Sevin Turan

Yoksa açlığa çözüm mü bulundu?

8 Ağustos 2017
Bilim haberlerini ne kadar yakından izlersiniz? Ben iyi bir dış basın takipçisi olarak eskiden beri çok severim yeni gelişmelerle ilgili haberler okumayı/izlemeyi. Özellikle moleküler biyoloji, genetik gibi alanlardaki gelişmeleri okurken gerçekten heyecan duyuyorum.

Geçtiğimiz hafta da bilim dünyasında beni epey heyecanlandıran ve çok önemli olduğunu düşündüğüm bir gelişme yaşandı. Finlandiya'da bilim insanları havadan yiyecek üretmeyi başardı.

Yiyecek dediğimiz, henüz öyle pek ahım şahım bir şey değil gerçi, bir nevi protein tozu, ama olsun. Araştırmacılar uzun süreli uzay yolculuklarında gıda ihtiyacının karşılanması ve dünyada açlığın önüne geçilmesi gibi gerçekten fark yaratacak hedeflerden bahsediyor.


15 günde aşağı yukarı bu kadar üretim yapılabiliyor.

Peki nasıl bir şey yapmışlar? İcat ettikleri cihaz ortalama bir kahve fincanı büyüklüğünde bir protein reaktörü. Bu fincana havadaki karbondioksiti, suyu ve bazı özel mikropları eklemişler. Sonra da elektrolize yani karmaşık maddelerin elektrik kullanılarak bileşenlerine ayrılması işlemine tabi tutmuşlar. Böylece ortaya temel gıda maddeleri kadar besleyici bir katı madde çıkmış ortaya. Yapısının yüzde 50'si protein, yüzde 25'i karbonhidrat, geri kalan yüzde 25'i de yağlar ve nükleik asitlerden oluşuyormuş.

Bir kaşık gıda tozu 15 günde üretilebiliyormuş. Biraz zaman alıyor yani. Ancak hava, su, güneş panellerinden elde edilen üretilen elektrik ve birkaç mikrop katkısı dışında bir şeye ihtiyaç olmadığı için maliyeti çok düşük. Hatta araştırmayı yürüten uzmanlar bu süreçte kullanılan elektrik miktarının, bitkilerin besin sentezi süreci olan fotosentezde kullanılan enerjinin 10'da biri olduğunu söylüyor.


Yazının Devamını Oku

Bir iade-i itibar yazısı

1 Ağustos 2017
Bugün bir iade-i itibar yazısıyla karşınızdayım. Uzun yıllar hakkı yenmiş, buna rağmen tevazuundan bir şey kaybetmemiş bir arkadaşımızı öveceğiz hep birlikte.

Bulunduğumuz coğrafyada milattan önce 2000'lerden bu yana yaşayan bir tür bu. Çeşitli türevleriyle birlikte hem Münbit Hilal denilen bölgede hem de Avrupa'da bol bol üretilmiş. Lakin akrabalarına kıyasla aşağı bir tür kabul edildiği için zengin insanların sofrasına oturmaktan ziyade fakir doyuran olmuş en iyi ihtimalle. Bir de hayvan yemi olarak kullanılmış. Sapları ilaç yapımında kullanılacak kadar değerli maddeler içermesine rağmen bir türlü sevdirememiş kendini "rafine" damaklara.

Kıymetini asıl bilenler İngilizler, İskoçlar İrlandalılar, Almanlar ve İskandinavlar olmuş. Aslına bakarsanız bunun sebebi de düşük yaz sıcaklıklarına ve yağmura karşı diğer akrabalarından daha dayanıklı olması. Biraz da mecburiyetten yani...

Buralardan yayılmış dünyaya yavaş yavaş ama Türkiye'de mutfaklarımıza girişi çok daha geç oldu. Hâlâ da hayvan yemi muamelesi yapan çoktur ya ben pek seviyorum. Peki, kimden bahsediyorum? Yulaftan elbette!

