Onunla ilk kez 26 Nisan tarihinde Manisa’da, ‘Mesir Festivali’ kapsamında karşılaşmıştık. Bu bir ‘tanışma buluşması’ydı ama yıllardır tanışıyormuşuz gibi gözleri sevgiyle bakarak, bütün samimiyetini hissettirerek elimi sıkmış, heyecanla sohbet etmiştik. Bu muamelesi sadece bana değildi; herkesle aynı sıcaklıkla konuşuyordu. Kaybının bu kadar geniş kesimde bu kadar üzüntü yaratması tesadüf değil. Hani tanıdığınız anda sevdiğiniz insanlar olur ya… Zeyrek onlardan biriydi. Güler yüzünden, pozitif enerjisinden etkilenmemek mümkün değildi.
SEVGİ DOLU, ZARİF, MİSAFİRPEVER
Manisa için yaptıklarını, yapacaklarını anlatırken gözleri parlıyordu. Manisa’yı ‘Varlarla yoklar şehri’ diye tanımlamıştı…Yokların ‘var’ olması için gösterdiği çabanın karşılığını şehirde görmek mümkündü… Elinin değdiği her şeydeki inceliği, zarafeti, sevgiyi hissediyordunuz. Mesir saçım töreninde gökyüzünden rengarenk macunlar yağarken Başkan dahil, herkesin çocuklar gibi şen olmasına şaşırmıştım. Böylesi ‘içten mutluluğu’ günlerce çevreme anlattım. Hemşerileri ve ekibi tarafından ne kadar çok sevildiğini gözle görebiliyordunuz. Programdan sonra bizi uzaktan görüp koşarak yanımıza gelecek kadar misafirperverdi.
"HİÇBİR ŞEYİ KIRGINLIKLA KARŞILAMADIM"
Bu ‘tanışma buluşması’ndan sonra onu daha yakından tanıyabileceğimiz bir söyleşi için talepte bulundum. Kendisini 16 Mayıs tarihinde, bir İstanbul programında yakaladım. Sanki daha dün berabermişiz gibi beni görür görmez ilk sorusu “Nasıl buldunuz Manisamızı?” oldu. Manisa’yı ‘yönettiği bir şehir’ değil, içten bir aidiyetle, başarılı olmasını çok istediği bir aile üyesi gibi görüyordu. Sevgisini, “Kendimi çok iyi bir ‘Manisa milliyetçisi’ olarak tanımlarım” diye ifade etmişti. Lise yıllarından itibaren hayali belediye başkanlığı: “Bir şehri yönetebilmek için mimar olmak gerektiğini düşünüyordum. Şehrin gelişmesi için yönetimi ehil ve meslek sahibi kişiler tarafından yapılması gerekiyordu.” Üniversiteden sonra arkadaşları gibi Bursa veya İstanbul’u tercih etmek yerine şehrine dönüyor. Siyasetteki zorluklar karşısındaki tavrını, “Hiçbir şeyi kırgınlıkla karşılamadım. Kaybettiğimiz seçimler bizi yıldırmadı. Mitinglerde su taşınması gerekiyorsa su taşıdık, örgütlenme yapmak gerekiyorsa örgütlenme yaptık” diye anlatmıştı.
