Aya İrini’nin öğrettiği

Tuğrul ŞAVKAY
Haberin Devamı

Hocam, Prof. Şerif Mardin, bize Osmanlı’da en takdir edilen erdemin ‘‘haddini bilmek’’ olduğunu öğretmişti.

Bugün haddimi ve bir kent gazetesinin sınırlarını aşan bir yazı yazacağım...

Bu hafta başında Aya İrini’de yapılması planlanıp sonradan iptal edilen yılbaşı partisi gündeme gelip oturdu. VİP Turizm’in hazırladığı yılbaşı partisi, Fener Rum Patriği Bartholomeos’un tepkisi üzerine Kültür Bakanı tarafından iptal edildi. İyi de oldu!

Üzüldüğüm, parti ile ilgili haberi ilk okuduğumda duyduğum tepkiyi bu köşede dile getirmemiş olmak.

Yanlış anlaşılmasın, haberi atladım diye üzülmüyorum. Orası işin mesleki yanı. Üzüldüğüm, ilk tepkinin Patrik Hazretleri yerine bizlerden -yani Rum Ortodoks cemaatine mensup olmayanlardan- gelmemiş olması. O fırsatı kaçırdık diye üzülüyorum.

* * *

Doğan Hızlan salı günkü Hürriyet’te köşesini bu olaya ayırmıştı. Tarihi mekanların kullanımı üzerine aynı gün Hürriyet-İstanbul’da da çok güzel bir yazı yer aldı.

Tarihi mekanların işlevsiz bırakılıp kaderlerine terk edilmesini doğru bulmayanlar arasındayım. Çünkü bu terk ediş, aslında bir tür ölüme mahkumiyet. İçinde yaşanmayan yapılar, yapay olarak ayakta tutulamıyor ve ağaçlar gibi, yapılar da ayakta ölüyor.

Sorun, tarihi yapılara nasıl bir işlevsellik kazandırılacağı üzerinde yoğunlaşmakta. Ortada bir tür Kartezyen matriks var. Bunda yapıların özelliği bir yanda, işlevin türü öte yanda duruyor. Optimum uygulama noktası bu matriks içinde bir kesişme noktasında saklı.

Saklı olanı bulup çıkartmak da bunlara sahip olan kamu otoritesinin görevi.

* * *

Aya İrini örneğine takılıp kalmamalıyız diye düşünüyorum.

İstanbul ve bütün Anadolu binlerce yıllık eski yapıyla dolu.

Bunların pek azı, arkeolojik eser sıfatıyla ciddi bir koruma altında. Buna karşılık görece daha yeni olanlar tamamiyle terk edilmiş bir görüntüde. Özellikle kiliseler böyle. İçlerinde depo yapılan, hatta ahır olarak kullanılanlar bile olduğu söylenmekte.

Bırakın Anadolu’yu, İstanbul’da bile mevcut kiliseleri dolduracak ne Rum, ne de Ermeni nüfusu kaldı. Ancak cemaatsizlik bu eserlerin mimari değerlerini, sanatsal zenginliklerini inkara yetmiyor. Çoğu bir mücevher gibi parıldamaya devam etmekte.

Bu toprakların sahibi olduğumuzu söylüyoruz. Peki, bu sahiplik bazı yükümlülükleri de peşisıra getirmiyor mu? Bence getiriyor. Başta geleni de, bu topraklar üzerindeki bütün eserlere sahip çıkmak.

Uygar olmak iddiası bunu zorunlu kılıyor. Avrupa Birliği’ne girsek de, girmesek de yapılması gereken bundan başka bir şey değil...

Zoru başarmak

2000 yılı Hıristiyan dünyası için önemli bir dönüm noktası.

Türkiye bu yılda dini amaçlı bir turizm hareketi beklentisi içinde. Niye? Çünkü bu dinin tarihindeki en önemli yerlerin önemli bir kısmı bizim sınırlarımız içinde. Antakya, Tarsus, Efes, Selçuk’taki Meryem Ana evi bunlardan hemen aklıma gelenler.

Aynı yıl, Türkiye uzun zaman -ve pek de haksız sayılmayacak gerekçelerle- bir Hıristiyan Kulübü olarak nitelenmiş Avrupa Birliği’nin kapısını çalmakta.

Cumhurbaşkanımız cumhuriyet tarihinde muhtemelen ilk kez, Hıristiyan vatandaşlarımızın Noel bayramını kutladı.

Bütün bunların ciddi birer çıkış noktası olması mümkün. Ama ben yine de asıl olanın toplumlararası hoşgörü olmasını diliyorum. Türkler tarihte dinsel ve kültürel alanlardaki hoşgörüleriyle tanınan bir toplum. Bu değer, diğer hepsinin üzerinde ve diğer hepsinden daha çağdaş.

İşte böyle bir hoşgörü ve kültür dostluğu anlayışıyla yukarıdaki önerimi tekrarlamak istiyorum: Türkiye, 2000 yılında sınırları içindeki anıtsal değer taşıyan Hıristiyan eserlerini onarmalı. Tümünü onaramasa bile bunun için bir adım atmalı. Sembolik de olsa birşeyler yapmalı.

* * *

Aslında ben ciddi bir planlama ile işin kolayca sembolik boyuttan öteye gidebileceğine inanıyorum.

Zaman zaman gazetelerde Yunanlı armatörlerin İstanbul’daki bazı kiliselerin onarımı için büyük servet harcadığını okuyoruz. Bir takım uluslararası arkeoloji kuruluşları bu işler için fon topluyorlar. Geçen yıl bunlardan birini bu köşeye konuk etmiştim.

Kültür ve Dışişleri Bakanlıkları bu konuda niye bir plan çerçevesinde işbirliğine girmesin?

Müslüman olmayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının vakıf hakları niye bu vesileyle uygar ve hukuki bir çözüme kavuşturulmasın?

Önerim zor bir iş. Ama zoru biz başarmayacağız da kim başaracak?

Açık söyleyeyim, ciddi bir girişimde bulunursak buna ciddi cevaplar geleceğine de inanmaktayım. Hatta bu adımlar atıldığında, Fener Rum Patriği Bartholomeos’un Tuzla Piyade Okulu’ndaki yedeksubay üniformalı resmini tam sayfa basıp, üzerine de 'işte Türklerin adamı' diye manşet atanlar bile utanabilir.

Yeter ki biz utandırmasını bilelim.

Yazarın Tüm Yazıları