Tarihin ardından biraz da doğa bilimlerine söz verelim mi? Efendim yulaf, bulabileceğiniz en iyi karbonhidrat ve lif kaynaklarından biri. Özellikle "çözülebilir lif" olarak bilinen beta-glukan açısından çok zengin.

Yarım bardak (75-80 gram civarı) yulafta 51 gram karbonhidrat, 13 gram protein, 5 gram yağ, 8 gram lif var. Verdiği enerji ise sadece 303 kalori.

Bunun yanı sıra yarım bardak yulaf günlük ihtiyacımız olan manganezin yüzde 191'ini (eksiği yok fazlası var yani), fosforun yüzde 41'ini, magnezyumun yüzde 34'ünü, bakırın yüzde 24'ünü, demirin yüzde 20'sini, çinkonun yüzde 20'sini, B1 vitamininin yüzde 39'unu, B5 vitamininin ise yüzde 10'unu karşılıyor. Bu kadar proteini, vitamini ve minerali başka tahıllarda bulabilmeniz çok kolay değil.

Yazının Devamını Oku

Peki bu bizi neden ilgilendiriyor?

25 Temmuz 2017
Geçtiğimiz hafta yazdığım ABD'deki "mac and cheese" araştırmasıyla ilgili yazıya gelen yorumlardan bir tanesi, bana bu haftaki yazı için ilham verdi.

İsmini hatırlayamadığım okurumuz, herhalde Türkiye'de yazıya konu olan ürünlerin satışı ve tüketimi olmadığından olsa gerek "Bu bizi neden ilgilendiriyor?" minvalli bir yorum yazmış.

Öncelikle sağ olsun, yazıyı okumuş, üzerine bir de yorum yazmaya layık bulmuş. Fakat belli ki ben o yazıda derdimi dilediğim gibi anlatamamışım.

Efendim, evet, Türkiye'de bu ürünler çok yaygın olmadığı için o araştırmanın sonuçları bizi doğrudan ilgilendirmez. Lâkin geçen haftaki yazıdan şu paragrafı alıntılayıp altını güzelce çizeyim ki meramım iyi anlaşılsın:

"Aslına bakılırsa bu kimyasal [ftalat] doğrudan yiyeceklere eklenen bir şey değil. Plastiği yumuşatmak için kullanılan bir madde ve ambalajlardan, kaplardan, borulardan yiyeceklere bulaşıyor. Yağ asitlerine tutunduğu için özellikle peynir gibi yağlı yiyeceklerde, pastane ürünlerinde, bebek mamalarında, etlerde, zeytinyağı ya da tereyağı gibi mutfak yağlarında ve fast food'larda görülebiliyor."

Özetle, Türkiye'de "mac and cheese" yemesek de aldığımız tüm süt ürünlerinin, et ürünlerinin, çoğu sıvı yağın, hatta parfümlü (parfüm demek yağ demektir) deterjanların ve şampuanların plastik kaplarda satıldığını düşünürsek, "Bundan bize ne?" diyebilme rahatlığı içinde olduğumuzu pek düşünmüyorum. (Google'da ufak bir Türkçe "ftalat" araması yaparsanız geçmiş haberleri de bulabilirsiniz. Her gün üzerimizde taşıdığımız pek çok markanın giysileri, okul çantasından ayakkabıya nice ürün yapısındaki ftalat nedeniyle haber olmuştu geçmişte. Ben bu yazıda sadece yeme-içme konularına değindiğim için girmiyorum o kısma.)

Peki, ne yapacağız? Geçen haftanın yazısını hatırlayanlar için ikinci baskı olacak ama en azından yiyecekler yoluyla vücudumuza giren ftalat ve diğer zararlı kimyasalların seviyesini düşürmek için mümkün olduğunca ambalajlı, hazır/işlenmiş gıdalardan kaçınmak, taze ve dondurulmuş malzemeleri kullanıp kendi yemeklerimizi yapmak, evdeki plastik kapların önemli bir kısmına veda etmek gerekiyor. Bir de hep dediğimiz gibi ambalaj/etiket okumak…

Bunu nasıl yapacağınızı bilmiyorsanız ya da hangi maddelerin çok zararlı olduğunu öğrenmek isterseniz ufak bir Google araması sıkıntıya çare olacaktır. “Gıda”, “ambalaj”, “zararlı maddeler” gibi belli başlı birkaç arama terimiyle neler öğrenebileceğinizi görünce gözlerinize inanamayacaksınız.

