şiirler okuyacak, şarkılar söyleyecek, ikinci sınıflar da ront oynayacak. Bunun yanında bir de düetim var benim. Gelinim bu düette. “Ben bir avuç darı olup yere serpilecek olsam, sen bana o zaman ne dersin balam, sen bana o zaman ne dersin?” diye başlayacağım. Karşımdaki, damat kıyafeti içindeki partnerim ise “Sen bir darı olup yere serpilecek olsan, ben de bir tavuk olup seni de yesem ne dersin” diyerek cevap verecek. Türkünün finalinde ise “Ben bir gelin olup karşına çıksam ne dersin, diyecek, o da “Ben bir damat olup seni de alsam ne dersin” diye cevap verecek. Kol kola sahneden ayrılacağız.
‘Gelin kısmı düğünü günü mutlu olmaz, ana babasından ayrılacağı için üzgün olur, ağlar, fazla oynamaz, oynasa bile öyle eteklerini savura savura olmaz’ görüşü benimsenmiş benim küçüklüğümde. Gördüğüm her düğünde çoğu gelin ağlıyor zaten. Büyüyünce ben de üzgün duracağım kendiminkinde. Ağlayamayabilirim ama. O kolay olmaz. Ama bu düet. Gülümseyerek selam verip sahneden ayrılacağız.
Tamam. Damat hem yakışıklı hem sesi güzel. Mutluyum zaten. Rol arkadaşımı hemen benimsemişim. Provalar iyi gidiyor. Hani temsil yarın yapılsa hazırız biz çoktan.
Gelinim ya, kostümüm annemin gelinliği olacak. Ama annem gelinliği kesmeye kıyamadığından eteklerini belimde bir kemerle toplayacak öyle söylüyor. Pek memnun değilim ama olsun.
***
Temsile bir hafta kalımı, bir öğleden sonra, sınıfıma gelip beni istiyor teyzem öğretmenimden.
Eski Samsun- Sinop karayolundan giderken, Çamgölü denilen turistik tesislere varmak üzere olduğunuzda, solda, yokuş yukarıya doğru giden bir yolu ya görür ya görmezsiniz.
Bu taşıt girmeyen, yer yer otuz derece açılı (her ne kadar bana atmış gibi gelse de) yokuşların olduğu, çoğu bölümünün yüzeyi bozuk olan toprak yoldan, elinize geçirdiğiniz kuru dalları baston olarak kullanarak tırmanırsınız. Diliniz dışarıdadır, kalbiniz ağzınızda atar ama siz yolun henüz ilk yüz metresine ancak tırmanmışsınızdır. En zoru bu ilk bölümdür zaten.
Yarım saatlik bir yürüyüşle, az gidip uz gidip, dere tepe düz gittikten sonra, bir zamanlar köyün bahçesine girilen kapı olduğunu anladığınız kırık parçaları gördüğünüzde bir ‘ohh’ diyerek yere yığılırsınız. Hemen solda, küçük armudun dibinde, minicik bir göletin hemen yanında, kenarları yosun tutmuş yüzyıllık bir kuyuyu görür ya da görmezsiniz siz.
Yazları burada yaşayan ve koskoca arazideki tek evin meyve bahçeleri arasındaki ZİRFAN SUYU’nun soğuğunda serinler, armut, erik, yabani elma, böğürtlen kokularının arasından ilerleyip büyük alana gelirsiniz. Siz önünüzde uzayıp giden denize doğru bakarsınız ilk. Ama BİZ, yayla evinin böğürtlen ve çalılıklarla kapanmış temeline bakıp, burada geçirilen yaz çocukluklarından parçalar hatırlarız.
SARIÇAM TEPESİ’ndesinizdir. Siz, muhteşem bir manzaranın önünüzde uzanışında kaybolurken, zamanında sadece kendilerine ait olan yirmi dönümlük arazinin ve bu arazideki geçmişimizin ve tarihimizin tam üstünde duruyoruzdur BİZ.
