Sabri Yurdakul

Her türlü bağımlılık tedavi edilmeli

1 Kasım 2018
Bazı bağımlılıklar yoksunluk durumunda psikolojik belirtiler verirken bazı bağımlılıklar da ise fiziksel belirtiler öne çıkar.

Alkol ve madde bağımlılığı günümüzde çok yaygın olarak karşımıza çıkıyor. Maddelerin içinde özellikle sigara bağımlılığı en yaygın olanı. Kullanım yaşı erken yaşlara düşmüş durumda. Özellikle ortaokul ve lisede sigara kullanan gençlerin sayısı çok fazla.

Bilgisayar ve cep telefonu bağımlılığı da yine çocuklarımızda gördüğümüz daha da erken yaşlarda başlayan bir bağımlılık. 4 yaşında çocuklar aileleri cep telefonunu vermediğinde ağlıyor, tepki veriyor ve alıp oynamak istiyor. Madde bağımlılığı dendiği zaman bu bağımlığın temel özelliği bu maddeye ulaşamayan insanların yoksunluk belirtileri yaşaması, rahatsız olması, sıkıntı yaşamasıdır. Bu nedenle 3-4 yaşından itibaren çocukların teknolojiye olan bağımlılığını da bu şekilde değerlendirmek mümkün olacaktır.

İnsanın bağımlılık örüntüsü kullandığı madde kadar bu maddeye nasıl ulaştığı, nasıl kullandığı ve kişilik özellikleri ile de ilgilidir. Bu nedenle insan her şeyi bağımlılık haline getirebilir. Çok gördüğümüz insanın sevgilisine olan bağımlılığı bile bu kapsamda ele alınabilir. Bu yüzden insanın bağımlılık potansiyelinin bilinmesi ve herhangi bir şeyi bağımlılık haline getirmemesi gerekir. Öyle ki bu maddenin kullanım sıklığı ve sayısı çok fazla olmasın ve kişi bu maddeye ulaşamadığında sıkıntı yaşamasın.

Sigara içen bir insanı ele alalım. Kişinin günde bir iki sigara içmesi bağımlılık değildir. İçmediği zaman bir sıkıntı yaşamayacak ve rahatsız olmayacaktır. Ancak günde 3 paket sigara içen bir insan düşünelim. Bu insan sigara içmediğinde çok rahatsızlık yaşayacak ve sigara arayacaktır.

Bazı bağımlılıklar yoksunluk durumunda psikolojik belirtiler verirken bazı bağımlılıklar da ise fiziksel belirtiler öne çıkar. Örneğin eroin bağımlısı bir kişi eroin almadığında, krizler geçirir, bilincini kaybedebilir, uykusuzluk, iştahsızlık yaşar. Aldığı ilk dozda ise bütün bu belirtiler gider. Halbuki sigara bağımlısı bir insan sigara içmediği zaman en fazla sinirlilik ve huzursuzluk yaşar, herhangi bir fiziksel şikayet yaşamaz. Bu yüzden eroin bağımlılığı fiziksel bağımlılık iken sigara bağımlılığı psikolojik bir bağımlılıktır. Böyle değerlendirdiğimizde alkol ve eroin bağımlılığı fiziksel bağımlılıklar olarak değerlendirilirken; esrar, sigara, teknoloji bağımlılığı psikolojik bağımlılık olarak kabul edilmektedir.

Bağımlılık yaşam kalitesini düşürdüğü için mutlaka tedavi edilmesi gerekir. Eroin bağımlılığında damarların tahrip olması, akciğere ve beyne emboli gitmesi, kötü hijyen koşulları nedeniyle enfeksiyon hastalıklarından ölüm nedeniyle sağlık çok çabuk bozulup bağımlılar çok erken yaşta yaşamlarını kaybedebilmektedir. Alkol bağımlılığında ise fiziksel tahrip çok daha ileri yaşlarda oluşmaktadır. Alkolün en büyük zararı kısa vadede aile yaşantısına yansımakta, aile içi çatışmalar, şiddet, iş sorunları derken kişi giderek yalnızlaşmaktadır. Sosyal hayattan uzaklaşıp alkole yakınlaştığı oranda ise giderek yalnızlaşmakta ve alkolün esiri olmaktadır.