Manisa ve Türkiye güzel bir insanı kaybetti… Ailesine, sevenlerine sabırlar diliyorum…
BETA BALIKLARINI BİLE UNUTMAMIŞTI
Kendi ailesini anlatırken de aynı sevgiyi, şefkati görmek mümkündü. Ev ahalisini, balıklarını bile eksik bırakmayarak anlatmıştı: “Evliyim, üç kız çocuk babasıyım. Büyük kızım 18 yaşında üniversiteye hazırlanıyor. Yedi yaşındaki ikizlerimiz alfabe öğreniyor. Bir yardımcımız var. Bir poodle köpeğimiz, iki de Beta balığımız var, muhtemelen onlar da dişi. Bizim eve erkek olarak giren tek kişi benim! (gülüyor)’ Evde şöyle bir düzen var; biri üniversiteye hazırlanıyor, biri alfabe öğreniyor, biri siyasette; hanım muhtemelen çıldırmak üzere!"Fotoğraf: Murat ŞAKA
1) İstanbul’un en güzel mekânlarından, İstiklal Caddesi’ndeki Türkiye İş Bankası Resim Heykel Müzesi’ndeyiz… Cumhuriyet’in 100. yılında kapılarını açan müze hem özgün mimarisiyle hem de Türk sanat tarihinde adeta kim var kim yok herkesi görebileceğiniz zengin koleksiyonuyla ilgi görüyor. Aldığı ödüllere geçen hafta bir yenisi de eklendi; müze, dünyanın saygın organizasyonlarından Avrupa Müze Forumu (EMF) tarafından ‘özgün küratöryel yaklaşımı, ülkenin sanat tarihine kazandırdığı yeni perspektif ve tarihi unsurlarla harmanlanmış çağdaş mimarisi’yle Özel Takdir Ödülü’ne layık görüldü. Tam da bu mutluluğun yaşandığı günlerde müzenin kurucu küratörü, sanat tarihçisi ve yazar Prof. Gül İrepoğlu ile buluştuk…
Fotoğraf: Murat ŞAKA
Hayata gözlerini tarihi Sultanahmet semtindeki tarihi bir apartmanda hukukçu bir baba ile öğretmen bir annenin evinde açıyor. Büyük dedesi tıp doktoru Ali Rıza Atasoy eğitime çok önem veriyor; apartmanı Sultanahmet’te yaptırmasının sebebi üniversiteye yakın olması… Her dairesinde bir aile ferdi oturuyor. Gül Hoca, “Kendimi hep çok şanslı buldum çünkü büyük ailenin ne kadar önemli olduğunu yaşayarak öğrendim” diyor: “Anneannemle dedemin sofrasına önceden kaç kişi oturacak bilinmezdi. Annem edebiyata, müziğe ve sanata çok meraklıydı. Yazlarımız Bostancı’daki iki katlı ahşap köşkte geçerdi. Muazzam bahçede salıncakta sallanır, plaja giderdik. Dolu dolu, neşeli neşeli bir çocukluk…”
Sene 1965/Nurhan Atasoy ile
Sultanahmet’teki aile apartmanının çatı katının tanıdık bir sakini var; teyzesi, meşhur sanat tarihçisi Prof. Nurhan Atasoy. İrepoğlu, Prof. Atasoy’un evinin daimi ziyaretçilerinden; büyüleyici kütüphanesinde vakit geçiriyor, eve gelen meşhur hocalarla arkadaşlık ediyor, partilerde arz-ı endam ediyor… Kimi zaman da beraber Topkapı Sarayı’na gidiyorlar. Atasoy çalışırken İrepoğlu evdeymiş gibi sarayın bahçesinde oyunlar oynuyor, salonları geziyor, en çok da mücevherleri merak ediyor. Gül Hoca, “Teyzem beni Avrupa’daki sanat tarihi kongrelerine götürürdü. 1970’lerin başında bir yazı bütün Avrupa şehirlerini ve müzelerini gezerek geçirmiştik. Seyahat sonunda ‘Yeter!’ diye isyan etmiştim” diye gülerek anlatıyor.
2) ‘KUZU KUZU TEYZEME GİTTİM’
İstanbul Erkek Lisesini bitirdikten sonra Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü’ne giriyor, çünkü: “Mimarlık hem fen hem sanat hem edebiyat, hepsini içinde barındıran bir alan.” Ancak teyzesinin elinden kurtulamıyor. Atasoy, yeğenine “Seni yetiştireceğim” diyor. Gül Hoca, “Bugünün gençleri farklı herhalde ama biz öyle yetiştirilmiştik, kuzu kuzu gittim!” diyor gülerek.
1- Manisa bir gelenekler şehri… Spil Dağı’nın eteklerinde, Lidya medeniyetine ev sahipliği yapmış, ardından 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’na çok sayıda şehzade yetiştirmiş... Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman, Yavuz Sultan Selim burada yetişip padişah olan isimlerden birkaçı. Bugünlere miras tarihi yapılarla birlikte bir çok etkinlik kalmış; 566 yıllık Akhisar Çağlak Festivali, zeytin hasadı şenlikleri, bağbozumu şenlikleri… UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras Listesi’nde yer alan ‘Mesir Macunu’ bu yıl 485. kez yapıldı, Sultan Camisi’nden sekiz ton mesir macunu saçıldı.
