Osmanlılık ve merkeziyetçilik

KENAN Evren’in akl-ı selim beyanatlarıyla gündeme gelen şu "eyálet tartışması"na ilkin tarihten başlamak gerekiyor. Bilhassa da kendi tarihimizden başlamak gerekiyor.

Malûm, Bizans’ın maddi ve manevi mirasını devralan Osmanlı İmparatorluğu’nun merkeziyetçi; háttá ultra-merkeziyetçi olduğu çok yaygın bir kanı oluşturur.

Nitekim, başta "Doğu despotizmi" ve "hidrolik toplum" teorileri olmak üzere, bizim coğrafyamızın neden Batı tipi bir süreç izlemediği konusunda Marx sayfalar döktürmüştür.

Avrupai tür klasik feodaliteden geçmemiş olmamızın nedeni önce Konstantinopolis’in, sonra da Konstantinniye’nin çevre ve taşra üzerinde kurduğu tahakkümle açıklanır.

Peki de, Osmanlı İmparatorluğu gerçekten söylendiği kadar merkeziyetçi miydi?

***

ASLINA bakarsanız, bu soruyu "hem evet, hem hayır" diye cevaplamak gerekiyor.

"Evet"in kapsamı zaten aşağı yukarı bilindiğinden ve şimdiki "eyálet tartışması" da "hayır"ın çerçevesine girdiğinden, birincisine hiç değinmeden hemen ikincisine geliyorum.

Her şeyden önce, Osmanlı yönetim tarzı pragmatik ve pratikti!

Emperyal yapının bugünkü türden dogmaları yoktu ve tabu dokunulmazlığı sınırlıydı.

***

ÖYLEYDİ, çünkü Saray’da hüküm süren merkeziyetçi arzu ve irade ne olursa, temel ve vazgeçilmez hedefi İmparatorluğun bekásı oluşturduğu içindir ki, Dersaadet daha ilk andan itibaren ve şartlar gerektirdiğinde, "adem-i merkeziyetçilik" uygulamaktan hiç çekinmedi

Rumeli ve Anadolu beylerbeylikleri zaten kısmi bir "merkez kaç" kávis çizerler.

Fakat çok daha önemlisi, yukarıdaki pratik kaygı tüm fütûhat devrinde de geçerli oldu.

Nitekim, Yarımada Helenlerinin "Türkleştirilmesinden" farklı olarak, Payitaht’a bağlı kalmalarına rağmen doğuda Pontus, Kürt, Ermeni ve Gürcü etnisitelerinin kısmen yarı - özerk yapı koruması; batıda ise Eflák, Boğdan, Mağrib, háttá Kırım ve Arnavutluk yerel otoritelerinin, adı üzerinde "beylik" olmaları, bunun somut göstergelerini oluşturur.

Üstelik, Dersaadet Kürt bir Dersim’e ve Ermeni bir Sason’a hemen hiç "ilişmedi".

O halde diyebiliriz ki, kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez misáli, "emperyal pragmatizm" daima ağır bastı ve "adem-i merkeziyetçi" uygulama hiç eksik olmadı.

***

ARTI, yukarıdaki "kaz-tavuk" sürecinin kurumsallık kazanması da söz konusudur.

Şöyle ki, mûlk, mali "tımar" sisteminin 17. yüzyıldan itibaren sekteye uğrayarak bunun yerine "iltizam" sisteminin yerleştirilmesi; yani devletin vergi toplama işlemini yerel aracılara (mültezim) "kiraya vermesi" (!), tabiatıyla "merkez kaç" sürecini de hızlandırdı.

O mültezim devlet kasasını doldurmaktadır ama artık devletin marjında kendi kasasını da doldurmaktadır ki, böylelikle "adem-i merkeziyetçi" bir iktisadi altyapı doğmaktadır.

***

SONRA, ilk bakışta çelişkili görünse dahi, birer modernleşme arayışı olan Tanzimat süreçleri aslında hem merkezileşme, hem de adem-i merkezileşme süreçlerini getirdiler.

Eyalet sisteminden vilayete geçildiği ve tebádan yurttaşa doğru adım atıldığı için burada yeni tür bir merkezileşme söz konusudur. "Cumhurlaşma" nüveleri yeşermektedir.

Fakat yukarıdaki süreç aynı zamanda, Mithat Paşa’nın Tuna mamûrátından Mısır hidivlerinin Nil reformlarına, İmparatorluk tarihinde görülmemiş ölçüde ve yine yeni tür bir "adem-i merkeziyetçi" açılıma tekabül eder. Periferi ilk kez böylesine ivmeyle sıçramıştır.

O halde, Cumhuriyet merkeziyetçiliğini tabu kılanlar burada işlerine geldiği için, aslında hiç hazetmedikleri bir imparatorluk geleneğini sahiplenir gözükse de, o imparatorluğu "ultra merkeziyetçi" olarak tanımlayan Marksist ve Marksizan teoriler yanıltıcı ve eksiktir.

Konuyu yarın genel idari mekanizmalar çerçevesinde inceleyeceğim.
Yazarın Tüm Yazıları