Psikolojik bağımlılık yapan durumlar ise kısa vadede fiziksel olmasa da yaşam kalitesini bozmaktadır. Sigara uzun vadede kalp damar hastalıklarına, kansere neden olmaktadır. Bilgisayar bağımlılıkları ise gençleri ailelerinden koparmakta onların ders başarısını olumsuz etkilemektedir.

Tüm bağımlılıklarda temel esas hiç başlamamak ama başlanmış olanları doğru kullanmaktır. Alkol ve sigaranın çok ama çok az içilmesi uygunsa hiç başlanmaması, öğrencilerin teknolojik aletleri doğru kullanmayı öğrenmeleri bu bağımlılıkların başlamasını ve ilerlemesini engelleyecektir.

Yazının Devamını Oku

Çocuğum okulu sevmiyor

16 Ekim 2018
"Bir an önce ders bitse de oyun oynasam"

Hepimizin bildiği gibi okula severek, isteyerek giden öğrencilerin sayısı pek fazla değil. Hele hele çok fazla ders çalışıyor ve kendilerine zaman ayıramıyorlarsa okula severek ve isteyerek gitmiyorlar. Okul sevgisini aşılamak da aslında öğretmenlerin ve ailelerin ortak çabası çok önemli.

Öğrencilerin tek hayatı okul olduğunda giderek sıkılıyorlar ve ellerindeki tek çıkış noktası olan cep telefonlarına, bilgisayarlara ve hiçbirini bulamazlarsa televizyona yöneliyorlar. Okuldan geldikleri zamanı tamamen derse ayırdıklarında ne ders ders oluyor, ne geçirdikleri zaman zaman oluyor. Bir an önce dersim bitse ve cep telefonuma baksam, oyun oynasam, televizyonda bir şeyler seyretsem telaşına düşüyorlar. Derslerin dışında kurslar, etüdler, özel dersler derken hayatları nedenini bilmedikleri ve kendilerinin de seçmedikleri bir koşuşturmanın içinde gidiyor. Bu kadar ayırdıkları zamana karşılık verim almak da giderek zorlaşıyor.

Derslerine engel olmayacak sürelerde yaptıkları sporun, çaldıkları müziğin ve okudukları kitapların beyin gelişimine faydası çok fazladır. Ders dışı uğraşları olduğu zaman hem derslerden sıkılmalarını engellemiş, hem de onları çok yönlü yetiştirmiş olacağız. Derse çok çalışmak iyi bir çalışma değildir. Çocukların derse ayırdıkları zaman arttıkça derse olan konsantrasyonları azalacaktır. Daha uzun sürelerde dersin başında oturduklarında sıkıldıkları için dersin başında oyalanmaktadırlar.

Dikkat eksikliği olan öğrenciler de dersin başında çabuk sıkıldıkları için ders çalışmak istememekte ve okulu da bu yüzden sevmemektedir. Okulda dersi dinlerken sıkılmakta ve dikkatleri çabuk dağılmaktadır. Dikkat eksikliği giderilmediği sürece de okula gitmek istememektedir. 

Sonuç olarak çocuklarımızın okulu sevmesi için okulda güzel zaman geçirmeleri, dikkat sorununun olmaması, ders dışı etkinliklerinin olması gerekir. Sporun ve etkinliklerin sadece hafta sonunda değil olabiliyorsa hafta içinde de bir ya da iki kere olması derslerden sıkılmayı engelleyecek ve okulu sevmelerine yardımcı olacaktır.

Yazının Devamını Oku

Ruhsal sorunlar hastalık mıdır?

26 Eylül 2018
Hepimizin yaşamında zaman zaman mutsuzluk, korku, kaygı, gibi sorunlar olabilir. Bu şikayetlerin hastalık olabilmesi için belli bir süre ve belli şiddette olması gerekir. Örneğin...

