Kutay Ürkmen

Gebelik ve infertilite

24 Kasım 2020
Gebelik dönemi anne adayı için fiziksel olduğu kadar, psikolojik değişikliklerin de yoğun olarak yaşandığı bir dönemdir.

Anne ile bebek arasındaki bağ, anne adayının hamile olduğunu öğrendiği anda başlar. Gerek fiziksel anlamda gerekse de psikolojik anlamda birçok değişikliğe yol açan hamilelik dönemi, aynı zamanda bir kadının hayatı boyunca yaşadığı en özel süreçtir.

Kadınlar için dönüm noktası olarak nitelendirilen hamilelik dönemi, kadında belirgin fiziksel değişikliklere neden olmakla beraber, yaşanan hormonal değişimler ve duygusal dalgalanmalar anne adayının psikolojisini de önemli ölçüde etkilemektedir.

Anne karnındaki bebeğin, dış etkenlerden etkileşimi, tahmin ettiğimizden çok yüksek bir orandadır. Bu nedenle anne adayının hamilelik sürecini bir psikolog ile işbirliği yaparak geçirmesi, hem bebeğin hem de anne adayının, gerek fizyolojik, gerekse de psikolojik sağlıkları açısından çok ama çok önemlidir.

Gebelik sürecinde olduğu gibi, infertilite tedavisinde de kadının ruhsal durumu çok önemli bir etkendir. Kronik hamile kalamama psikolojisinden dolayı, yüksek miktarda strese maruz kalan bir kadında, fazla miktarda salınan ACTH ve kortizol hormonları gebelik için önemli bazı başka hormonların seyrini bozar ve bu durum gebe kalma ihtimalini zorlaştırır. İşte bu sebeple, gerek infertilite tedavisinde, gerekse de tüp bebek tedavisinde, psikolojik destek, anne adayı için oldukça önemli bir yer tutmaktadır.

Sağlıklı günler dilerim.

 

Yazının Devamını Oku

Kader diyemezsin, sen kendin ettin

16 Ocak 2020
Başınıza gelenleri kadere bağlamak, insanın kendisini kandırmaya çalışmasından başka bir şey değildir.

Baht, talih, yazgı kelimeleri ile eş anlamlı olarak tanımlanıyor “Kader” sözcüğü, Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde. Ama eş anlamlı olmalarına rağmen, biz diğerlerine göre daha sık kullanıyoruz “Kader” kelimesini. Üstelik atasözlerimizde, deyimlerimizde de bol bol yer vermişiz bu kelimeye. “Kaderin Cilvesi” , “Kadere Boyun Eğmek” , “Kader Mahkumu” vb.

Bir de bu kelimeden türemiş bir kavram var; “Kadercilik”... Kadercilik, insan hayatının doğaüstü bir güç veya güçler tarafından önceden belirlenmiş olduğu inancına dayanan bir paradigmadır aslında. Bu kavramın toplumumuzun bütününü kuşattığını söylemek belki haksızlık olur ancak, Türk toplumunda, benzer sosyo-kültürel değişkenleri paylaşan birçok insanın, gündelik hayatına, tutum ve davranışlarına yansıdığı da bir gerçektir. Kaderciliğin özellikle gündelik hayata yansıyan boyutları dikkate alındığında, aslında psikoloji biliminde sıkça bahsettiğimiz savunma mekanizmaları ile de yakın bir bağ içerisinde olduğunu görürüz.

Kadercilik, 9 ana başlık altında kategorize edilmiş olan savunma mekanizmalarından, en çok Rationalization (Akla uygunlaştırma) ile örtüşür. Akla uygunlaştırma, insanı rahatsız eden, acı veren, sıkıntı yaratan durumlardan kaçınmak için kişinin akla yatkın görünen bir neden bulmasıdır. Bir bakıma "Bahane bulmak" deyimi ile de benzeşir. Örneğin sevdiği kişiyi kaybetmek ile ilgili aşırı korku ve kaygıları olan bir kişi, hatalı davranışları sebebiyle (aşırı kıskançlık, karşı tarafı bunaltmak, özgürlüklerini kısıtlamak vb.) ilişkinin son bulması neticesinde "demek ki beni sevmiyormuş” , “demek ki ben onun için değerli değilmişim” , “Kaderimiz böyle imiş” diyerek kendini rahatlatmaya ve yaşamış olduğu bu travmayı, akla uygun bir çıkış yolu yaratarak olabildiğince kolay atlatmaya çalışacaktır.