SENE 1978 - 1’inci yaşgünü
78 YILLIK KAZANAMAMA GELENEĞİNİ YIKTI
Bu etkinliklerin ev sahibi isimlerden biri Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek. ‘Bir gelenekler şehri’ dedik ama Zeyrek geçen yerel seçimde yüzde 57 oy oranıyla CHP’nin 78 yıllık Manisa’yı kazanamama geleneğini kırdı. Hikâyesini dinlemek için onu İstanbul’daki bir programı sırasında yakaladım… Kendisi oldukça aktif de bir belediye başkanı; etkinliklerde halkla iç içe olmayı seviyor ve bu özelliğiyle gurur duyuyor. Zeyrek, “Hayatım boyunca hep sosyal etkinliklerde ve herkesle beraber bir yapım oldu. Özellikle uğraştığım bir iş değil ama Tiktok’ta fenomen olmuşum” diyor gülerek.
SENE 1994 - Halk oyunları ekibi
SATRANÇ, FUTBOL, YELKEN, DALIŞ...
Eski albümleri açıyoruz. Zeyrek, 1977 yılında Manisa’da berber bir baba ile ev hanımı bir annenin iki çocuğundan ilki olarak dünyaya geliyor: “Babamı herkes ‘Tıraşçı Ahmet’ diye bilirdi. Manisa’nın yerlisi. Annemin ailesi Makedonya göçmeni. Annem üç yaşındayken Manisa’ya gelmişler. Babam, babasını çocukken kaybettiği için erken yaşta çalışmaya başlamış. Annemi de dedem okutmamış. O yüzden çocukluğum yüzme ve futboldan satranca çeşit çeşit kursta geçti. Annemle babam çocukluklarında yaşayamadıkları her şeyi bana yaşatmak için yoğun bir çaba içindelerdi. Lisanslı futbolcuydum. Futbol hayatım halı sahalarda devam ediyor. Yelken ve dalış en sevdiğim hobilerim. Başkan olduktan sonra yapamıyorum ama dağ bisiklet grubumuz vardı. Doğayı çok seviyorum.”
Zeynep Bilgehan - Ferdi Zeyrek
İstanbul’da bugünlerde opera ve bale rüzgârı esiyor… 10 Mayıs’ta başlayan ve 3 Haziran’a kadar devam edecek 16. Opera ve Bale Festivali’nde geçen hafta Ahmet Adnan Saygun’un 1964-1983 yılları arasında bestelediği, 42 yıl sonra tozlu raflardan inip sahneye konan Gılgamış eseri sahnelendi. Caner Akın’ın rejisörlüğünde teknolojiyle sanatı buluşturan ve 400 kişilik bir ekibin hazırladığı yapım uzun süre ayakta alkışlandı. Geçen sezon da opera ve bale açısından güzel haberlerle geçti; 2023-2024 sezonunda 44 yeni eser sahnelendi, 1009 temsilde 613 bin 276 sanatseverle buluşuldu. Bu güzel gelişmeleri vesile ederek İstanbul Devlet Opera ve Balesi (İDOB) Müdürü ve Sanat Yönetmeni, opera sanatçısı Caner Akgün ile bir araya geldik…
ANNEMLE BABAM BİZİ MUTLU BÜYÜTTÜ
Bu sayfada konuk aldığımız sanatçıların hikâyelerinde genelde müziğin çok küçük yaştan itibaren hayatlarında olduğunu dinledik. Bugün tanınmış, ödüllü bir bariton olan Caner Akgün’ün bu dünyaya girişiyse daha farklı… Akgün, Bolulu memur bir ailenin iki çocuğundan ikincisi olarak 1981 yılında Zonguldak’ta dünyaya geliyor. Annesi ilkokul öğretmeni, babası Orman Bölge Müdürlüğü’nde makine mühendisi. Çocukluğu çeşitli yerlerde geçiyor; üç yaşına kadar doğduğu Zonguldak, 10 yaşına kadar Muğla, 16 yaşına kadar Bolu… Akgün, “Çok güzel bir çocukluk geçirdim. Babamın orman müdürlüğündeki görevi sebebiyle lojmanlarda kalırdık. Bu sayede hep bağ, bahçe içinde büyüdüm. Devlet size fırsat verdiğinde insanlar kendilerini güvende hissediyor. Annemle babam mutlu insanlardı. Bize de mutluluk ve sevgi verdiler” diyor.
