“Senelerce, senelerce evveldi; bir deniz ülkesinde, yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz…” Edgar Allen Poe’nun ‘Annabel Lee’ şiirindeki bu dizeler 1960’lı yıllarda evlenmiş genç bir çifte, Mahir ve Şükran Kaynak’a ikinci çocuklarının ismi için ilham oluyor: Deniz Ülke… Bugün Türkiye kamuoyu onu uluslararası ilişkiler ve politik psikoloji alanında uzman bir akademisyen, Prof. Deniz Ülke Arıboğan olarak tanıyor. Onun için adeta alanının içine doğmuş diyebiliriz! Akademisyen bir çiftin üç çocuğundan ikincisi olarak İstanbul’da dünyaya geliyor. Babasını matematik öğretmeni olarak biliyor. Ta ki bir gün gazetelerde ‘MİT Ajanı Mahir Kaynak’ haberleri çıkana kadar!
“Makaleden çok kitap yazmayı seven bir akademisyen oldum. Bugün 14 kitabım var.”
BABAM JAMES BOND GİBİ BİR ŞEYMİŞ
Okulda öğretmeni, “Senin baban MİT ajanıymış” diye altı yaşındaki Deniz Ülke’yi bütün ülkeyle beraber haberdar edince ağlayarak eve geliyor. Kapıda karşılaştığı komşusu ‘Neden ağlıyorsun? Baban James Bond gibi bir şey” deyince yüreğine su serpiliyor. Babası dönemin Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) mensubu, iktisatçı ve yazar Prof. Dr. Mahir Kaynak… Olayın daha ‘akademik’ açıklamasını Deniz Ülke Hoca yapıyor:
SENE 1969 - Deniz Ülke 4-5 yaşlarında
DEVLETE HİZMET AŞKIYLA DOLUYDU
1- Orhan Gorbon ile Kalamış’taki yat limanında, tam da İstanbul’a yakışır kapalı, fırtınaya göz kırpan bir havada buluştuk… Bu hafta İstanbul Boğazı’nda düzenlenen yelkenli yarışı Bosphorus Cup’ın hazırlığı içindeydi. Yarış, yelken meraklıları kadar sunduğu muhteşem görüntülerle kıyıdakiler için de heyecan verici bir etkinlik oluyor. Gorbon söze, “İstanbullulara rüzgârları hatırlatmak amacıyla ‘Rüzgârlar Tiyatrosu’ temasını belirledik. İstanbul büyük bir tiyatro sahnesi, rüzgâr ise başrol oyuncusu…” diye başlıyor: “Fırtınaların bir facia gibi değerlendirilmesi çok acımasızca. Fırtına şiddetli bir rüzgârdır ve kademeli oluşur. Tedbirinizi alırsanız ‘Vah başıma gelenler’ demezsiniz. Her fırtına geçer, hiçbiri günlerce sürmez. Tıpkı hayattaki gibi…”
RESSAM, MİMAR, YELKENCİ...
Bu sözünden yola çıkarak kendi fırtınalı hikâyesini dinlemek üzere eski albümleri açıyoruz… Orhan Gorbon, 1972 yılının soğuk bir kış gününde İstanbul’da, Türkiye’nin en eski seramik markalarından birisine adını veren Gorbon ailesinin bir ferdi olarak dünyaya geliyor. Orhan Bey anlatıyor: “Büyükbabam Prof. Rebii Gorbon mimardı. Galatasaray Liseli, ressam, yelkenci, seramik fabrikasını kuran kişi. 1935’te, henüz 25 yaşında Cumhuriyet’in yeni mimarlarından olarak pek çok tarihi binayı yapıyor; Karaköy’deki bugün otele dönüşmüş olan liman binası, Heybeliada Sanatoryumu, İnönü Stadyumu…
SENE 1976
TAŞ ÇATLAR SERAMİK KALIR
Daha sonra Osmanlı ve Selçuklu mimarisinde kullanılan seramikler dikkatini çekiyor. 500 sene boyunca hiç solmuyor, çatlamıyor. Akıl almaz bir şey! İlk seramiklerini evin bahçesine kurduğu fırında yapmaya başlıyor. Bu sırada 1950’lerde Demokrat Parti zamanında yurtdışından gelen kredilerle büyük binalar yapılıyor. Onlara yer ve duvar karosu gerekiyor. Devlet kurumları teşvik veriyor ve Türkiye’nin yeni inşaat malzemecileri olarak üç marka çıkıyor; Eczacıbaşı, Kalebodur ve Gorbon.”