***
En son sanırım sekiz dokuz yaşlarındaydım oraya gittiğimde. Yıllardır boş duran, altı taş, üstü ahşap evin harabe merdivenlerinden bir iki basamak kalmıştı geriye. Sanki bir müze evdi ve bir tek evdi. İçinde hala birkaç kap kacak, bir elek dururdu. Her gittiğimizde içine bir göz atar, sonra da göz alabildiğince uzanan meyve ağaçlarından erik, armut toplardık.
Her yaz, çocukluğumun geçtiği bu sahil beldesine geldiğimde yıllar içinde yürürüm. Anneannemin evinin bodrumundaki eski eşyalara ve elbiselere bakarım ve o eşyaların yeni olduğu zamanlardaki yaşadıklarım ve çocukluğum aklımdan geçer. Bu bir ritüeldir.
Şimdi de buradayım. Annemin, çoğu çocukluğumuzdan kalma eşyalarıyla dolu katında kalıyorum.
Kırk yıllık gardırobunun içine bakınırken yatak odasında, hala sakladığı yirmili yaşlarının elbiselerinin arasında bir de tanıdık küçük bir elbiseye rastladım. Benimdi. Sade, dümdüz, gösterişsiz bu elbiseden nasıl nefret etmişsem, eski bir şeyi bulduğumda merakla inceleyen ben, elime bile alıp bakmak istemedim. Ama elbise olduğu yerden beni anında ilkokul birinci sınıfımın 23 Nisan’ına ışınlayıverdi.
***
“Elbiselerim” adlı bir ront oynayacağımızı söylüyor Yener Öğretmen. Zaten toplamda beş adet kız varız sınıfta. Herkes değişik renk bir renk elbise giyecekmiş. Bir daire oluşturacakmışız. Dairenin çoğu erkek haliyle. Onlar sadece kalabalığı oluşturacak yani. Kızlar, birer birer bu daireye girerek dizlerimizi yana kıra kıra dans edecekmişiz.
“Hep yeşildir elbiselerim, ben bu rengi pek çok severim. İlkbaharı cicim, pek sevdiğim için, hep yeşildir elbiselerim” diye başlayacak ront ve nakarat diğer renklere göre değişecek.
Renklerin dağıtımını yapıyor Yener öğretmen.
“İlkbaharı cicim, çok sevdiğim için, hep yeşildir elbiselerim” derken, yeşil elbise giymiş olan Aliye yeşil dallar sallayacak,
Tanıyanlar bilirler. Çoğu şeyde çok kolayımdır. Hadi dersin gelirim, koş dersin koşarım, canım çekti dersin üşenmem yaparım, yapalım mı dersin, pek tabii deyip yolda giyinirim falan filan. Ama ben de gülüm, dikenim var. Ayrıca, kadı kızı olmama rağmen kusurlarım çoktur. Yani benim de zor taraflarım, kör inatlarım, Nuh deyip de gerisini getirmediğim epey bir şey mevcuttur.
Bir tropik ada sevdamız vardır mesela karı koca. Bir kez gitmişliğimiz oldu. Balayında. “La Isla Bonita” şarkısına konu olan Belize’deki San Pedro Adası ile başladık ama gerisi gelemedi bu maceraların. Niye? Niyesi aşağıda…
On yıl önceki San Pedro’yu seçene kadar da karın ağrısıydım. Şimdi de öyleyim.
Hadi ilk yıllarda hamilelikti, çocuktu, biraz daha büyüsün teranesiydi, rafa kaldırmıştık ada keşiflerimizi de, son üç yıldır, benim burun kıvırmalarım, listemdeki olmazsa olmazlara uymayan özellikleri yüzünden gidecek tropik bir cennet adası bulamadık. Kocam buldu da ben bulamadım. Eşim efendim bu onuncu yılımızı dolduracağımız evliliğimiz için, artık bu yıl bir ada seçmemizi ve iki hafta şöyle keyifli bir tatil yapmamızı öngördü. “Eh iyi o zaman başla araştırmaya” dedim. Çeşitli dergiler ısmarladı, gazetelerin tropik adaları kitapçıklarından göndertti, kendisi de internet başında, yaklaşık bir haftasını harcayarak, tüm anketleri, listemdeki olmazsa olmazları inceleyerek yirmi bir ada sundu önüme sonunda. Her bir ada için ise konaklama seçenekleri.