Tarih boyunca insan hayatının bir çok alanında, “kader” olgusunun bir açıklama ve iç rahatlatma unsuru olarak kullanıldığını görebiliriz. Ancak konuya rasyonalist bir bakış açısıyla yaklaştığımızda, insan yaptıklarının ya da yapmadıklarının sonuçlarını yaşamaya mahkumdur. Başınıza gelenleri kadere bağlamak, insanın kendisini kandırmaya çalışmasından başka bir şey değildir.

Son olarak kendiniz için bir iyilik yapmanızı rica edeceğim. Şimdi elinizdeki işi bir kenara bırakın ve mobil telefonunuzdan ya da bilgisayarınızdan, güftesi Kemal Yarbaykoç, bestesi Ali İhsan Kısaç’a ait hicaz makamındaki şu şarkıyı açın ve gözlerinizi kapatarak büyük bir keyifle dinleyin...

“Kader diyemezsin, sen kendin ettin”

Sağlıklı günler dilerim.

Yazının Devamını Oku

Pişkinlik

28 Haziran 2019
Ne yazık ki tıp ne kadar ilerlerse ilerlesin tedavi edemeyeceği tek şey...

Üzerinde dumanlar tüten bir ramazan pidesini ya da 20 dakika öncesinden 180 derecede ısıtılmış fırına attığınız havuçlu tarçınlı kekinizi betimliyor olmayı tercih ederdim. Ancak ne yazık ki bu gün bahsedeceğim “pişkinler” pek o kadar güzel tatlar bırakmıyorlar damaklarda ve hafızalarda.

Pişkinlik bir eylem elbette. Bu eylemi sergileyen kişilere ise “pişkin” diyoruz yüzümüzde buruk bir tebessümle. Peki kimmiş bu pişkinler, ya da “kime pişkin denir?” sorusuna yanıt bulabilmek için ise Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne bir göz atalım dilerseniz; Kökeni “pişmek” fiilinden gelen ve yeterince pişmiş bir maddeye ithafen kullanılan bu kelimenin birden fazla anlamı var malumunuz. Bizim ele alacağımız anlamı ise “arsızca, saygısızca davranarak işini yürüten, yüzsüz kimse.” şeklinde.

Gözünüzün önüne en az bir kaç tanesinin geldiğinden hiç şüphem yok. Ruhen rahat, geniş ve arsız olan pişkinler, karşılarındaki insanı olumsuz etkilemiş olan davranışlarının sorumluluğunu almaktan kaçınırlar ve ruhunuza zarar vermiş olmalarına rağmen, karşınıza, hiçbir şey olmamış gibi çıkmaktan çekinmezler. Pişkinlik ne yazık ki psikolojik kökenli bir rahatsızlık değildir. Keşke öyle olsaydı da, bu tip insanları tedavi ederek bu durumdan kurtarma ihtimalimiz olsaydı. Ancak bu zafiyet ne yazık ki sadece karakter ve omurga ile ilgili...

Pişkinlerin en karakteristik özelliği, yaptıklarının, karşılarındaki insanda nasıl bir hasar ve kırgınlık yarattığını görmekten yoksun olmalarıdır. Pişkinlere, sizde yarattıkları ruhsal tahribatı anlatmak da pek mümkün değildir. Çünkü muhtemelen size yaşattıklarına ilişkin, empati kuramayacak ve "ne var ki bunda?" diyerek bir pişkinlik örneği daha sergileyerek, sinir kat sayınızın artmasına sebep olacaklardır.

Eğer siz de benim gibi çevrenizdeki pişkinlerden muzdaripseniz, Bernard Shaw’ın şu sözü eminim ki çok hoşunuza gidecektir; “Uzun bir zaman önce, asla bir domuzla güreş tutmamayı öğrendim. Her ikiniz de çamur içinde kalırsınız; ancak domuz bundan çok hoşlanır.”

Pişkinlik; kırdığı kalplerden, yaptığı haksızlıklardan, riyakarlıktan, aldatmacalardan, sahtekarlıktan, bencillikten, fırsatçılıktan, çıkarcılıktan, dalkavukluktan, haysiyetsizlikten, “sözünün eri, içi dışı bir, mert, dürüst ve hakkaniyetli bir insan olamamaktan” hiç bir şekilde utanç duymamak ve herhangi bir rahatsızlık hissetmemektir. Bir başka deyişle pişkinlik, kişinin ar damarının çatlamış olduğu manasına da gelir ki, ne yazık ki tıp ne kadar ilerlerse ilerlesin tedavi edemeyeceği tek şey, ar damarındaki çatlak olarak kalacaktır.