Caner Akgün - Zeynep Bilgehan
AŞÇILARI MEŞHUR MENGEN’DEN
Bunu neden söylediğinin cevabı aile hikâyesinde: “Bolu Mengenliyiz. Dedelerim Köy Enstitüleri’nden mezun oluyor. Mengen’in aşçıları meşhur. Ailemizde de çok aşçı var ama bizimkiler sağlık memuru ve öğretmen oluyor. Babam Gazi Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’nü bitiriyor. Annem de 17 yaşında Öğretmen Okulu’nu bitiriyor. Üniversite yıllarında tanışıp evleniyorlar ve hikâyeleri Zonguldak’ta başlıyor. Devletin imkânlarıyla okuyup çeşitli kademelerde görevlendiriliyor ve iki çocuk yetiştirebildikleri olanaklara sahip olabiliyorlar.”
Dünyada dengelerin karman çorman olduğu bir çağdayız… Yeni kıtada Donald Trump fırtınası eserken, ‘eski kıta’ tüm tarih boyunca olduğu gibi dünyanın geri kalanını da geren sancılar içinde. Hem kendi hikâyesini dinlemek hem de bize bugünler konusunda rehberlik etmesi için diplomaside 40 yılını geçirmiş emekli büyükelçimiz Uluç Özülker ile beraberiz. Onun dünyaya gelişinin kökenleri de bir çağı kapatıp yenisinin kapılarını açan Fatih Sultan Mehmet dönemine dayanıyor. Özülker, “Baba tarafım Karamanlıdır” diye başlıyor anlatmaya: “Büyük büyük büyük dedem Karaman’dan Akıncı olarak Fatih Sultan Mehmet ile Avrupa’ya yürüyüp sonra Üsküp’e yerleştirilmiş. Birinci Dünya Savaşı’na kadar orada kalıyorlar. Aile sonra İstanbul’a yerleşiyor. Babaannemin babası zengin bir işadamı. Babam yedi yaşından itibaren işlerin başına geçirilmek istenince denizci dayısı onu Deniz Lisesi sınavlarına sokuyor.”
ANNEM HEM ANNELİK HEM BABALIK YAPTI
Babası Bahattin Özülker, Donanma Komutanı’yken kendi isteğiyle emekli oluyor. Daha sonra Fahri Korutürk döneminde MİT Müsteşarlığı yapıyor. 1974’teki Kıbrıs çıkarmasından sonra ani bir kalp kriziyle hayata veda ediyor. Özülker, “Anne tarafım da Bursa-İnegöl’den. Bulgaristan’dan Pazarcık’a gönderilmiş. Onlar da 1877-78 Rus Savaşı’ndan sonra İstanbul’da Fatih’e yerleşiyor. Bendeniz 1942’de Fatih’te dünyaya geliyorum” diye devam ediyor: “Babam hep görevde olduğundan annem bize babalık da yaptı.” İlkokuldan sonra babası oğluna diyor ki: “Oğlum, görev yerim hep değişecek. Sen sürekli okul değiştirme. Seni bir yatılı okula verelim.” Özülker, iyi bir dereceyle sınavı kazanıp Galatasaray Lisesi’ne başlıyor. Ancak bu yine de okul değiştirmesine engel olmuyor. Babasının NATO görevlendirmesiyle 1956-1958 yıllarını Washington’da geçiriyor.
Uluç Özülker - Zeynep Bilgehan
İLK MÜZAKERE TECRÜBESİ
Özülker, ilkokul ikinci sınıftan itibaren ne olmak istediğini biliyor: Büyükelçi. Onu ilk etkileyen teyzesinin Suadiye’deki ev davetinde gördüğü bir misafirin yaşamı oluyor. Etrafında büyük ilgi olan birinin kim olduğunu sorduğunda; ‘Konsolos Bey’ diyorlar ve ne iş yaptığını anlatıyorlar. Daha sonra Amerika yılları da uluslararası ortamları görüp sevmesini sağlıyor. Liseden sonra babasının isteği İTÜ, kendi gönlü Mülkiye’de. Bu ikilemden çıkmak için bir diplomatik taktik uyguluyor; Mülkiye’yi burslu kazandığını İTÜ’nün sınavı sırasında öğreniyor. Babasına karşı gelmek durumunda kalmamak için sınavı yarıda bırakıp çıkıyor. Böylece kalpler kırılmadan 1961 yılında Mülkiye’ye giriyor.