Hepimizin yaşamında zaman zaman mutsuzluk, korku, kaygı, gibi sorunlar olabilir. Bu şikayetlerin hastalık olabilmesi için belli bir süre ve belli şiddette olması gerekir. Örneğin sevdiğimiz bir arkadaşımızı kaybettik üzüldük ama bu kayıp depresyona dönmeden 5-10 gün sonra hayatımız normale döndü, bunu depresyon olarak nitelendirmek mümkün değildir. Gece korkuyla uyandık nefes alamadık, boğulacağım hissi yaşadık ama sonraki günlerde bir daha tekrarlamadı. Biz yaşadığımız olayı yediğimiz ağır bir yemeğe ya da içilen fazla alkole bağladık geçip gitti. Anlatılan durum panik atakmış gibi görünüyor ama devam etmemesi, bir kere olup bir daha olmaması nedeniyle bu yaşanılan durumu panik atak olarak nitelendirmek mümkün değildir.

İnternet üzerinden belirtileri okuyup benim hastalığım buymuş diyen insanları yanıltan budur. Depresyonda ağlama var ağlıyorum, uykusuzluk var uyuyamıyorum, ölüm düşünceleri var bunları yaşıyorum diyen insanlar hemen kendilerine depresyon tanısı koyabiliyorlar. Ya da içimde bir ses konuşuyor olsa olsa şizofren olurum diyerek kendilerinin şizofren olduğuna inanıyorlar. Gerek depresyonun gerekse şizofreninin tanısının konulabilmesi için başka şikayetlerin de olması gerektiğini bunların depresyon için 15 gün, şizofreni için en az 6 ay boyunca sürmesi gerektiğini göz ardı ediyorlar. Psikiyatrinin en çok yanıltan yanı diğer hastalıklar gibi kan tahlillerinin, beyin tomografilerinin tanıda yardımcı olmamasıdır. Bunların yerine olan testler tanıyı desteklemekte ama tam tanı koydurmamaktadır.

Sonuç olarak ruhsal sorunlar sağlıklı insanda da ara ara gözlenebilecek durumlardır. Tanı koyulabilmesi için bunların bir psikiyatrist tarafından değerlendirilmesi ancak belli kriterlere uyduğu zaman hastalık denilmesi uygundur. Yoksa sağdan soldan duyup kendimize koyduğumuz tanılar yanıltıcı olacaktır.

Yazının Devamını Oku

Çocuklar tuvaletten neden korkar?

28 Ağustos 2018
Tuvalet korkusu sadece psikologların, psikiyatristlerin değil kimi zaman çocuk doktorları ve çocuk cerrahlarının da içinde olduğu bir takımın müdahalesini gerektirmektedir.

Çocukların tuvalet korkuları genellikle daha küçük yaşlarda ortaya çıkmaktadır. 3-4 yaşlarındaki çocuklar büyük abdestlerini tuvalete yapmak istememektedir. Büyük abdestlerini tuvalete yapmak istememelerinin altında yatan neden en büyük oranda makatlarındaki çatlaklardır. Kabızlık çeken, günlerce tuvalete gitmeyen çocukların makatlarında yırtıklar oluşmakta bu da ağrılı tuvalete neden olmaktadır. Böyle bir durumda klozete kakalarını yapmak yerine evde bir kenara çömelip kaka yapmayı tercih ederler. Ailelerin bu konudaki ısrarları da bir işe yaramamaktadır.

Tuvalet yaparken yaşadıkları acı nedeniyle tuvalete çıkmak istemeyen çocuklar ailelerini zor duruma düşürmektedir. Böyle bir durumda ilk yapılması gereken iş çocuk cerrahlarının muayene edip var olan çatlakları tedavi etmeleridir. Bunun için verilen kremlerin sürülmesi de çocuklarda problem olabilmektedir. Canları acıdığı için krem sürdürmek istememektedirler. Sürülen kremlerde kabızlık devam ettiğinde işe yaramamaktadır. Bu nedenle yiyeceklerin türlerinin değiştirilmesi, posa bırakan yiyecekler yemeleri gerekir. Kimi zaman da posa bırakan yiyecekleri yeseler bile günlerce tuvalete çıkmadıkları için sertleşen büyük abdestlerini yumuşatacak ilaçların kullanımı gerekebilmektedir. Böylelikle bağırsakları yumuşayacak, büyük abdestlerini acı çekmeden daha kolay yapabileceklerdir.