2- DAHA 25 YAŞINDA RAHMİ KOÇ’LA AYNI YAT KULÜBÜNDE
Bir varmış bir yokmuş… Bundan çok değil yaklaşık 30 yıl öncesine kadar çocuklar internetin, tabletlerin, dokunmatik ekranların, dijital oyunların olmadığı bir dünyada büyüyordu. İster kentte ister kırsalda büyüsünler oyunlarının da oyuncaklarının da mucidi kendi yaratıcılıklarıydı. Çocuk ve gençlik edebiyatımızın en üretken yazarlarından Yalvaç Ural, buluşma yerimiz olarak bize işte bu dünyayı hatırlatan bir yeri seçiyor; Rahmi Koç Müzesi’ndeki ‘Yalvaç Ural Teneke Oyuncaklar Kalıcı Sergisi.’ Tahta oyuncaklar, minyatür objeler arasında gezerken, “Biz bu mekanik oyuncaklarla büyüdük. Bu oyuncakların özelliği şuydu: Bozulduğunda çocuklar içini açar, bu sistemin nasıl çalıştığını öğrenir ve yapardı. Doğa içinde kendi oyunlarımızı kendimiz yapardık” diyor. Bugüne kadar yazdığı 100’den fazla kitaba ilham veren de Ural’ın kendi çocukluğunda başından geçen olaylar olmuş… Açalım eski albümleri…
MEVLÂNÂ SOYUNDAN GELEN AİLE
Yalvaç Ural, 24 Temmuz 1945 tarihinde öğretmen bir anne Feride Hanım ile Toprak Mahsulleri Ofisi’nde memur olarak çalışan bir baba İsmail Hakkı Bey’in iki çocuğundan ilki olarak Konya’da dünyaya geliyor. Ona daha sonra kız kardeşi Tülin katılıyor. Evin en etkileyici figürü anneanne Gülendam Hanım. Ural’dan dinleyelim: “Gülendam Hanım, Mevlânâ’nın 18. göbek torunudur. Büyük dayım Veled Çelebi İzbudak, son Mevlânâ türbesinin postnişini ve şairdir; sekize yakın Türk lehçesi bilir, 16’ya yakın kitabı var. Mevlânâ Mesnevi Türkçesini günümüz diline çevirmiştir. Gülendam Nenem, Pertev Naili Boratav gibi masal ustası bir kadındı. Çevremdeki herkes onun anlattığı masalları, manileri, hikâyeleri dinleyerek büyümüştür. Masalı adeta bir ulak gibi canlandırarak anlatırdı. Mesela bir Hint masalı anlatıyorsa Hintli gibi gerdan kırabilirdi. Çok zeki ve bilge bir kadındı.”
KASABADAN ÇOCUK İSMİ OLUR MU
Gülendam Hanım, kızını İstanbul’daki Çapa Öğretmen Okulu’na gönderiyor. Anne Feride Hanım, Cumhuriyet’in ilk öğretmenlerinden oluyor. Ural,“Baba tarafım da Isparta yörüklerinden. Oğuz boyundan gelmişler. Annemle bir aile ortamında tanışıp evleniyorlar. Ben İkinci Dünya Savaşı yıllarında doğmuşum. Adımı Isparta’nın Yalvaç ilçesinden esinle koyuyorlar. Başta ‘Kasabadan çocuk ismi olur mu?’ deniyor ama aile büyüklerinden onay gelince ismim Yalvaç oluyor çünkü Yalvaç, Kaşgarlı Mahmut sözlüğünde ‘yol gösteren nebi’ demektir. Bir insanın isminden bu kadar etkileneceğini hiç düşünmezdim! Ender isim olunca kimse unutmuyor, kimseyle karıştırılmıyorsun!” diye anlatıyor.