Yazının Devamını Oku

Peynirli makarnada şok gelişme: "Yıllarca zehir mi yedik yoksa?"

18 Temmuz 2017
ABD kamuoyu geçtiğimiz hafta çok önemli bir haberle sarsıldı. Hayır, hayır, Başkan Donald Trump'ın kendisiyle aynı isimli oğlunun e-posta yazışmalarından filan bahsetmiyorum. Bu bahsettiğim sarsıcı haber siyasi görüş, partizanlık filan tanımayan bir şokun haberi.

ABD'de yaşayan/yaşamış olan yahut da televizyon dizileri, filmler vb. sayesinde burada yaşayanların günlük hayatlarına ucundan kıyısından aşina olan herkesin bileceği bir yiyecek vardır "mac and cheese" diye, peynirli makarna yani. 

Özellikle çocuklar çok sever bu mac and cheese denilen şeyi. Çocuğuna yemek yedirmekte zorlanan ebeveyn, okul harçlığını çıkarmak için komşunun çocuklarına bakan 14 yaşındaki genç kız filan hep mac and cheese'de bulur çözümü.

Lakin bu peynirli makarnalar ninemizin elleriyle açıp kestiği eriştenin üzerine annemizin serptiği çökelekten mamul peynirli makarnalara pek benzemez. Yapışan, uzayan bir peynirin içindeki minik makarna parçalarıdır ve İŞTE BURASI ÇOK ÖNEMLİ bir karton kutu içinde, peyniri toz halinde, birkaç dakikada yenmeye hazır ve nazır halde satılırlar. (2013 rakamlarına göre yılda 2 milyon kutu mac and cheese satılıyormuş ABD'de...)


Böyle böyle kutularda satılıyor işte bu mac and cheese'ler...

Gelelim ABD kamuoyunu sarsan habere: Piyasada satılan 30 farklı mac and cheese ürünü üzerinde yapılan incelemede, bu ürünlerin (bir tanesi hariç) içinde ftalat adı verilen zararlı bir kimyasal bulunduğu ortaya çıktı. Hem de yüksek miktarda...

Aslına bakılırsa bu kimyasal doğrudan yiyeceklere eklenen bir şey değil. Plastiği yumuşatmak için kullanılan bir madde ve ambalajlardan, kaplardan, borulardan yiyeceklere bulaşıyor. Yağ asitlerine tutunduğu için özellikle peynir gibi yağlı yiyeceklerde, pastane ürünlerinde, bebek mamalarında, etlerde, zeytinyağı ya da tereyağı gibi mutfak yağlarında ve fast food'larda görülebiliyor.

Peki nedir bu kimyasalın zararları? Testosteron gibi erkeklik hormonlarının salgısına zarar veriyor, yeni doğan oğlan çocuklarında genital bölgede kusurlara, daha büyük yaşlardaki çocuklarda ise öğrenme ve davranış bozukluklarına neden oluyor.

Yazının Devamını Oku

Hepsi kadın, hepsi güzel..

11 Temmuz 2017
Deneyimli gazetecilerin çok sık kullandığı ve gençlere de öğretmeye çabaladığı bir kavram vardır, fikri takip diye. Bir durumu/olayı mesele edip gündeme getirdiğinizde, onun yansımalarını, peşinden yaşananları vs. de takip edip haberleştirmeniz beklenir sizden. Benim bugünkü yazım da 3 hafta önceki yazımın fikri takibi olacak biraz.

Hatırlarsanız o zaman size Instagram'da hızla büyüyen "body positive" (beden olumlama) hareketinden bahsetmiştim. Herkesin (ama özellikle kadınların) vücutlarını kilolarıyla, sıskalıklarıyla, çatlaklarıyla, yara izleriyle, tüyleriyle ve daha nice "kusur"larıyla kabul etmelerini ve daha da önemlisi sevmelerini savunan bir hareket bu.