Enkoprezis olarak adlandırılan altına kaka yapma, tuvalete yapmama durumu kimi zaman aileyi cezalandırmak için tuvalet yapmama ile başlasa da sonrasında makattaki çatlakların oluşması ile devam edebilmektedir. Çocukların tuvalet korkusu bu durum geçtikten sonra da devam edebilmektedir. Bu nedenle tuvalet korkusu sadece psikologların, psikiyatristlerin değil kimi zaman çocuk doktorları ve çocuk cerrahlarının da içinde olduğu bir takımın müdahalesini gerektirmektedir.

Tuvalet korkusunun psikolojik tedavisinde tekrar yavaş yavaş tuvalete alıştırma, günün belli zamanlarını kakası olmasa bile tuvalette oturtarak alışması sağlanmalıdır. Tedavideki gecikmeler sorunun büyümesine ve bağırsaklarda tembelliklere yol açacağından, tespit edildiğinde gecikmeden doktora başvurmak gerekebilir.

Yazının Devamını Oku

Stresi kendimiz mi yaratıyoruz?

14 Ağustos 2018
Stresi yenmenin yolu onu anlamak ve çözmeye çalışmaktır.

Stressiz bir yaşam mümkün değil. Günlük hayatın içinde az ya da çok stres var. İş hayatı, tıkanan trafik, ev içindeki tartışmalar, çocuklarımızın ders başarısı ya da başarısızlığı bizde stres yaratıyor. Önemli olan stresi yenebilir olmamız. Yoksa stressiz bir yaşam isteği değil. Yenebildiğimiz stres bizi güçlendirdiği gibi yeni stresler içinde güçlü kılmakta. Bu nedenle stres konusundaki düşüncelerimizin çok büyük önemi var.

Stres yaratan olay aynı olsa da tepkiler farklı olabiliyor. Kimi kişi stresin üzerine gidip onu yenmenin yollarını ararken kimi kişi stres yaratan durumlarda mücadele etmeyi bırakabiliyor. Bu nedenle farkında olmadan stresi kendimiz yaratabiliyoruz. Örneğin iş hayatında yöneticimizin yaptıklarımızı beğenmediğini düşünüyorsak ya gayret edip daha çok başarılı olup onun gözüne girmeye çalışıyoruz ya da ne yapsam faydalı olmayacak zaten yaptıklarımı görmeyecek diyerek çaba harcamaktan vazgeçiyoruz. Birinci durum bizi başarıya götürebilecekken ikinci durum daha da çok stres yaşayıp iş hayatında zorluklar yaşamamıza neden olacak. Bu yüzden stres yaratan olaylar karşısında takındığımız tutum ve davranış çok önemli.

Stresi yenmenin yolu onu anlamak ve çözmeye çalışmaktır. Ben yapamayacağım bu stresin altından kalkamayacağım dediğimizde de haklı çıkarız, bu stresi yenmenin yolunu bulacağım dediğimizde de haklı çıkarız önemli olan tercihimizi hangisinin yönünde kullandığımızdır.
Stresi yenebilmek için mümkün olduğu kadar yaşadığımız olayı iyi anlamaya çalışmalı, sonra da onu aşmak için çaba harcamalıyız. Kendi başımıza başaramadığımızda çevremizde aklına güvendiğimiz arkadaşlarımızdan yardım almak, onların yönlendirdiği şekilde davranmak stresi azaltacak ve yenebilmemizi sağlayacaktır. Sonuçta stresi kendimiz yaratmıyoruz. Stresi yenme çabalarımız bizi güçlü kıldığı gibi kendimize olan güvenimize arttıracaktır.

Yazının Devamını Oku

Aldığınız nefes yetmiyor mu?

31 Temmuz 2018
Psikolojik olarak aldığı nefesin yetmediğini düşünen insanlar çoğunlukla korktukları durumun dışında gayet rahat nefes alabilmektedirler.

Bu şikayeti son günlerde çok gördüğüm için üstüne yazmak istedim. Önemli bir akciğer hastalığı dışında kişinin aldığı nefesin yetmemesi kaygı ile ilgili bir sorundur. Öyle ki bu kişiler nefes alabildikleri halde nefes alamadıklarını düşünürler. Daha derin nefes almaya çalıştıkça yapamadıklarını düşünerek kaygı duymaya başlarlar. Kaygıları arttıkça derin nefes alamazlar ve iyice kaygıları artar.