1) Pek çok şapkası var; kadın hakları savunucusu, hukukçu, akademisyen… Nazan Moroğlu özellikle sivil toplum alanındaki çalışmalarıyla kamuoyu tarafından tanınıyor. En sonuncusu Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin (ÇYDD) ‘Çağdaş Yaşam Cumhuriyet Ödülü’ olmak üzere pek çok ödülü var. 2021 yılında Uluslararası Üniversiteli Kadınlar Federasyonu’nun (GWI) dünyada 100 yılın 100 öncü kadını listesinde yer almıştı. Peki onun hikâyesi nasıl başlamış? Nazan Moroğlu: “Babam deniz subayı ve teğmen. Annem Safranbolulu bir ailenin İstanbul Kız Lisesi’ni bitirmiş kızı. Babam 21, annem 18 yaşındayken evleniyorlar. Ben iki çocuktan ilki olarak 1947’de İstanbul’da dünyaya geliyorum.”
“Türkiye’de kadınlar Cumhuriyet devrimleriyle tanınan haklarının değerini biliyorlar ve hep ileri taşımaya çalışıyorlar. Türkiye’deki kadın hareketi dünyadaki kadın hareketinin çok önünde diyebilirim. Kadın kuruluşları olarak ‘kadın sorunu, kadının sorunu değildir’ diyoruz. Anayasamıza göre ‘Aile toplumun temelidir, eşler arası eşitliğe dayanır.’ Eşitsizlikten kaynaklanan kadın sorunu, bir demokrasi sorunudur. Eşitlik olursa kalkınma olacak.” (Fotoğraf: Murat ŞAKA)
AİLEYLE GEÇEN ZAMANLAR
Çocukluğu mutlu bir aile ortamı içinde geçiyor. Moroğlu, “Telefon yoktu. Radyo bile evlere yeni giriyordu. Şimdi televizyonlu, cep telefonlu bugünlerden geriye bakınca o dönem aileler birlikte daha çok zaman geçiriyordu” diye anlatıyor: “Yemek saatleri belliydi. Birbirini seven, dayanışma içinde bir ailede büyüdüm. Hep düzen ve okumaya meraklıydım. Öğretmenler derse ara vermeleri gerekirse ‘Sınıfın başında sen dur Nazan!’ derlerdi.”
Sene 2010'lar
ALMAN DÜZEN VE DİSİPLİNİ
Babasının iki yıllık bir Almanya görevi oluyor. Onun etkisiyle Moroğlu eğitimine Alman Lisesi’nde devam ediyor. Düzen ve disiplin kendi mizacına da uyuyor. Onuncu sınıftayken Almanca bir hukuki metni Türkçe’ye çevirdikten sonra aradığı ‘kurallı bir iş’i hukukta bulabileceğine karar veriyor. İlk tercihi İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazanıyor. Sene 1968...
Sene 1970'ler/Sene 1950/Anne ve babası
Hayatının 30 yılı bürokraside, 20 yılı siyasette toplam 50 yılı kamuda geçmiş bir isim; Kaya Erdem. Söze, “Beni nasıl buldunuz? 1999 yılında siyasetten ayrıldıktan sonra arayan çok gazeteci olmadı” diye başlıyor. O halde ilk soru; “Siyaseti bıraktıktan sonra arayanlar azalır mı?” Cevabı: “Tabii belirli bir görevi bıraktıktan sonra arayan azalır. Bu, hayatın bir gerçeğidir. İktidardayken etrafınızda gücünüzden istifade etmek isteyenler olur; size övgüler düzerler ama gerçeği de söylemezler. Görevden ayrıldığınızda çil yavrusu gibi dağılırlar. Geriye esas dostlarınız kalır. Bunun böyle olacağını bildiğiniz takdirde rahat edersiniz. Bilmeyenler için bu bir sükutu hayal olur. Hayat bunları daha evvel bana öğrettiği için nelerle karşılaşacağımı biliyordum. Hiçbir zaman rahatsızlık duymadım.”
