Eşimi koluma takıp İstanbul’a getirdim. Artık, yaklaşık bir yıl önceden tanımaya başladığı bu yeni dünyasına hoş gelmişti.
İstanbul’da yaşayışımızın altıncı ayında, ziyaret için tekrar Büyük Britanya topraklarına döndük. Arkadaşları ile buluştuk bir gün. Hepsi merakla Sam’e sorular sormaya başladılar.
-Sam, İstanbul nasıl?
-Çok güzel. Kalabalık ama kıpır kıpır.
-Peki ya kültür? Alıştın mı?
-Nasıl desem? Bizlerden çok farklılar. İnsanlar çok yardımsever, konuşkan, verici. (Henüz dedikoducu, ikiyüzlü, kişiliksiz, fesat ve yalancı olanlarını tanışmamıştı pek.)
-Ya trafik? Kolay kullanabiliyor musun?
- Anne ya! Başımı ağrıtıyorsun böyle bağırarak.
- Nedenmiş o? Güzel güzel şarkı söylüyorum işte.
- Ama çok bağırıyorsun. Hem sesin de çok kötü…
- Bana bak evlat, benim sesim çok güzel bir kere! Bu annen var ya bu annen, öğrenciyken hep sahnelerdeydi biliyor musun sen?
Aaaahh, şöyle doya doya şarkı söyletmiyor bu çocuk bana. Beni sadece anne olarak görmek istiyor. Yemeğini yapayım, okuluna götüreyim, banyosunu yaptırayım, canı acıyınca “uff olmuş geçecek” diyeyim… Tamam, onları da yapıyoruz da, bir de anne hakları var oğlum? Bırak stresimi atayım. Yorulmuşum, didinmişim, aklıma şurada bir iki yeni bir şeyler gelmiş. Beste yapıyoruz. İki de bir kesip durursan nasıl şarkıya dönüşecek o? Yok ama, Nuh diyor peygamber demiyor benimki. Bütün kapıları şak şak kapatıyor ki başını ağrıtmayayım. Mini bir odada, kedi yavrusu gibi bırakıyor beni. Bu odada ancak ninni söylerim ben. Oysa ben hit parçalar peşindeyim. Hem biraz eko yapması lazım ki sesin şaha kalkayım.
***
Lise son sınıftaydım. Anneannemlerde yemek yedikten sonra rehavet çökmüş olmalıydı. Uyuyakalmışım. Kalktığımda dilime bir melodi vurduğunu anladım. Yerimde sallana sallana deli gibi “lalalalala” diyorken, birden bu melodiye uygun sözler de çıkmaya başladı. Bir yandan, ‘bir yerden mi duydum bu ezgiyi’ diye düşünmeden de edemiyordum. GEMİLERRRR diye bağıra bağıra ve aynı anda güfteyi de bitirerek ilk bestemi yaptığımı fark ediverdim.
Birkaç ay sonra üniversiteye başladığımda kendimce müzik hayatımın en bereketli dönemini yaşayacak, o ve sonraki yıl içinde epey bir beste yapacaktım. Bu şarkılarımı arkadaş çevremle paylaşıyordum. Neresi müsaitse orada mini bir konser verdiriyorlardı bana.
Oğlumuzu uyuttuktan sonra, beyim ve ben çoğunlukla değişik lezzetlerin tanıtıldığı programları, şeflerin yarışmalarını veya benzer konuları sık sık izleriz heyecan içinde.
Sonra da aklımızda kaldığı kadarıyla bu lezzetleri yapıp yemeği seviyoruz.
Londra’da yaşarken de sıkı bir müdavimi olduğumuz ve İngilizlerin “evimizin çocuğu” sıfatlı şefi Jamie Oliver’ı ilgiyle izlerdik. Hele de onun, Amerika’daki okullar yemekhane iyileştirme çalışmalarının anlatıldığı programlarını hiç kaçırmadık.