Bu kişiler doktorlara gittiklerinde fiziksel muayenelerinde bir şey bulunmaz. Akciğer filmleri normaldir. Böyle bir nefes darlığını izah edecek fiziksel hastalıkları yoktur. Ancak yine de tatmin olmazlar ve nefes alamama şikayeti ile doktor doktor gezmeye başlarlar.

Psikolojik olarak aldığı nefesin yetmediğini düşünen insanlar çoğunlukla korktukları durumun dışında gayet rahat nefes alabilmektedirler.

Korktukları ve kaygı duydukları zaman ise derin nefes alamamaktadırlar. Öyle ki birdenbire derin nefes almaya çalışıp alamadıklarını düşünerek kaygılanırlar. Boğulacağım korkusu ile daha derin nefes almaya çalışırlar. Bu da nefesin normal ritmini bozduğu için derin nefes alamamaya başlarlar. Bu danışanlara balon şişirttirdiğimde gayet güzel şişirmekte, hiç rahatsızlık yaşamamaktadırlar. Kendilerine nefes problemleri olsa böyle rahat balon şişiremeyeceklerini anlattığımda doğru haklısınız ama derin nefes alamıyorum demektedirler.

Sonuçta normal nefes alabilen kişi kaygı duymasa derin nefes de alabilecek olmasına karşın korkuyla nefesi daralmaktadırlar. Nefes açlığı durumunda panik yaşamakta ve derin nefes almaya çalıştıkça sık ve yüzeysel nefes aldıkları için baş dönmesi, ellerinde uyuşma yaşamakta bu da onların kaygılarını daha çok arttırmaktadır. Böyle durumda yapılacak iş normal nefes alabildiklerinin gösterilmesi ve nefes ritminin yoluna konmasıdır. Normal ritmde nefes aldıklarında bir sorunun olmadığını göreceklerdir. Kaygıyla bunu yapamadıklarında terapi ile buna ikna edilmeleri, bunu denemeleri gerekmektedir. Aşırı kaygı olan durumlarda ise kaygı giderici ilaçların kısa bir süre kullanılması kaygılarını azaltacak ve sağlıklı bir nefes alıp vermelerini sağlayacaktır.

Sonuç olarak sağlıklı bir insanın nefes açlığı çektiği bir durumda ilk yapılması gereken şey fiziksel olarak buna neden olan bir olayın olup olmadığının değerlendirilmesidir. Dahiliye ya da göğüs hastalıkları doktoru tarafından bu değerlendirme yapılıp fiziksel olarak sağlıklı oldukları anlaşıldığında terapi ile nefes egzersizleri yaptırılıp sağlıklı nefes alıp vermeleri sağlanmalıdır. Bunun sağlanamadığı durumlarda kaygı giderici ilaçlar işe yaramaktadır. Kaygısı giderilmeden nefes almaya çalışmalarının bu sıkıntıyı daha çok arttıracağı danışanlara anlatılmalı, gevşeme egzersiz ile de rahatlamaları sağlanmalıdır. Kanuninin dediği gibi “olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi “.

Sağlıklı nefes alıp vermeniz dileğiyle.

Yazının Devamını Oku

Sadece uyarmak çocuklarımızı tacizden korur mu?

17 Temmuz 2018
Korkutmadan uyaralım ama onları yalnız bırakmayalım.

Çocuklarımızı başka insanlardan gelecek tehlikeler konusunda uyarmak onları korumaya yetmez. Onları uyaralım, başka insanların kendilerine dokunmaması gerektiğini, böyle bir durum olursa bize söylemelerini tembihleyelim ama bunun yeteceğini düşünmeyelim.

Çocuklarımızı uyarmanın, onları tehlikeler konusunda eğitmenin yeterince faydalı olamamasının 2 nedeni vardır.