Son olarak; “bu yazıyı kendileri ile paylaşayım da, biraz olsun içime su serpilip, yüreğimin yağları erisin.” dediğiniz pişkinler varsa eğer yaşamınızda, siz yine de yazıyı paylaşın ama, açıkçası boşuna ümitlenmeyin. Çünkü onlar bu yazıyı okurken sizin onlara anlatmak istediğiniz hiç bir mesajı anlamayacak ve bu yazıdaki hiç bir şeyi üzerlerine alınmayacaklaradır. Tıpkı benim hayatımdaki pişkinlerin şu anda üzerlerine hiç bir şey alınmadıkları gibi.

Sağlıklı günler dilerim.

Yazının Devamını Oku

Affetmeyin

11 Ocak 2019
İnsanların “Sevgi Pıtırcığı” haline getirilmeye çalışıldığı günümüzde, hatalı affedişleriniz kendinize duymanız gereken saygıyı büyük ölçüde zedeler.

Yeni yılın ilk günlerinde, hemen hemen hepimizin yaptığı bir şeydir; “bir önceki yılın muhasebesi.” Bu hesaplaşma, ne kadar para kazanıp, ne kadar harcadığınızdan ziyade, ne kadar insan kazanıp, ne kadar insan tarafından harcandığınızla ilgilidir çoğu zaman. Sizi harcayan dostlarınızın, kardeş bildiklerinizin, sırtınızı yasladıklarınızın, giderayak size son bir iyilikleri dokunmuştur aslında hiç farkında olmasalar da. Size, “affetmemenin dayanılmaz hafifliğini” öğretmişlerdir, sırtınızdaki bıçak darbelerinin her birisiyle...

Affetmek, affeden için her zaman doğru bir davranış mıdır? Ya da affetmek her zaman büyüklük müdür? Ya da ne bileyim, affetmek, psikolojimizdeki savunma mekanizmalarımızın da yardımıyla, kendimizi kandırıp, avutmak mıdır aslında?

Biliyorum, affetmek konusunda bu kadar toz pembe, bu kadar bilgece tavsiyelerin uçuştuğu bir ortamda, koşulsuz affedebilmenin, kişisel gelişimin temel unsurlarından birisi olarak dayatıldığı günümüzde, şeytanın avukatlığını yaparak, yukarıdaki sorularla biraz aklınızı karıştırmış olabilirim. Aslında çok uzun zamandır zihnimi meşgul eden bu sorulara, eğer izin verirseniz, edinmek zorunda bırakıldığım  “engin tecrübelerime” ve kendi iç hesaplaşmalarım neticesinde vardığım sonuçlara göre yanıt vermeye çalışayım.

Yukarıdaki sorulara yanıt bulmak için, öncelikle affetmeniz beklenen olayın, yanlışlıkla mı yoksa kasıtlı olarak mı gerçekleştiğini bilmeniz çok önemlidir. Yani karşınızda istemeden, yanlışlıkla sizi kıran ve bu hatasından dolayı da mahcup olan bir insan mı var, yoksa, bilerek ve isteyerek sizi inciten, ötekileştiren ve yok sayan bir insan mı? Ve daha da kötüsü, özür dilemek bir yana, her karşınıza çıktığında, hiç bir şey yokmuş gibi, pervasızca size elini uzatan bir ikiyüzlü mü? Unutmayın ki; affetmenin ön koşulu, hatalı olan tarafın pişmanlığını fark etmesi, bunu dile getirmesi ve özür dilemesidir. Bunun dışındaki affedişler, kişinin kendisini “bağışlayıcı” olarak görüp, bu duygusundan beslenme çabasından öteye gidemez ve ne yazık ki kişinin kendi öz saygısına büyük ölçüde zarar verir.

İnsanların “Sevgi Pıtırcığı” haline getirilmeye çalışıldığı günümüzde, hatalı affedişleriniz, (başkalarından çok daha fazlasıyla) kendinize karşı duymanız gereken saygıyı hiç fark etmeseniz de, büyük ölçüde zedeler. Ve yine unutmayın ki; en büyük bağışlayıcı olarak bilinen Tanrı, hiç koşulsuz ve her seferinde affediyor olsaydı, “cehennem” diye bir kavram olmazdı herhalde.