Bugünkü yazım da bu hareketin uzantısı bir projeyle ve proje kapsamında yapılmış bir fotoğraf çekimiyle ilgili. Model Clémentine Desseaux'nun kurucusu olduğu bu projenin adı "All Woman Project"; "hepsi kadın projesi" diye çevirelim haydi.

Desseaux bu projeyle, medyada ve özellikle sosyal medyada beden olumlamayı, kendine güveni yaymaya çalışıyor. Geçtiğimiz günlerde Refinery29'da yer alan proje tanıtım dosyasında yer alan röportajda, "Medyanın, özellikle 'plaj vücudu' zamanı olan yaz aylarında olumlu mesajlar yaymasının vakti geldi - daha az nefret, daha az diyet, vücudunuzu daha az değiştirmek, daha fazla kucaklamak, bedeninizi sevmek ve olduğu gibi kabul etmek" diyerek amaçlarını dile getiriyor.

Söz konusu dosyada Refinery29'ın yaptığı ve sonuçları ürkütücü bir araştırmadan da bahsediliyordu. 1000 kadının katıldığı bir ankette, katılımcıların yüzde 73'ü havuzda ya da plajda mayo giymenin karşı karşıya oldukları en stresli durum olduğunu belirtmiş. Katılımcıların dörtte üçü, beden algıları yüzünden plaja gitmekten kaçındıklarını söylemiş.


Charli Howard ve Clémentine Desseaux (sağda)

Örneğin Clémentine Desseaux diyor ki, "Benim için de çok uzun bir süre boyunca mayo giymek büyük bir meseleydi. Vücuduma güvensizlik duyarak büyüdüm. 10 yaşımdan 22 yaşıma kadar diyetler yaptım; başka biri gibi görünmek ya da olmak istiyordum. Miami'ye taşınana kadar yılda 3 ya da 4 kez mayo giyerdim. İnsanlar selülitlerimi ya da göbeğimi görecek diye ödüm kopardı, sürekli giysilerin altına saklanırdım. Memleketim Fransa bu açıdan çok dar görüşlü, bana bir sorun olarak bakıyor. Miami'de ise herkes özgürdü, her beden bikini vardı. Bunu görmek, farklı ya da anormal olmadığımı anlamak çok özgürleştiriciydi". (Bu kadının bugün modellik yaptığını hatırlatmak isterim.)

Yazının Devamını Oku

Yazı rahat geçirmek için 9 ipucu

4 Temmuz 2017
Nisan, mayıs aylarında sürekli "Hava ne zaman ısınacak?" diye homurdana homurdana çağırdık mı bilmiyorum ama son 10 gündür ne çöl sıcağı kaldı kavrulmadığımız ne Kuzey Afrika’sı... Böyle olunca da haliyle ne yemeğe iştahımız kaldı ne de uyku düzenimiz...

Peki yazı daha rahat geçirmek için yapabileceğimiz bir şeyler yok mu? Var tabii... Kendi rahatsızlığımı geçirmek için neler yapabilirim diye hazır araştırmışken sizinle de paylaşayım dedim bu hafta. Aslında bir sürü taktik var da, en basitinden yediklerimize, içtiklerimize dikkat ederek hayatımızı kolaylaştırabiliriz.

Gelin önce yemesek daha iyi olacak şeylere bir bakalım:

-- Akşamları çok aşırı yağlı, baharatlı, kızartma vs. yememeliymişiz. Zira bunları yediğimizde gece uyku kalitemiz düşüyormuş. Sıcaktan uyuyamadığımız gibi bir de üzerine mide rahatsızlığından uyuyamazmışız.

-- Her zaman olduğu gibi, yaz akşamlarında da çok fazla kafeinli içecekler ve alkol tüketmemeliymişiz. Kafeinin uyanık tutması bir yana, vücuttan çok fazla su atımına neden olduğu için gece sürekli tuvalete gitmemiz gerekirmiş.