Birincisi tacizler %70-80 çocuklarımızın ve bizim tanıdığımız, evimize rahat girip çıkan insanlar tarafından gerçekleştirilmesidir. Çoğunlukla sevdikleri bu kişilerin davranışlarının kötü bir davranış olduğunu çocuklar ayırt edemezler. Hele hele yaşları küçükse bu, çok daha imkansızdır. Bu kişiler çoğunlukla teyze, hala, amca çocuğu gibi kişiler olup çocuğumuzu gözü kapalı emanet ettiğimiz, aklımıza kötü bir düşüncenin gelmediği kişilerdir.

İkinci neden ise çocuklarımızın yaşları itibarı ile kolay kandırılabilir oluşlarıdır. Bu kandırılma ile yaşanan olayların tehdit ve korku ile ailelere söylenmemesi konusunda verilen gözdağı da etkili olmaktadır. Çocuklar ailelerinin kızacağı, kendisini sevmeyeceği korkusu ile senelerce bu olayı içlerinde taşıyabilmektedirler.

  

Sonuç olarak çocuklarımızı başlarına gelebilecek tehlikeler konusunda çok fazla korkutmadan uyaralım, ama asıl önemlisi onları yalnız bırakmayalım. Gözümüzün önünden ayırmayalım. Sık sık kontrol edelim. Kendilerinden büyükler ile oldukları her zaman gözümüz üstlerinde olsun. Bu durumu paranoya seviyesine getirmeyelim ama önlem almanın gerekliliğini unutmayalım.

Çocuklarımıza kim olursa olsun bedenlerine dokunan birisi olduğunda bize haber vermelerini söyleyelim. Grup içinde oynasalar bile gözümüzü üstlerinden eksik etmeyelim. Gerekli tedbirleri almak sonradan üzülmekten her zaman daha iyidir.

Yazının Devamını Oku

Hamilelikte psikiyatrik sorunlar

3 Temmuz 2018
Bu dönemde depresyon %10 oranında daha fazla görünüyor.

HEM HORMONAL HEM RUHSAL DEĞİŞİM YAŞANIYOR

Hamilelikte ruhsal sorunlar diğer dönemlere göre daha çok karşımıza çıkmaktadır. Hamilelik dönemi sadece hormonal değişimlerin değil, hormonal değişimlere bağlı ruhsal değişimlerin de olduğu bir dönemdir. İstenerek hamile kalınıp kalınmamış olması, eşle ilgili sorunların varlığı, ekonomik sıkıntılar, hamilelik öncesi ruhsal sorunlar ve hamilelik yaşı bu sorunların ortaya çıkmasında etkilidir.

Hamilelikten önce olan takıntılar varsa artabilir, depresyon yoksa ortaya çıkabilir. Eşle ilgili sorunlar, ekonomik sıkıntılar, çocuğum doğduğunda onu nasıl yetiştireceğim kaygılarını ortaya çıkarmaktadır. Çocuğun sağlıklı olup olmayacağı, daha önce doğum yapmadıysa doğum yaparken çok ağrı çekecek miyim, çocuğumu doğurabilecek miyim, ya çocuğumu doğuramazsam düşünceleri hamile kadınların önemli kaygılarıdır. 

BU DÖNEMDE DEPRESYON %10 ORANINDA DAHA FAZLA GÖRÜLÜR

Kaygı bozukluğu bu nedenle hamilelikte oldukça yüksek seviyelerdedir. Özellikle çocuğun sakat olup olmayacağı, doğurduğunda nasıl bakabileceği kaygıları yoğunlaşabilmektedir. Depresyon da bu dönemde %10 oranında fazla görülebilmektedir. Hamileliğin erken dönemlerinde eşin ilgi ve sevgisine ihtiyaç artmakta, kendisini güçsüz ve yorgun hissedebilmekte, daha çok uykuya yönelebilmektedir. Hamilelik ilerledikçe kendisini çirkin hissedebilmekte, eşim beni beğenmeyecek korkuları öne çıkabilmektedir. Depresyon daha çok hamileliğin son dönemlerinde ve doğum sonrasında hormonal değişimlerle ortaya çıkabilmektedir. Bu dönemde yaşanan depresyonun belirtileri, ağlama isteği, tahammülsüzlük, iştahsızlık, aşırı yorgunluk, değersizlik hissi, kendine zarar verme düşüncesi ile ortaya çıkabilmektedir. 