Yani özetle, sizi bilerek ve isteyerek “harcayan” (eski) dostlarınızı, kardeş bildiklerinizi, affedebilmeye ilişkin harcayacağınız sabrı ve enerjiyi, sizi hak eden gerçek dostlarınıza harcayın. Az ama “öz” olsunlar hayatınızda. Maskeleri düşenlerin maskelerini, kendi ellerinizle bir daha takıp, sizi üzmelerine bir kez daha izin vermeyin. Her zaman için hayatta sizin için en değerli olanın, “siz” olmanız gerektiğini, sevginizi, zamanınızı, dostluğunuzu, kardeşliğinizi, hoşgörünüzü, sizi hak edebilenlerle paylaşmanızın ise, mutluluğunuzun mutlak şartı olduğunu her daim anımsayın.

Unutmayın ki; sizi hak etmeyenlere değer vermek, size değer verenlere haksızlık etmekten başka bir işe yaramaz.

Sağlıklı günler dilerim...

Yazının Devamını Oku

Acaba beni aldatıyor mu?

20 Ekim 2018
İkili ilişkilerde tamamen güvenle ilişkili olan kuşkular bir çok çiftin hayatını karartıyor günümüzde. Aldatmanın bu kadar çok konuşulduğu çağımızda kimi zaman "acaba ben de aldatılıyor muyum?" demek hastalık değil ama, bu acabaların dozu kaçırıldığında, sorunlar başlıyor.

“Bitti.” dedi, telefondaki kadın. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. “Anlamadım.” dedi, iş toplantısının en can alıcı yerinde, ısrarla çalan telefonuna cevap vermek zorunda kalan adam. “Bitti anlıyor musun? Buraya kadarmış…”

Hiçbir şey anlamadık öyle değil mi? Gelin hep beraber 2 saat öncesine gidelim.

Sabah eşinden daha önce uyanan kadın, ocakta yumurta haşlanırken vakit doldurmak için cep telefonundan maillerine göz attı kocasının. Rutin iş maillerinin arasında cep telefonu operatörü tarafından gönderilmiş bir fatura dikkatini çekti. Çok da umursamadan açtı maili. O da ne? Hat eşinin adına kayıtlıydı ama numara eşinin de değildi, kendisinin de… Yani eşinin üzerine kayıtlı, kendisinin haberdar olmadığı bir telefon hattı vardı. Başından aşağı kaynar sular dökülmüş, sesi titremeye, gözleri ise dolmaya başlamıştı. O ağlamaklı iç sesiyle zar zor mırıldandı kendi kendine; “Yanlış görmüşsündür!” Bir daha kontrol etti, bir daha ve hatta bir daha… Sonuç değişmedi.

Tam tamına 24 yıldır tanıdığı ve 14 yıldır evli olduğu adamın kendisinden önemli bir şeyler sakladığını sezinledi o anda. Ocağın altını kapattı, kapıyı çarptı ve koşar adımlarla sokağa attı kendisini. İçini kemiren bu şüphenin etkisi gittikçe artıyordu. Bu telefon hattının kocasının sevgilisine ait olduğundan en ufak bir şüphesi bile yoktu. Demek çocuğunun rızkından kısıp en ince detaylarına kadar tüm harcamalarını karşılıyordu bu kadının. “Yazıklar olsun.” dedi içinden, belki bin kez…”yazıklar olsun…” Önce aramayı düşündü bu numarayı. Ama sonra vazgeçti elinin tersiyle gözünden süzülen yaşları silerek. Ne diyecekti ki tanımadığı bu kadına? En iyisi kocasını arayıp her şeyi bitirmekti.

Evin kapısının çarpmasıyla gözlerini araladı genç adam. Yine geç kalmıştı işe. Telaşla yüzünü yıkarken, için için kızdı markete gittiğini düşündüğü eşine “Ne olurdu sanki beni uyandırsaydı…” Aceleyle üzerini giyindi ve iş yerinde başlamak üzere olan sabah toplantısına yetişebilmek ümidi ile yola düştü. Tam toplantının en can alıcı yerindeydi ki, telefonu ısrarla çalmaya başladı. Bu kadar ısrarlı çaldığına göre önemli bir şey olmalıydı. Açtı telefonunu genç adam.