1) İstanbul malum üç büyük imparatorluğa başkentlik yapmış bir kent. Peki, gündelik hayat içinde bunun ne kadar farkında oluyoruz? Tarihi yapılara kafamızı kaldırıp bakıyor muyuz? Şehirdeki yüzlerce yıllık eserleri ne kadar görüyoruz? İBB Kültür Varlıkları Dairesi çatısı altında 2019’da kurulan İBB Miras, son dönemlerde yaptığı restorasyonlarla kamuyu pek çok eski yapıyla ücretsiz buluşturuyor; Botter Apartmanı, Hasanpaşa Gazhanesi, Çubuklu Silolar, Büyükada Taşmektep…
Fotoğraf: Murat ŞAKA
BULGUR KRALI HABİB BEY’İN KONAĞI
Böyle yakın zamanda açılan bir mekândayız; Fatih semtindeki Bulgur Palas. 1912 yılında Bolu Milletvekili Bolulu Habib Bey tarafından yaptırılmış. Anadolu’dan aldığı buğday, bulgur ve arpa gibi ürünleri devlete satarak zenginleşmesinin ardından aldığı ‘Bulgur Kralı Habib Bey’ unvanı konağa da adını vermiş. Bina uzun süre atıl kaldıktan sonra 2021 yılında İBB iştirakleri tarafından satın alınarak birkaç ay önce kapılarını açtı. Bugün turistler kadar mahallenin gençleri ve çocukları arasında da popüler bir buluşma yeri.
BİR TEK DOĞDUĞUM EVİ YAPAMADIM
Bizim randevumuzsa bütün bu restorasyonları yapan İBB Miras’ın kurucusu Mahir Polat ile… Polat’ın kendi hikâyesi 1976 yılında Erzincan’ın Ahmetli Köyü’nde başlıyor. Doğduğu ev heyelan sebebiyle yok olmuş. Polat gülerek, “İnsanlar ‘Her yeri restore ediyorsun, doğduğun evi neden yapmıyorsun?’ diye takılıyorlar” diye başlıyor anlatmaya: “Erzincan ya heyelandan ya depremden hep etkilenmiş bir yer. Böyle bir kentte büyüyünce küçük yaşlardan itibaren kültürel miras konularına ilgi duydum. Kendi aile tarihimiz de 1720’lere dayanıyor; Osmanlı arşivlerinden araştırdım.”
Sene 1989/Botter Apartmanı ( Kaynak: Salt Arşiv)- Sene 2023
2) NENEM AY VE NEHİRLERLE KONUŞURDU
Başkonsolos Kenan Poleo söze, “Çocukken böyle bir görevde bulunabileceğim aklımın ucundan geçmezdi” diye başlıyor: “Diplomat olabilmeniz için çok çok iyi eğitimli, İngiliz kökenli, Hıristiyan ve beyaz olmanız gerekirdi. O zamanlar benim gibi gözüken insanlar diplomat olmazdı.” Son üç yıldır Birleşik Krallık’ın İstanbul Başkonsolosluğu görevini yürüten Kenan Poleo’nun ‘benim gibi gözüken insanlar’ tarifini açalım; kendisi aile kökenleriyle daha çok ‘bizden biri’ gibi; sıcak, esprili, güler yüzlü ve Türkçe konuşuyor! Söyleşiyi resmi dilinde yapsak da araya doğal akışında bol bol anneannesinden öğrendiği Türkçe kelimeler giriyor. Bu nasıl olmuş? Eski albümleri açıyoruz…
SAVAŞ SONRASI ÜLKEYİ İNŞA EDECEK GÖÇMENLER
Kenan Poleo, 1971 yılında Londra’nın güneyindeki Brixton mahallesinde dünyaya geliyor. Burası 1950’li yıllarda Birleşik Krallık’a yeni gelmiş göçmenlerin yaşadığı bir muhit; Karayipliler, Asyalılar, Afrikalılar, Portekizlilerle birlikte Türk ve Kıbrıslı Türklerin de oturduğu çok kültürlü bir ortam var. Poleo’nun ailesi 1950’li yıllarda, o dönem Birleşik Krallık yönetimindeki Kıbrıs’tan Londra’ya göç ediyor. Poleo şöyle anlatıyor: “İngiltere, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yıkılmış ülkeyi yeniden inşa edebilmek için o dönemki kolonilerindeki vatandaşları davet ediyor. Kıbrıs’ın köylerinde yaşayan ailem de bunu bir imkân olarak görüyor. Babam Karpaz’dan, bugün Türkçe adı Balalan olan köyden geliyor. Annemin ailesiyse sınırda, dönemin en büyük köylerinden Akıncılar Köyü’nden.”