Olmazsa olmazlarım: Beyaz kumsal, türkuaz deniz, (asla dalgalanmayacak bir koy mümkünse) seyrek değil toplu duran Hindistan cevizi ağaçları, ağaç katliamının yapılmadığı ve yine mümkünse bungalovları olan konforlu bir otel (ama modernizm doruk yapmamış olacak. Yöresel esintileri alacağım.) Ha, otel her şeyden uzak olmayacak Maldivler gibi mesela. Öyle her gün suyun içinde ayağımı sallayarak memnun olamam ben. Bir gün dinleneceğim, ertesi gün bir orman yürüyüşüne katılacağım. Ağaçların arasındaki gizli kalmış köşeleri de olsun hele. Bir şelale, bir göl ya da benzeri bir şey.
“Hawai” diyor bey, “yok orası çok modern, etnik esintiler yok, tamamen turistik” diyor ben.
“Maldivler” diyor bey, “dedim ya çok sessiz, iki gün sonra başının etini yerim” diyor ben.
“Karaip Adaları” diyor bey, “yeterince palmiye yok, kesmiyor manzara” diyor ben.
Benim hiçbir evcil hayvanım olmadığını söylemiştim daha önce. İşte bir kaplumbağa yavrusu bulmuştum onu da doğaya bıraktırmıştı ya babam, zaten ondan sonra da tekrardan bir tutturmam olmadı. Bu nedenledir ki, bir pet ile aranda nasıl bağ kurulur, onunla zaman geçirdikten sonra onsuz olamamak nedir, kedin ya da köpeğin kaçar ya da hayatını kaybederse ardından nasıl bir dost acısı yaşanır bilmedim. Elbette benim olmayan bir küçük hayvanın bile hayatını kaybedişini görsem veya bilsem üzülürüm. Bilemediğim, insan olarak üzülmüşlüğün dışında, onu bağrına basmış biri olarak üzülmüşlüğünün farkıdır.
Bizim kuşak çocukları heyecanla cumartesi gündüz filmlerini ya da dizilerini beklerdi. Bu çocuk film ya da dizileri ekseri aile temalıydı ya da hayvanlarla dostluğu konu alırdı. İyi Dost BEN- ki Ben ayının ismiydi- Lassie dizileri örneğin. Elizabeth Taylor’un atı ile dostluğunu konu alan filmi PAI. Başroldeki çocuklar evde besledikleri ya da çiftliklerindeki hayvanlarına çok düşkün olurlar, onlar için her şeyi yaparlardı. Nasıl yas tutarlardı eğer onlar kaybolmuş ya da hakkın rahmetine kavuşmuşlarsa. Odalarından çıkmaz ya da yemek yemeyi reddedelerdi falan filan.
İşte öyle kalmış aklımda o filmler. Çok seversin çok acı çekersin.
***
Yaşım yirmiyi bulup Londra’nın yollarında koşmaya karar verince, oraya gidip bir İngiliz ailenin yanına yerleşince, sanki ben de film stüdyolarından birine girivermiştim.
Evin dokuz yaşındaki oğlu David’in iki Japon balığı, bir muhabbet kuşu, bir de hayatımda ilk defa gördüğüm bir hayvanı vardı bakmakla yükümlü olduğu. “Oy” dedim, “ kim evinde fare besler? Eyvah! Ben burada fazla yaşayamam” derken, o yaratığın fare değil hatta faregillerden bile olmayan hamster denilen bir varlık olduğunu öğrendim. Adı değişik, fare ailesi de değil ama görünüm fare. O zaman o bir fare bana ne? Allah biliyor hiç de sempatiyle bakmadım beyaz suratına.