Bitti.” dedi, 14 yıllık karısı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. “Anlamadım.” dedi adam. “Bitti anlıyor musun? Buraya kadarmış…Sakın inkar etmeye kalkma.” Ve sabah yakaladığı açığını vurdu adamın yüzüne. “Hangi fatura diyebildi” adam şaşkınlıkla. Bir de bilmiyormuş gibi yapmıyor muydu? 0-5..-……. dedi kadın öfkeyle. “Haa” dedi genç adam, “evde kullandığımız mobil internet erişiminin faturası o” , “Kızın sürekli video indirdiği için bu kez bir hayli yüklü geldi. Akşama konuşuruz.”

Gülümsediğinizi görür gibiyim ama, buna benzer bir vakayı yarın sizin yaşamayacağınız ne malum?

Yazının Devamını Oku

Gülümsemenin büyüsü

5 Eylül 2018
Yüzünüzde öyle bir ifade ile gülümsemelisiniz ki, çevrenizdeki insanlar sırf bu sıcak ve sevgi dolu gülümsemeniz için size yaklaşsınlar.

11 yaşındaki Howard, yoksul bir ailenin çocuğuydu. Okul giderlerini karşılamak için kapı kapı dolaşarak annesinin yaptığı çörekleri satıyordu. O gün, sadece 3 tane çörek satabilmiş ve dondurucu soğuktan dolayı oldukça da üşümüştü. Bahçesini kırmızı çitlerin çevirdiği tek katlı şirin evin kapısını çaldı çekinerek. Kapıyı açan sevimli genç bayan yüzünde kocaman bir gülümsemeyle selamladı Howard’ı.

İçten bir gülümsemenin insanı bu kadar etkileyebileceğini hiç düşünmemişti küçük çocuk. “Merhaba” diyebildi kekeleyerek. “Çörek almak ister misiniz?”

Bayan Kathy, üşümüş olabileceğini düşünerek kocaman bir bardak süt getirdi ona. Çocuk sütü yavaş yavaş içine sindirerek içtikten sonra "Çok teşekkür ederim, borcum ne kadar?"diye sordu. Ancak bir taraftan da genç bayanın, içtiği sıcak sütten çok daha fazla içini ısıtan gülümsemesinden kendisini alamıyordu. "Borcun yok." dedi gözlerinin içi gülerek genç kadın. Ve devam etti; "Annem, gösterdiğimiz güleryüz ve nezaket karşılığı olarak asla bir bedel ödenmesini beklemememizi öğretti bize." Sepette kalan 13 tane çöreğin hepsini satın alabilecek miktardaki parayı usulca çocuğun cebine koyarken “Çöreklerin çok güzel görünüyor. İçeride uyuyan kızım için bir tane alıyorum izninle.” dedi yüzündeki aynı tebessüm dolu ifadeyle. Teşekkür ederek evin önünden ayrılan Howard Kelly gözlerinin önünden gitmeyen gülümsemesi ile çok uzun süre unutmadı genç bayanı.

Yıllar sonra Bayan Kathy çok ender rastlanan bir hastalığa yakalanmıştı. Kasabadaki doktorlar çaresiz kalınca, hastalığı ile ilgili araştırmalar yapılması için onu şehrin en büyük hastanesine gönderdiler. Dr. Howard Kelly, konsültasyon yapması için çağrıldığı hastanın hangi kasabadan geldiğini duyunca heyecanlandı. Artık genç olmasa da yıllar önce kendisine sevgiyle yaklaşan bayanı ve özellikle yüzündeki gülümsemeyi ilk gördüğü anda tanımıştı. Hiçbir şey hissettirmeden onun yaşamını kurtarmak için elinden gelen her şeyi yaptı. Uzun süren bir tedavi sürecinden sonra Bayan Kathy sağlığına kavuştu.

Dr. Howard Kelly, denetlemesi için önüne getirilen faturaya şöyle bir baktı ve üzerine bir şeyler yazarak zarfın içine koydu. Odasına gönderilen zarfı, elleri titreyerek aldı eline Bayan Kathy. Açmaya korkuyordu... Hastane faturasını asla ödeyemeyeceğini ve geri kalan yaşamı boyunca bu faturayı ödemek için sıkıntı çekeceğini biliyordu. Sonunda zarfı açtı ve faturaya iliştirilmiş bir not dikkatini çekti. Kâğıtta şunlar yazılıydı:"Hastane giderlerinin tamamı, içten bir gülümseme karşılığında ödenmiştir."