Bu İngiliz şefin “Jamie’s Italian” adlı restoran zincirlerine İstanbul’u da ekleyeceğini duyunca, sanki İngiltere’den kocamın kuzeni geliyormuş, şimdi de o müthiş lezzetlerini bizlere tattıracakmış hazzını yaşayıverdim. Restoran artık açıldı amma velakin, bu fahri kuzenimizin, Zorlu Center’da açtığı mekana bir türlü gidemedik. Ya benim işlerim, ya eşimin yurt dışı toplantıları, ha bugün ha yarın derken, ailece gidebileceğimiz hafta sonları müsait olamadık bir türlü.
Birkaç gün önce ise, Jamie’s Italian’dan öğlen yemeğine bizzat davet aldım. Ailemle birlikte gitme planını yakın geleceğe bırakıp, trafiği de takmayarak yollara düştüm. İyi ki de düşmüşüm.
Alışveriş merkezinin en üst katındaki restoranın kapısından girer girmez Akdeniz kokuyor etraf. Kekik kokusu mu alıyorum ne? Fesleğen sosu mu yoksa? Pırıl pırıl, müşterinin, oturduğu yerden zevkle izleyebileceği, domates ve sebze hevenklerinin etrafında asılı durduğu mutfağın içinde, mutlu, mesut ve tutkulu oldukları her hallerinden belli genç şeflerin pişirdikleri makarnalara baka baka geçiyorum. Geçip, deniz renkli koltuklu ahşap masamıza oturuyorum. Atmosfer öylesine sıcak, öylesine Akdeniz...
Bazı insanlar oldukça ince olmalarına rağmen kendilerinde hep bir kusur bulurlar. “Şuramda biraz fazlalık var” derler örneğin. O gösterdiği yer iki parmağının arasına sıkışsa yarım santim bile etmez ya, gel de anlat. Bazıları ise şiştikçe şişmelerine rağmen kendilerini hep ince görürler. Gözleri hep aynı bakar kendilerine. Bu ikinci tipin tipleri daha nadirdir sanırım. Eee, ben de nadir bir insanım. O yüzdendir ki bu ikinci guruba dahilim.
Yirmili yaşlarım 50 kilolarda seyretti hep. 26 yaşımda ise 52’ye çıktığımı görünce “eyvah eyvah” diyerek hayatımın ilk diyetine başlayıverdim. Lakin, beni ben yapan bu 50 kilo damgasını tekrar kazanmaya çalıştıkça ben onar onar çıktım bu kilo merdivenlerinden. İnişim ise birer ikişer oldu.
Londra’daki son yılım, İstanbul’da da başlayacak kariyer hayatım için ciciler almakla geçti. “Ye kürküm ye” dünyasına gideceğim diye maaşımı iki takımla iç ettiğim bile olmuştur. Sonunda, geniş bir iş kadını takım elbisesi kreasyonu ile ülkeme döndüğümde hala incecik olmanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyordum.
Pat diye iş bulacağımı, havada kapılacağımı düşünürken, gördüm ki başvurduğum hiçbir yerden bir çağrı almıyorum. Londra’daki iş hayatımın yoğunluğu ve istediğim işi kapmışlığımın verdiği öz güven tabana vursun mu vurmasın mı karar veremiyorum. Geri dönmeye bile niyete durmuşum ki, dördüncü ayın sonuna doğru bir PR şirketinden ertesi güne görüşmeye çağrılıyorum.
Eteklerim zil çalıyor. Hemen gardırobumun önüne geçip kıyafetlerimden siyah olan pantolon ceket takımı alıyorum. Giyip aynada bir kendime bakacağım. “Be mübarek, insan beş ayda hiç mi giyip çıkarmaz bir şey? Hadi onu yapmadın, homini gırtlak yiyorsun, hiç mi bir tartıya çıkmaz?” Çıkmadım. Çünkü evde spor kıyafetlerle oturup rahat ediyorsun. Belini sıkmıyor giydiklerin. Ayrıca kendimi gram almış gibi görmüyorum. Etrafta beni uzun zamandır görmemiş biri de yok ki, görünce “aaa, bu ne hal şekerim? Kilo almışsın kendine gel” desin. Neyse efendim. Pantolon kavuşmuyor. Dağ dağa kavuşuyor ama benim düğme ile ilik birbirine elveda diyeli epey olmuş gibi. Ceket desen, sıka sıka ilikledikten sonra Charlie Chaplin’den hallice bir durumda üzerimde sırıtıyor.