Benim bu aileyle geçirdiğim üçüncü aydı. Daha önceden ayarladıkları üzere, bu çok sevdiğim aile Bodrum’a tatile gitmek için hazırlanmaya başladı. “Şunu göreceksiniz, böyle eğleneceksiniz, şunu alın, bunu tadın” diye ülkemin ilk reklamlarını yapmaya başlamıştım ki David yanıma geldi. “Elif, biz yokken petlerime yemlerini verir misin?” diye sordu. Verirdim vermesine de fareninki içeri konulacak nasıl halledeceğim? Öbürlerinde problem yok. Balığınki havadan atılacak, kuşunki yandan verilecek. Kaçırma uçurma problemi yok. Ama ya o beyaz suratlı turuncu çizgili fare? Kafesinin kapısını açmam lazım gelecek. Bir çare bulurum nasılsa diyerek olur verdim tabii.
Gidiyorum. Aynı şehirde değilken sen şimdi, gitmem daha iyi. Kendimle barışmak için, birkaç hafta geçmişimde dolanıp duruyor olacağım. Ama döndüğümde, sonuç ne olursa olsun, ben yenileşmiş olarak günüme başlayacağım.
Haklısın sen. Hep haklıydın. Bunu bilmeme rağmen, yanılmanı istedim hep. Sınırlarımı zorladım. Görünen cevapları değil, kafamda ürettiğim senaryoların barındırdığı cevapları duymak istedim hayatıma soktuğum kişilerden.
Yaşadıklarımı unutamam. Kişileri de öyle. Ama kendimle ve onlarla barışırsam, daha fazla düşünmem geçmişi ve belki de yaralarımı kapatabilirim. Senin de dediğin buydu. Geçmiştekiler yaşandığıyla kalır, güzel kısımları ara sıra hatırlanır, acı taraflar ise, barışın getirdiği huzurla, acı vermeyi keser.
Kenshin’e, neredeyse oraya geleceğimi yazdım. Japonya ya da Endonezya fark etmez. ‘Ben gelirim Japonya’ya’ dedi. Fukuoka’da, kendi şehrinde buluşacağız. Yıllardır mektuplarımı cevaplamayan Deepal’e ise yazmadım. Yapabilirsem, direkt kaleyi kuşatacağım. Kerim’e gelince, onunla konuşmam çok da şart değil. Yine de uzaktan bakacağım. Fırsatım olursa yakından, olmazsa uzaktan barışacağım onunla da.
Yüzümü nereye dönsem seni gördüm. Gördüm ve mutlu oldum. Acımı sana akıttım. Yudum yudum içtin çektiklerimi veya çekiyor sandıklarımı. Buna nasıl katlandın? Başkaları için acı çekmeme nasıl bakabildin? Onlarla ilgili anılarıma nasıl gülümseyerek eşlik ettin?
Son ilişkim de sona erdiğinde, yaprak gibi savunmasız titrerken ben, kendime getirmek için beni, yanımda sen vardın. Kısacık öğlen aralarında, beni balıkçı teknelerinin güvertesine itercesine attığın günler de, önümde uzanıp giden boğaza sertçe çevirip başımı, haykırdığın zamanlar da hep aklımda. ‘Bak, kaldır başını da şu güzelliklere bak. Hayat var. Sende, bende, şehirde hayat var. Gör bunu Selin!’
Gördüm. Sende de, bende de, şehirde de hayat var gerçekten? İçinde hayat olan “ sen ve ben”in, içeriğinde ‘biz’ olacak kadar aşk var mı acaba? Bende var. Sende kaldı mı? Bu aşkta hayat var mı?
GÖKTEN ÜÇ AŞK DÜŞTÜ romanından alıntıdır…
Yediyordu Elif kağnısınıKara geceden gecedenSankim elif elif uzuyordu, inceliyorduİnliyordu dağın ardı, yaslaHer bir heceden heceden...
Çok severim MUSTAFA KEMAL’İN KAĞNISI adlı bu şiirini Fazıl Hüsnü DAĞLARCA’nın.