Eminim daha önce de bir yerlerde karşılaşmışsınızdır bu hikaye ile. Gerçekte de böyle değil midir hayat? Bize içten ve samimi bir gülümseme ile bakmış bir yüzü hangimiz unutabiliriz? Canımız sıkkın olduğunda “keşke” diye başlayan cümleler ile yanı başımızda olmalarını istediklerimiz, hep içten gülümsemeleriyle gözümüzün önüne gelen dostlarımız değil midir?

İnsanların sizi iyi karşılamalarını istiyorsanız, sizin de onları iyi karşılamanız gerekir. En iyi karşılama ise, içten ve samimi bir gülümsemeyle başlar. Hareketlerin duyguları takip ettiği görülür. Fakat gerçekte hareket ve duygular birliktedir. İrademizin denetimi altında bulunan hareketlerimiz sonucunda, irademizin denetimi altında bulunmayan duygularımız ortaya çıkar. İşte bundan dolayıdır ki; neşemizin kaybolduğu zaman neşeli davranabilmek için çaba sarf etmek her şeyi halledecektir. Unutmayın ki bilinciniz her zaman emrinizdedir. Yeter ki ona doğru talimatları vermeyi bilin.

Kırmızı bir fil düşünmeyin! Gözünüzün önüne kırmızı bir fil getirmeyin! Nasıl? Sizlere yapmamanızı söylediğim halde bu satırları okuyan herkesin gözünün önünde kırmızı bir fil belirdi öyle değil mi? Bilinciniz aklınızdan geçenlerle yol alır. Eğer siz “gülümseme” olgusunu yeteri yoğunlukta aklınıza getirseniz, emin olun gülümsemeden edemezsiniz. Dünyada herkes mutlu olmak ister ve mutluluk arar. Bunun en gerçekçi yolu düşüncelerimizi kontrol etmektir. Çünkü mutluluk dış etkenlere bağlı değil, asıl, iç dünyamızla alakalıdır. Sizi mutlu eden şey ne olduğunuz, nerede bulunduğunuz veya ne iş yaptığınıza bağlı değildir. Sizin bunlar hakkındaki düşüncelerinize bağlıdır.

Yazının Devamını Oku

Bahar yorgunluğu

30 Mart 2018
Sabahları uykudan uyanmakta güçlük mü çekiyorsunuz?

İçinde bulunduğumuz şu günlerde sabahları uykudan uyanmakta güçlük mü çekiyorsunuz? İşe giderken ayaklarınız geri geri gidiyor ve hiç istemeseniz de yüksek kalorili yiyeceklere yönelip, bir çok şeye konsantre olmakta zorlanıyor musunuz? Sakın telaş etmeyin. Çok büyük ihtimalle sebebi “Bahar Yorgunluğu” ’dur.

İklim değişikliğine bağlı olarak insanların duygu durumlarında değişiklikler olur. Bunun sebebi bahar aylarında havadaki elektrik yükünün artıyor olmasıdır. Havadaki pozitif ve negatif yüklü iyonların artması insan biyoritminde olumlu ya da olumsuz etkiler yaratır. Pozitif iyonlar insanı daha zinde hissettirirken, negatif iyonların artması insanın kendini daha halsiz hissetmesine ve yorgunluk belirtilerinin ortaya çıkmasında etkili olur. Bu zamanlarda, “bahar yorgunluğu” olarak da bilinen geçici mevsimsel depresyonlar yaşamak çok sık karşılaşılan bir durumdur. Bahar yorgunluğu her kişide az ya da çok görülmekle birlikte kişinin yaşam tarzı, kişiliği, moral durumu onun bahar yorgunluğunu hafif ya da ağır geçirmesinin belirleyicisi olmaktadır.

İnsanın moral durumunun, psikolojik enerjisinin tabiatın değişimlerinden etkilendiği yüzyıllardır kabul edilen bir olgu olup bu kimi zaman az kimi zaman daha yoğun olarak ortaya çıkmaktadır. Soğuk iklimlerde örneğin Kuzey Avrupa ülkelerinde (Danimarka, İsveç, Norveç gibi) yaşayan insanlarda depresyon ve bunun sonucu intiharlara sıklıkla rastlanmakta bunun nedeninin aylarca güneşi direkt olarak görmemeleri, havaların kapalı olması ve sonuçta insanların mutsuz olmalarına neden olduğu düşünülmektedir. Aynı şekilde bu ülkelerde yaşayan insanlar olaylar karşısında daha serinkanlı davranabilmektedir.