BENİM ADIM KENAN PARS’TAN GELİYOR
İkisi de terzi olan annesi Emine Hanım ve babası Hasan Bey, East End bölgesindeki bir fabrikada çalışırken tanışıp evleniyorlar. Üç çocukları oluyor; Filiz, Gonce ve Kenan. Aile, çocuklarına hem Kıbrıs Türkü hem Birleşik Krallık kültürüne uyum sağlayabilecek isimler vermeye çalışırken en küçük çocuk olan Kenan, ismini babasının hayranı olduğu Türk oyuncu Kenan Pars’tan alıyor. Poleo, “Kenan Pars, Türk filmlerinde ciddi veya kötü adam karakterlerini oynardı. Babam oğlunun da ciddi olmasını istemiş” diyor. Çocukluğu kuzenler, amcalar, teyzeler, halalar içinde kalabalık bir ortamda geçiyor. Evde Türk müziği dinleniyor; özellikle İbrahim Tatlıses ve Zeki Müren… Poleo, “Özellikle düğünlere giderken bu müzikleri dinlerdik” diye anlatıyor: “Güney Londra’da Türk sineması vardı, orada tüm Yeşilçam filmlerini izlerdik; Fatma Girik, Orhan Gencebay, Gülşen Bubikoğlu, Hülya Koçyiğit, Türkan Şoray… Onları çok canlı olarak hatırlıyorum.”
1- Ayşegül İldeniz, İzmir’de memur bir anne Cemalifer Hanım ile elektrik mühendisi Göksel Bey’in iki kızından küçüğü olarak dünyaya geliyor. Annesi Girit’ten 1913 yılında göçmüş bir ailenin sekiz çocuğundan biri… Cemalifer Hanım tüm çocuklar içinde liseyi bitirebilen tek aile ferdi. Geçim derdi sebebiyle lise son sınıfta okuldan alınıp yaşı büyütülerek devlet dairesinde çalışıyor. Okulu dışarıdan bitiriyor, PTT’de müdür yardımcılığına kadar yükseliyor. Baba Göksel Bey’in ailesi ise suyun bu tarafından. Denizlili dede İldeniz orduda tank mühendisiymiş. Osmanlı’nın son dönem tüm savaşlarında cephede olmuş; Trablusgarp, Balkan Savaşları... Yemen’de İngilizlere bir yıl esir düşmüş. Kurtuluş Savaşı’nda yine cephedeymiş. Göksel Bey, babasının görevi sebebiyle farklı şehirlerde büyüyor. Cemalifer Hanım ile Alsancak’taki PTT dairesinde tanışıp evlenmişler.