Evet, adım Elif. Evet, çok kağnı görmüşlüğüm vardır gittiğim gezdiğim köylerde… Ama artık iki binli yıllarda, adım Elif diye, hele de milletin günümüzdeki kağnısını hiç yedemem, yani güdemem, yani önüm ya da arkam sıra ne taşırım ne iterim.
Günümüzün kağnısı diye isimlendirdiğim şey süpermarketlerin alışveriş arabalarından başka bir şey değil.
Efendim, gıcık olduğum çok şey var da, en gıcık olduğum iki şey var. Market siniri bunlar. Orada yaşanır. Biri, bu marketlerde, kasadaki ödeme işi bittikten sonra, kendi alışveriş arabalarını arkalarında, dolayısıyla bir sonraki müşterinin önünde bırakan tiplemeler. Bu tipler, satın aldığı şeyleri market arabasından birer birer kasaya koyup geçirtir, sonra poşetler, sonra da yükünü eline alıp arkasına dönmeden çıkar gider.
“Hemşehrim, önümde bıraktığın koca kağnın ne olacak? Sen çekmeyeceksin de ben mi yedeceğim onu? Otlağına mı geç kaldın? Geri dön, al şunu!” diyesim çok olsa da, elbette böyle bir konuşma kafamın üzerindeki konuşma baloncuğunda yer alabildi çoğu kez.
Bir, iki, üç, hep de böyle gidecek değildi tabii! Yedemem kimsenin kağnısını ben. O yüzden, arabasını bıraktığını anladığım kişiye ve durduğu mesafeye göre iki taktik uygulamaya başladım.
1) Bazıları arkasına bakmadan yürüyerek gitme eğiliminde oluyor. Mesafem oldukça kısa. O yüzden “pardon arabanızı unuttunuz” diyerek arabayı işaret ediyorum. Onlar da “ha pardon” deyip alıyorlar. Yemişim o pardonu ya, neyse.
Farkında değildik ilk zamanlar. Sonra anladık ki otomatiğe bağlamışız.
Sinemaya gitmeyi seviyoruz. Hem de çok. Ama otomatiğe bağladığımız gidişlerimiz değil.
Çıkışlarımız…
Eşim ve benim ortak paydalı filmlerimiz genellikle aksiyon, gerilim ya da korku olduğu için, o filmlerden birine gideriz. Vizyona yeni girmiş filmlerin bir ön etüdünü yapar canım efendim beyim. Kaç puan almış, izleyici yorumları nedir önce okur, reytingine, yıldız sayısına bakar, sonra da süzgecinden geçirilmiş filmlerin konularını anlatarak, seçmem için son sözü bana bırakır.
İngiltere’nin, yılda dört beş defa uyguladığı “bank holiday” denilen pazartesi tatilleri vardır. İşte bu tatillere düşürdüğümüz sinema keyifleri daha bir hoştur bizim için. Hem pazartesi sendromu yaşamayan bir eş, hem erken vakitte gidildiği için seni sessizce karşılayan bir alışveriş merkezi, hem de sanki adına kapattırılmış hissi veren bomboş bir sinema salonu. Pek bir hoş oluyor efendim. Baş başa film izlediğimiz çok oluyor böyle günlerde. Makinistle baş çene işareti ile anlaşıp, filme ara vermeden seyretmek de cabası. İşte, oğlumuz okulunda beynini yeni bilgilerle doldururken, biz de dolmuş beyinlerimizi boşaltmanın bir aracı olarak böyle tadımlık mola veriyoruz günlük rutinimize.
Gelelim otomata.
Her filmden çıkışta, o filmin karakterlerine bürünüp, onların söylediği repliklerle birbirimize cevap vererek, o filmlerdeki bakışları fırlatarak ya da el kol hareketi yaparak gülüşüp durmak bir ritüel oldu. Bir nevi senaryoya dahil ediyoruz zoraki kendimizi. Çakma başrolleri kapıyoruz ya ona bakıyoruz.
Filminden çıktıktan sonra,