-- Akşamları yemememiz gereken bir diğer şey de bol proteinli ve bol enerji veren gıdalarmış. "Bol enerji verenleri anladık da proteinle derdin ne" derseniz şöyle efendim: Protein (özellikle et) sindirimi uzun süren bir besin türüymüş. Sindirim uzadıkça biz yattığımız yerde yerimizden kıpırdamasak bile iç organlarımızın hareketliliği sürüyormuş. Bu da uykuya geçişi zorlaştırıyormuş.

Peki ne yemeliyiz?

-- Yazı mümkünse pişmemiş yiyeceklerle ve bol yeşillikli salatalarla geçirmek gerekiyormuş. Uzmanların önerilerinin başında nohut gibi melatonin salgısını destekleyen yiyecekler geliyormuş. Mesela haşlanmış nohutla yapılacak hafif bir salata yaz ayları için birebirmiş. Aynı şekilde lahana ve avokado da yaz için önerilenlerdenmiş.

-- Uyku desteği gıdaların yanı sıra yazın yenmesi faydalı başka yiyecekler de varmış. Mesela süt mısır! "Memlekette doğal mısır kaldı mı?" derseniz haklısınız tabii de mısırın faydası içindeki lutein ve zeaksantin isimli iki antioksidanın gözlerimizde doğal güneş gözlüğü etkisi yapıp zararlı ışınlara karşı koruma sağlamasıymış.

Yazının Devamını Oku

Özür dilerim, söz veririm...

20 Haziran 2017
Haftalardır bu köşede, "Şunu yerseniz tok tutar, bunu içerseniz metabolizmanız çok hızlanır, sağlıklı yaşam aman da ne güzel" diye yazıp duruyorum. Ancak zaman zaman bu yaptığımı sorguladığım da oluyor. Neden mi?

Aslına bakarsanız ilk hafta kendi kilo verme serüvenimi anlattıktan sonra yazıyı bitirirken şöyle demiştim: "Bundan sonra her şey zamana ve sabrınıza kalmış. Yeter ki rakamlara ve sağlıksız beden imajlarına takılmayın. Son yıllarda özellikle dünyada biraz törpülendi ama halen zaman zaman medya olarak bu sağlıksız imajların kamuoyuna pompalanmasına mahal veriyoruz. Bu da gelecekteki yazılardan birinin konusu olsun."

Lakin laf bir türlü dönüp dolaşıp oraya gelemedi. Neyse ki son günlerde sosyal medyada bir hareket bir hayli yayıldı da bana da bir fırsat doğdu.

Nedir bu hareket derseniz kısaca BoPo derim, yani "body positive". Türkçeye çevirmek biraz zor ama "beden olumlama" diyebiliriz belki.

Boyumuzun kaç santimetre, ağırlığımızın kaç kilogram olduğuna, sivilcelerimize, bel ölçümüze, yamuk dişlerimize, çatlaklarımıza, tüylerimize ya da ciddi fiziksel engellerimize takılmadan, bedenimizi olduğu gibi kabul etmeyi ve sevmeyi amaçlıyor BoPo. Tess Holliday, Lena Dunham, Iskra Lawrence gibi yeni neslin tanınmış isimleri de hareketin başını çekiyor.

Özellikle Instagram'da çok kuvvetli bir dalga bu. Çünkü Instagram fit vücutların, kaslı karınların, bikinili havuz başı fotoğraflarının, bacak boşluklarının kalesi durumunda. Dahası bu vücutlar geleneksel medyanın da desteğiyle norm buymuşçasına, tüm kadınlar bu ölçülerde olmak zorundaymışçasına lanse ediliyor. Üzerimizdeki siyasi ve sosyal baskılara bir de sürekli bir tahakküm mekanizması olarak vücudumuz katılıyor. BoPo hareketinin savunucuları işte bu normlara, bu tahakküme karşı çıkıyor.