Telaşa vermiyorum hemen. Teker teker diğerlerini indirip denemeye başlıyorum. İkincide de aynı sonuç. Üç, dört, beş derken beni alıyor bir terleme. Etek ceket olanları giydiğimde zaten ben ben olmaktan çıkmışım da nanik yapıyorum yansımaya. Zaman yok ki alışverişe çıkayım. En sonda duran ve en az favorim olan, o zamanın da modası, kahve ve mafya babaları tarzı boyuna çizgili streç takımımı alıyorum elime. Pantolon iki sıkıp esnetmeyle kapanıyor, tamam. Ceket, eh işte, yine esnediği için şöyle böyle. Ama mutlu muyum? Değilim. Rahat nefes alamıyorum sanki.
Efendim. Plazadan içere giriyorum ertesi gün. Ceketim ilikli. Altında taşan hafif fazlalık göze çarpmıyor böyle. Yukarı çıkıyorum. Görüşeceğim hanımın odasına giriyorum. Tokalaşıyoruz. “Oturunuz lütfen” diyor biraz sonra müdürüm olacak kibar hatun. “Kolaysa sen otur” diyesim var.
‘Kızım ceketinin kasan düğmesini çöz de otursana.’
Tamam, yapayım rejim. Tamam, keseyim karbonhidratı da aburu da cuburu da. Ama biri de çıksın bana öyle gıdım gıdım değil şöyle adım akıllı çikolata yedirecek bir diyet planlasın. Hani olursa, ta Güney Amerika ülkelerine kadar gideceğim. Varıp kakao çekirdeklerinin en iyisini ellerimle kendim toplayacak, öğütüp, en katkısız, en kral çikolatayı ben yapacağım. Yeter ki beni ayrı koymayın şu meretten.
Oluyor. Onsuz bir ay falan geçirdiğim oluyor. Zoraki. Ama bir ayı geçiremiyorum be kardeşim. Öyle ki kavanozundan ya da paketinden bile kokusunu alıyorum market raflarında. Çikolata ve ben… Kavuklu ile Pişekar, Karagöz ile Hacivat, Yavru ile Katip, Laurel ile Hardy, Edi ile Büdü neyse oyuz. Ayrılamıyoruz.
“Yutma şunları, azar azar tadına vararak ye” diyen bir arkadaşım üstüne bir de çikolata nasıl yenir tarifi vermişti bir zamanlar.
*Krem çikolatadan bir tatlı kaşığı alınır.
*Dilinle damağa sabitlenir.
*Minik minik dil darbeleriyle yalanır.
“Böylelikle hem çikolata yavaş bitmez sen de hazzını alırsın. Haftada bir yersen kilo da almazsın” diye eklemişti. Ve fakat bende öyle bir refleks yok ki arkadaşım. Denedim yine de. Bendeki dil darbesi damaktaki o bloğu bütünüyle kazıyıverdi. Nerde kaldı ötesi… Ne yaptıysam ne ettiysem olmuyor. En fazla bir ay sonra beynim onu istiyor işte. “Yeter ayrı düştüğümüz, tut elimi hadi, at beni midene” diyor.
Sürülebilir çikolatalar hepten kötü. Yumuşak, çiğnenmesine gerek yok ya. Yeter sinyali gitmiyor beynime. Al şöyle bir tatlı kaşığı, sür ekmeğinin üzerine.
Dil öğrenmeye, özellikle de kısa süre için, yurt dışına giden yurdum insanının hemen hepsinde bir slogan mevcuttur. “Türklerin olmadığı ya da en az olduğu bir yere ve okula gitmek istiyorum.”