SENE 1972 - Karşikaya, İzmir
SENE 1974 - Anne, baba, ablayla bir Cumhuriyet Bayramı
‘ÇEVRİMDIŞI’ DÜNYADA ÇOCUKLUK
Ayşegül Hanım, işte bu çiftin çocuğu olarak henüz dünyanın ‘çevrimdışı’ olduğu bir dönemde, Karşıyaka’da çok mutlu bir çocukluk geçiriyor: “Babam hem entelektüel hem de elektroniğe, teknolojiye çok meraklı bir insandı. Çeşitli aletleri alıp parçalamayı, içlerine bakmayı severdi. Arkeolojiden tarihe her şeye merakı vardı. Ben bol bol kitap okunan, her şeyin tartışıldığı bir evde büyüdüm. Babam zor sorular sormaya, ben araştırmaya meraklıydım. Bizi arkeolojik gezilere götürmeyi severdi. Rehberlik görevi bendeydi; ‘Ayşegül ansiklopedileri çalışsın ve anlatsın!’ Çocukluğum hem gezerek hem öğrenerek geçti.”
DÜNYAYA AÇILAN KAPILAR
Hal böyle olunca içi içine sığmıyor; bir an önce dünyayı görmek istiyor. Bornova Anadolu Lisesi’nin ikinci sınıfını değişim programıyla bir yılını Amerika’da geçiriyor. Üniversite için o dönem en yüksek puanla öğrenci kabul eden Boğaziçi Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni tercih ediyor. İldeniz, “Boğaziçi dünyaya açılan bir kapıydı. Orada birbirine benzemeyen bir sürü insanla tanışabileceğimi düşündüm” diye anlatıyor: “Çok aktiftim. Tüm öğrenciliğim boyunca çalıştım; kongrelerde çevirmenlik yaptım, dergi gazete televizyon deneyimlerim var.”
İstanbul’un Ayaspaşa semtinde, Sarayarkası Sokağı’ndayız. Burası, kültür-sanatın cumhurbaşkanı Doğan Hızlan’ın çok seferler köşesine taşıdığı özel bir yer; ‘yürürken Ayla Erduran’ın keman sesini duyacağınız sokak...’ Cumhuriyet’in ilk kuşak dünyaca tanınmış keman virtüözlerinden Ayla Erduran ile beraberiz... Günün üç, dört saatini halen keman çalmaya ayıran Erduran’ı balkonda düşüncelere dalmış bir şekilde buluyoruz. Bu ay içinde, 22 Ağustos’ta 90. yaşını kutlamaya hazırlanıyor! Bize Erduran’ın ‘manevi oğlu’ gibi olan, gurur duyduğumuz bir başka ünlü keman sanatçımız Cihat Aşkın eşlik ediyor. Aşkın, Ayla Hanım’a “8 Ocak’ta Süreyya Operası’nda sizin onurunuza bir konserimiz var” müjdesini veriyor. İlk konserine henüz 10 yaşında çıktığını düşünürsek neredeyse 80 yıldır iki bine yakın konser vermiş Erduran’ın gözleri sanki ilk konserini verecekmiş gibi parlıyor; “Derhal neler çalacağımızı çalışmalıyız” diyor.
“Türkiye’nin şimdi çok şansı var. Benim devrimden çok daha güzel ilerlemiş bir memleket oldu çünkü o zamanlar bu kadar çok şehirde konservatuvar yoktu.”
ANNEM MAALESEF GÜZEL ÇALAMAZDI
Hikâyesi 1934 yılında İstanbul’da başlıyor... Ayla Erduran, üroloji alanında Türkiye’nin öncü doktorlarından Behçet Sabit Erduran ile Kadriye Erduran’ın tek çocuğu olarak dünyaya geliyor. Kemanla tanışması o henüz üç yaşındayken oluyor. Ayla Hanım bu tanışmanın nasıl gerçekleştiğini gülerek anlatıyor: “Annem keman çalardı ama Allah affetsin öyle güzel çalmıyordu. Nasreddin Hoca gibi daha fazla ses çıksın diye banyoya giderdi (gülüyor.) Eğitim için Viyana’ya gidiyor. Ancak oradaki hocalar da annemin maalesef müthiş çalmadığını fark edince İstanbul’a dönüyor. Büyükada’da babamla tanışıp evleniyor ve ben doğuyorum; beni kemancı yapmaya karar veriyor.”