Instagram'da resimaltı: Spor salonu selfie'si, çünkü şişman insanlar spor yapmaz değil mi? Öyle bile olsa bu SİZİ İLGİLENDİRMEZ :) #başlarımsizingüzellikstandartlarınıza #benimbedenimbenimkurallarım

Yakın zamanda "The Not So Subtle Art of Being a Fat Girl" (Şişman Bir Kız Olmanın Çok da Üstü Kapalı Olmayan Sanatı) isimli kitabı piyasaya çıkan Tess Holliday, BoPo'yla ilgili New York Times'a şunları söylemiş: "Instagram bizim kendi deneyimlerimizi edinmemize imkân sağlıyor. Instagram'dan önce internette ne varsa onu görüyordunuz. Bugün ise beden olumlama, feminizm, radikal beden sevgisi gibi hareketlere gönül vermiş insanları, sanatçıları takip edebilirsiniz. Etrafınızı size moral veren ve destek olan insanlarla çevirebilirsiniz ve burada gerçekten böyle bir topluluk var."

Holliday'in bu sözleri aslında şu demek: Instagram'da kimleri takip ettiğinizi iki kere düşünün. Önünüze düşen fotoğrafların size kendinizi kötü ve yetersiz hissettirmesine, "Neden belim bu kadar ince değil? Neden X gibi karın kaslarım, Y gibi ışıltılı saçlarım yok?" diye düşündürmesine izin vermeyin. Iskra Lawrence'ın 3,5 milyon Instagram takipçisine dediği gibi, "Önce hayat geliyor ve önce siz geliyorsunuz. Bir sayfaya baktığınızda kendinizi iyi hissetmiyorsanız, engelleyin ya da takibi bırakın".

Yazının Devamını Oku

Adım bilekliği: Para tuzağı mı, mucize icat mı?

13 Haziran 2017
Küçükken tuhaf bir huyum vardı: Bir yerlere misafirliğe gittiğimizde ev sahibinin müzik setini, videosunu (video diye bir şey vardı o zamanlar) kurcalamadan ve yanımdaki büyüklerin yüreğini ağzına getirmeden duramazdım.

90'ların sonunda ilk cep telefonları piyasaya çıktığında zaten sınırlı sayıda olan tüm modelleri, hepsinin kısa yollarını filan ezbere bilirdim.

Zaman zaman fişi çekme ihtiyacı hissetsem de teknolojiyle içli dışlı olmayı genel olarak hâlâ çok seviyorum. İşimin de gereği olarak, telefonlar, tabletler, dijital abonelikler vs. hayatımın olmazsa olmazları.

Bu vazgeçilmezler arasında son yıllarda öne çıkan ise adım bileklikleri. Önce sadece fitness odaklı bir ürün olarak girdiler hayatıma, sonra akıllı saatlere doğru ilerledim. (Hatırlayan vardır, insülin direnci yazısında ilan-ı aşk etmişliğim de var bu aletlere.)

Fakat iki hafta kadar önce okuduğum bir haber biraz kalbimi kırdı. Neden mi?

Efendim, Stanford Üniversitesi'nden bazı bilim insanları, piyasadaki 7 farklı fitness bilekliğinin sonuçlarını laboratuvar verileriyle kıyaslayarak ne kadar güvenilir olduklarını görmeye çalışmışlar. (Markaları buraya yazmıyorum, az çok tahmin edebilirsiniz.)

31 kadın ve 29 erkeğe aynı anda birden fazla bileklik takılmış. Denekler koşu bandında ve kondisyon bisikletinde çalıştırılmış. Ya da sadece dinlenmeye alınmış. Sonra da bilekliklerden alınan rakamlar "altın standart" olarak bilinen EEG sonuçları ve indirekt kalorimetri (nefesteki karbondioksit ve oksijen miktarına bakarak enerji tüketimi ölçümü yapılan bir metot) sonuçlarıyla karşılaştırılmış.

Sonuçta bileklikler kalori tüketimini ölçme/hesaplama konusunda sınıfta kalmış. Öte yandan kalp atış hızını hesaplama konusunda beklenenin çok üzerinde bir başarı sergilemişler.

Yazının Devamını Oku