MUTLAKA TEDAVİ EDİLMELİ

Kaygı bozukluğu ve depresyon hamilelikte tedavi edilmesi gereken durumlardır. Hafif oldukları durumlarda terapi ile üstesinden gelinebilirken daha ağır oldukları durumlarda gerek anneye gerekse bebeğe zarar verebilmekte, stres hormonları anne kanıyla çocuğa geçerek onda huzursuzluk ve aşırı hareketlenme yapabilmektedir. Hamilelikte ilaç kullanamama korkusu, ben kötü olursa ne yapacağım düşüncesi bu durumu daha zor hale sokabilmektedir. Hamilelik döneminde psikiyatrist tarafından seçilen ilaçların kullanılması bu sorunların aşılmasına yardımcı olacaktır. Psikiyatristin yazması dışında verilen psikiyatri ilaçları kullanılmamalıdır. Bunlar bebeğe zarar verebilir. Hamilelikte kullan ilaçlar bu dönemin daha kolay atlatılmasına yardımcı olacaktır.

Hamilelikte ruhsal sorunlar diğer dönemlere göre daha çok karşımıza çıkmaktadır. Hamilelik dönemi sadece hormonal değişimlerin değil, hormonal değişimlere bağlı ruhsal değişimlerin de olduğu bir dönemdir. İstenerek hamile kalınıp kalınmamış olması, eşle ilgili sorunların varlığı, ekonomik sıkıntılar, hamilelik öncesi ruhsal sorunlar ve hamilelik yaşı bu sorunların ortaya çıkmasında etkilidir.

Hamilelikten önce olan takıntılar varsa artabilir, depresyon yoksa ortaya çıkabilir. Eşle ilgili sorunlar, ekonomik sıkıntılar, çocuğum doğduğunda onu nasıl yetiştireceğim kaygılarını ortaya çıkarmaktadır. Çocuğun sağlıklı olup olmayacağı, daha önce doğum yapmadıysa doğum yaparken çok ağrı çekecek miyim, çocuğumu doğurabilecek miyim, ya çocuğumu doğuramazsam düşünceleri hamile kadınların önemli kaygılarıdır. 

Kaygı bozukluğu bu nedenle hamilelikte oldukça yüksek seviyelerdedir. Özellikle çocuğun sakat olup olmayacağı, doğurduğunda nasıl bakabileceği kaygıları yoğunlaşabilmektedir. Depresyon da bu dönemde %10 oranında fazla görülebilmektedir. Hamileliğin erken dönemlerinde eşin ilgi ve sevgisine ihtiyaç artmakta, kendisini güçsüz ve yorgun hissedebilmekte, daha çok uykuya yönelebilmektedir. Hamilelik ilerledikçe kendisini çirkin hissedebilmekte, eşim beni beğenmeyecek korkuları öne çıkabilmektedir. Depresyon daha çok hamileliğin son dönemlerinde ve doğum sonrasında hormonal değişimlerle ortaya çıkabilmektedir. Bu dönemde yaşanan depresyonun belirtileri, ağlama isteği, tahammülsüzlük, iştahsızlık, aşırı yorgunluk, değersizlik hissi, kendine zarar verme düşüncesi ile ortaya çıkabilmektedir. 

Kaygı bozukluğu ve depresyon hamilelikte tedavi edilmesi gereken durumlardır. Hafif oldukları durumlarda terapi ile üstesinden gelinebilirken daha ağır oldukları durumlarda gerek anneye gerekse bebeğe zarar verebilmekte, stres hormonları anne kanıyla çocuğa geçerek onda huzursuzluk ve aşırı hareketlenme yapabilmektedir. Hamilelikte ilaç kullanamama korkusu, ben kötü olursa ne yapacağım düşüncesi bu durumu daha zor hale sokabilmektedir. Hamilelik döneminde psikiyatrist tarafından seçilen ilaçların kullanılması bu sorunların aşılmasına yardımcı olacaktır. Psikiyatristin yazması dışında verilen psikiyatri ilaçları kullanılmamalıdır. Bunlar bebeğe zarar verebilir. Hamilelikte kullan ilaçlar bu dönemin daha kolay atlatılmasına yardımcı olacaktır.

Yazının Devamını Oku