OKULDAN CEPHEYE
Siyasi kariyerinde bürokrasinin en yüksek mevkilerinde bulundu; Bakanlık, Başbakan Yardımcılığı, TBMM Başkanlığı yaptı. Hikâyesinin başlangıcı dokunaklı… Kaya Erdem, 1928 yılında Ahmet Hilmi Bey ile Pakize Hanım’ın dört çocuğundan ikincisi olarak babasının görev yeri Safranbolu’da doğuyor. O bir Kurtuluş Savaşı çocuğu. Babası Ahmet Hilmi Bey, Kuleli Askeri Lisesi’nde okurken İstanbul işgal ediliyor. İşgalle birlikte okul kapatılıyor. Ahmet Hilmi Bey’in babası Şaban Bey, İnebolu ve havalisinin garnizon komutanı. İnebolu Limanı, İstiklal Savaşı sırasında asker ve mühimmat sağlanan kilit bir mevki. Ahmet Hilmi Bey de İstiklal Savaşı’na bir subay adayı olarak katılıyor. Savaştan sonra Maarif memuru olarak görevlendiriliyor; Cide, Safranbolu ve Kurucaşile’de görev yaptıktan sonra aile en son Bartın’a yerleşiyor.
KURTULUŞ SAVAŞI KUŞAĞI
Eğitimi yarıda kalmış, Kurtuluş Savaşı’nda yer almış bir babanın çocuğu olmak nasıl bir duygudur? Kaya Bey, “O kuşak çok büyük fedakârlıklarda bulunup eziyetler çekerek bize bugünleri vermişler” diye yanıtlıyor: “En önemli husus vatanlarını çok sevmişler. Ülkeyi kurtaran bu anlayış ve fedakârlık olmuş. Bize hep ‘her şeyden önce vatan ve dürüst çalışmak’ terbiyesini vermişlerdir. Babam vasiyetine şunu yazdı: ‘Atatürk’ün ilkelerine uyarak ulusumuz yararına başarılı çalışmalarınızı vasiyet ediyorum.’ 1923’ten 1940’a kadar her şeyi vatan için ön plana alan bir kadro hareket etmiş. Eğitime çok önem vermişler. Öğretmenler o dönem kazada bir hâkim veya kaymakam gibi itibar görürdü.”
1- Bu hafta takvim yapraklarımızı normalden biraz daha geriye sarıyoruz; iki bin yıl öncesine! Helen, ardından Roma, Bizans, Selçuklu medeniyetlerine ev sahipliği yapan ve nihayetinde Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulduğu Bursa’nın şirin ilçesi İznik’teyiz… Rehberimiz Bursa Miras Başkanı Güney Özkılınç. İlk durağımız her an perdelerini açıp localarda ve tribünlerdeki hayali izleyicilere bir oyun sergilemeye hazır gibi görünen Antik Roma Tiyatrosu. Oradan kenti çevreleyen tarihi surların eşlik ettiği yoldan sahildeki Su Altı Bazilikası’na gidiyoruz. Burası gelecek ay yapılacak çok önemli bir etkinliğe hazırlanıyor…
DENİZ ALTINDAN ÇIKAN BAZİLİKA
Hıristiyanlığın temel doktrinlerinin belirlendiği I. İznik Konsili MS. 325 yılında İznik’te toplanmıştı. Ömrü elverseydi, Papa Francis’in de bu toplantının 1700. yıldönümü için yapılacak törene katılması bekleniyordu. Etkinliğin yapılacağı Bazilika’nın hikâyesi de ilginç; İznik Gölü’nün sularının çekilmesiyle tesadüfen bulunuyor. Bursa Uludağ Üniversitesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof. Mustafa Şahin öncülüğünde su altı kazıları ve araştırmaları yapılıyor.
SENE 1955 - Anneanne, anne ve nenesiyle
TOPRAK ALTINDAN BUGÜNLERE
İznik’te toprağın altından çıkan tek şey tarihi yapı kalıntıları değil. 14. yüzyıldan itibaren meşhur olan İznik çinilerinin de kalbindeyiz… Üstelik çininin hikâyesi bugün de devam ediyor. Konuğumuz; ‘UNESCO Yaşayan İnsan Hazinesi’ unvanını taşıyan, İznik çinisi ustası Adil Can Güven. Güven, 1953 yılında Filibe’den göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak İnegöl’de dünyaya geliyor. Çocukluğu dedesi Hayati Efendi’nin geniş çiftliğinde geçiyor.
2- SANATÇI BİR AİLE