Bu, kendini sadece İngilizce konuşmaya mecbur tutup, dili çabucak ya da seri bir şekilde öğrenmek istemelerindendir aslında. Kötü bir niyet ya da özünden utanmışlık falan değildir. Tamam, bütün arkadaşlarımızı yabancı seçelim örneğin ama bir memleketliyi görünce de “günaydın” demek İngilizcemizi daha az geliştirmez. Amma velakin, kolay konuşan, kolay kaynaşan tipler olduğumuz, bir selam sonrasında da daha fazlasının geleceğini bildiğimiz için, uzak durmaya çalışırız işte.
Bunu, bizim gibi konuşkan İtlayan ve İspanyol öğrencilerin de çok yaptığını, dili iyice öğrenip değişik milletleri anlayabildiğimde öğrendim elbette.
Ben bunlardan biri değildim. Çünkü istediğim zaman dönerim mantığı ile gittiğim için zaman sınırlamam yoktu. Zaten konuşmayı pek bir severim. Dilbazın tekiyim. Buldum da bunayacak mıyım? Gelmişim hiçbir şeyini bilmediğim bir şehre, soracağım iki bin adet soru birikmiş. ‘Bir Türk görsem de soru sorsam, sonra da arkadaş olsam’ diye dört gözle bakınıyorum okulda etrafa…
Aylardan Şubat. Londra’ya gelişim ikinci günü. İngilizcem çat ve pat şeklinde. İlk gün bir av bulamamışım. İşte bu ikinci gün şansım yaver gidecek mi beklemedeyim ders aralarında. O sıra bir kız, koridorda ilerleyen başka bir kıza “Hi Berta” diyor. Diğeri de ona “Hi Maria”… Öpüyorlar birbirlerini. Berta’ya bakıyorum. Goldie Hawn’in esmer sürümü. Saçları bile aynı neredeyse. Ne kadar da tanıdık geliyor. Ama bu tanıdıklık Goldie’den değil. Robotik yüz hafızamın bir yerlerinde var bu iri gözler.
Maria ve Berta birkaç dakika konuştuktan sonra ayrılıyorlar. Berta tam benim karşımdaki sandalyelerden birine oturuyor. Bir ara gözlerimiz buluşuyor ama hemen çekiyor o. İşte yine o dakikada başka bir kız daha gelip, Berta’ya Türkçe “selam, ne haber” demez mi? Bizimki kısık sesle ama bülbül gibi dilimizi konuşmaya başlıyor. Bilmiyor ki bende kulak sağlam. Dudak bile okuyacağım neredeyse o kadar bir Türk’e açım. Anlıyorum bu kız bizden. İki gündür et bulamamış kaplan edasıyla avıma yaklaşıyorum. “Merhaba” diyorum. Benim av, gafil avlanmanın verdiği asabiyetle gayet mat ve çabucak bir “merhaba” diyor geri. Kafasını öbür kıza çeviriyor hemencecik. Hanımefendide bir film yıldızı edası ben ise yeni yetme paparazzi sanki. Avı kaçırmaya hiç niyetim yok.
- "Sizi bir yerlerden görmüşlüğüm var. Gördüğüm yüzü unutmam da" diye sevecenlikle yaklaşıyorum.
Ortak paydamız 1D sınıfında okuyan çocuklarımızdı önce. Kuzularımız sınıflarında “mee mee” diye bağırırlarken, bizler de dışarıdaki otlaklarda özgürce gezinelim istemiştik. Bir, iki derken, öyle güzel bir ekip olduk ki, kahkahalarımızdan yer gök inler oldu.
Gün geliyor Voltran’ı birleştiren aslanlar misali birleşiyoruz birbirimiz için; gün geliyor Altın Kızlar olup yiyip içiyor, alışverişe çıkıyoruz. Kıvamımız iyice koyu. Anne çocuk saatlerimizde D’li bebelerimiz kudururken, DE’Lİ Analar olarak biz de diğer köşede eğlenmemize bakıyoruz. Okulun veliler için hazırladığı sosyal aktiviteler ya da kurslarına Winks perileri olarak kanat çırpıyoruz. Evet, adeta DE’Lİ Winks kızlarız biz. Her birimizin karakterinin rengi de, hayatın kattığı içerik de, barındırdığımız güç de farklı. Ve bu farklılığı ortak güce dönüştürebilen, birbirimizi gerektiğinde düzelten, gerektiğinde geliştiren güzel bir ekip elde etmişliğimizin dayanılmaz hafifliğini yaşıyoruz. Kimler var bu ekipte peki?