KEMAN SESİNE AŞIK OLDUM
Annesi onu üç yaşındayken Saray Sineması’nda büyük Fransız kemancısı Jacques Thibaud’un konserine götürüyor. İlk defa böyle bir keman konserinde bulunuyor. Konserden sonra kulise gidiyorlar. Thibaud, minik hayranını kucağına alıp yanağından öpüyor. Ayla önce keman sesine, sonra hayran olduğu Thibaud’nun kendisine de aşık oluyor! Onunla evlenmeye karar verip günlerce aşk mektupları yazıyor. Bu aşk tamamına ermiyor ama keman sevgisi Karl Berger’den aldığı derslerle büyüyor. Erduran: “Her şeyi ezberden çalıyordum. Nota okumasını bilmiyordum ama beş yaşında Mozart’ın Konçertosu’nu çalıyordum. Yetenek vardı.”
Sene 1930’lar… Bugün ‘tabela nüfusu’ 198 bin, gayri resmi nüfusu 400 binlere dayanan mega tatil kentimiz Bodrum’dayız. 1930’lardaysa Bodrum minik bir Ege kasabası. Nüfusu 15 bin. Ahali süngercilik, balıkçılık, tarım ve hayvancılıkla uğraşıyor. ‘Bodrumlu’luğu 450 yıl öncesine dayanan, yörük kökenli tarımcılardan biri Mehmet Hilmi Bey. Tüccarlıkla da uğraşan Mehmet Hilmi Bey, 1930’lu yıllarda Yunanistan’ın Kalimnos ve Rodos adalarından kayıklarla ilk mandalina fidelerini Bodrum’a getiriyor. Bir kısmı Turgutreis, bir kısmı Bitez, bir kısmı da Ortakent’te verimli topraklarla buluşan mandalina bahçeleri, bir anda kasabanın en önemli ekonomik değerlerinden oluyor. Mehmet Hilmi Bey, 1934 yılında çıkan Soyadı Kanunu’yla ‘Mandalinci’ soyadını alıyor.
BODRUM’UN ÖZ HAKİKİ YERLİLERİ
Mehmet Hilmi Bey’in dördüncü kuşak torunu, bugün karşımızda Bodrum Belediye Başkanı olarak oturuyor; Tamer Mandalinci. Onun hikâyesine gelmeden bir ‘Bodrum retrospektifi’ yapalım; küçük bir sayfiye kasabası dört kuşak içinde bugünkü haline nasıl geldi? Şu anda Bodrum’da ‘yerli nüfus’ yüzde 30 seviyelerine düşmüş. Peki Bodrum’un ‘gerçek yerlileri’ kimlerdir? Balıkçılık ve hayvancılıkla uğraşan Bodrumlular turistlerle ilk ne zaman karşılaştı? Takvimleri Mehmet Hilmi Mandalinci’nin dönemine sarıyoruz… Tamer Başkan anlatmaya başlıyor:
Bir zamanlar Bodrum, İskele Meydanı - SENE 1960’lar “Bugün 89 adet halk plajımız var.”
TEK ULAŞIM EŞEKLERLE
“Bodrum’un ‘yerlisi’ dediklerimiz 1930’lardan itibaren burada olan bazı soyadlarıdır; Uslular, Araslar, Karabağlılar, Kocadonlar, Nalbantoğulları, Karapınarlar, Akpınarlar, Özşekerler, Mandalinci ve Karakaya aileleri ve sayamadığım niceleri... 1960’lara kadar Bodrum bir taşra belediyesiydi. Öyle ki yalnızca Bodrum-Milas arası tek hat araç vardı. Yarımadanın geri kalanında ulaşım katır ve eşeklerle yapılıyordu. Ancak 1925’te Halikarnas Balıkçısı’nın Bodrum’a gelmesi dikkatleri buraya çekiyor. Halikarnas Balıkçısı’nın Bodrum’a gönderilmesi bir sürgün ama o muhteşem doğasını ve tarihini yazılarında anlatıp; ‘Başka yerde ölüp nur içinde yatılacağına, Bodrumda nur içinde yaşanır’ diyor. Bugün onun diktiği palmiyelerin altında oturuyoruz.”