Burcu: Koç
Sık kullandığı renk: Fuşya & pembe
Sık görüldüğü yerler: Bağdat Caddesi ve Ataşehir
Evime gelen konuğun en özeli o ailenin çocuğudur benim için. Önce o çocuk mutlu olmalıdır. Önce onun karnı doymalıdır. Önce o ortamı sevmelidir ki, tanıma ve alışma faslı bittikten sonra, o ve benim oğlum mesut bahtiyar zaman geçirirken, biz de ebeveynler olarak rahat edelim. Benim evim, o küçüğün rahat ettiği bir teyze evi olarak belleğine kazınırsa ne mutlu bana. Artık baldan tatlı vakitler geçirecek yeni dostlarımıza merhaba demektir bu.
“Onu açma, buna dokunma, etrafı dağıtma, oyuncakları dökme” nidaları yoktur bizde. O bir çocuktur. Bir odaya sıkıştırılmayacak kadar enerjiyle doludur... Kendisine zarar verecek kırma dökme haricinde benim evim onun serbest dolaşma alanından biri olmalıdır o kadar. Ev toplanır, leke silinir, sökük dikilir ama çocuğumun o yaşı bir kereliktir. Arkadaşlarıyla doyasıya eğleneceği bir alanı ya da oyunu kısıtlayarak yaşından ve yaşayacağından çalamam.
Gelen misafir çocuk ya da çocuklar için ayrı bir masa hazırlanır bizim evde. Onlar için hazırlanmış yemekler önce onlara servis yapılır. Bu ayrı masada kendilerini adam yerine konulmuş hissetmelidir çocuklar. Onların dünyaları ve sohbetleri olduğunun farkına varmışlığımızı henüz muhakeme edemeseler bile, “ben ne yersem sen de onu yiyeceksin” ya da “bizimle birlikte aynı sofrada oturacaksın” diretmesi olmadan, kişisel alanlarının olduğunu öğretmek ve kendilerine ayrılmış alan ve ikramı zevkli hale getirmek için yaparım bunu. Anne babalarının hayran bakışları, sevgiyle gülüşleri ya da “yedin mi yemedin mi” karışmaları olmadan rahat bir ortamda kendilerini önemli bir birey olarak hissetmeleri çok hoşuma gider.
Biz çocukken böyle şeyler yoktu. Bize özel bir masada bizi bekleyen nimetler mesela.
Annelerimizle birlikte ev oturmalarına gitmek çok zevkliydi. O zamanlar ikramlar masaya konulmuyordu. Yoktu öyle herkes istediğinden istediği kadar alsın lüksü. Ev sahibi, misafirlerin tabaklarını mutfakta hazırlar, bu tabaklara, ikrama göre, bir tatlı, bir tuzlu, patates salatası ya da kısır, birkaç dal da sarma koyardı. Tabağını alan annelerinin yanında bitiverirdi acıkmış yavruları anında. Analarının önlerine konulmuş tabaktan kendilerine uzatılacak börek, kurabiye ya da pasta parçaları için beklemeye başlarlardı yalanarak. Sanki kalıpmış gibi bir diyalog vuku bulurdu bu sıra.
Ev sahibi: “Çocuk da yer mi?”
Anne: “Yok yok o yemez” ya da “yok yok o içmez.”
Yahu niye yemeyeyim? Benim karnım aç değil mi? Ben de yandım susuzluktan. Koştum oynadım ya. Hararetim var işte. Niye sadece suya talim ediyorum ki? Farkındaysanız karnınızda değiliz ki yedikleriniz kordonunuzla bizi de beslesin. Ayrı bir kursağımız ayrı bir midemiz var.