Bunun tam tersi ise sıcak iklimlerde, özellikle Akdeniz kıyılarında yaşayan insanlarda ortaya çıkmakta, onlar da sürekli güneş ışığına maruz kalarak çabuk parlayabilen, ani tepkiler verebilen, manik atakların daha sık gözlenebildiği insanlar olmaktadır. Bahar yorgunluğu yaşayan kişiler, çoğunlukla bir aylık süreçte yavaş yavaş yavaş toparlanabilmektedir. Bu süreci daha çabuk atlatabilmek için öncelikle uyku düzenine dikkat etmek, akşamları geç saatlere kadar oturmadan sabahları da uyanmak için geç saati beklemeden kalkmak, mümkün olduğu kadar yaşamı gün ışığında devam ettirmek faydalı olacaktır. Alkol alınıyorsa fazla miktarda tüketmekten kaçınmalıdır. Alkol vücut ritmini bozmakta, uyku düzenini bozarak yorgunluğu arttırmaktadır. Aynı şekilde beslenirken de ağır ve yağlı yiyecekler yerine hafif salatalar tercih edilmeli, mümkün olduğu kadar C vitamini alınmalı, bunu da mevsim meyveleri ve kivi’yi bol miktarda tüketerek sağlama yoluna gidilmelidir. Her türlü sporun ama özellikle açık havada yürüyüşün bu dönemi daha kolay atlatmaya yardımcı olacağı unutulmamalı ve tembellikten kaçınmalıdır.

Son olarak, uzun süren yorgunlukların ve benzer semptomların mevsim geçişi nedeniyle ciddiye alınmaması, özellikle “Tükenmişlik Sendromu” yaşayan kişilerin, bu problemlerini fark etmemelerine neden olabilmektedir. Çabuk yorulma, mutsuzluk, kas ve eklem ağrıları, kramplar, uyku düzeninde değişiklikler, uykuya dalmada güçlük, sabah zor uyanma, sabahları yorgun kalkma, eskiden yaptığı şeyleri yapmada isteksizlik, kadınlarda adet düzensizliği, sebepsiz asabiyet ve yorgunluk hissi gibi belirtilerden en az 5 tanesinin görülmesi durumunda, mutlaka bir uzmana başvurmak en doğru yol olacaktır.

Sağlıklı günler dileklerimle,

Yazının Devamını Oku

15 Şubat Sevgililer Günü

15 Şubat 2018
Aşk, sevdiğinizi pahalı hediyelere boğacak kadar ucuz yaşanırsa aşk olmaz.

Bir gün öncesinde, yani 13 Şubat'ta, düzinesi 10 TL'ye satılan kırmızı güllerin bir adedine 14 Şubatta 50 TL verdiniz mi? Peki ya yan masadaki adamın yanağının, sevgilinizin yanağından size çok daha yakın olduğu, tıkış tıkış masalarda romantik bir akşam yemeği için küçük çapta bir servet ödediniz mi? Harika... 12 ay takside girerek sevgilinize pahalı bir hediye alıp, tüketim çılgınlığına katkı da sağladınız mı peki? O da mı tamam? Demek ki siz de sevgilisini çok sevenlerdensiniz.

Geçmişi neredeyse 2000 yıla dayanan ve son 200 yıldır Batı ülkelerinde de kutlanan bu gelenek, her yıl kitle iletişim araçlarının da etkin şekilde kullanılması ile Sevgililer Günü olarak kutlanıyor. Bu duyguları yılın her günü yaşayanlara söyleyecek bir sözüm yok elbette. Ama “14 Şubat Sevgililerine” şunları hatırlatmak isterim: Aşk cesaret işidir. Öyle sözde değil, özde yaşanması gereken, sosyal medya paylaşımlarına düşen değil, yüreğe düşmesi gereken bir duygudur aşk.

Aşk fedakarlık gerektirir. Zira aşk, sevdiğinizi pahalı hediyelere boğacak kadar ucuz yaşanırsa aşk olmaz. Aşkın kutsallığı, ticari bir anlaşmadan öte, sen ben değil biz olmaktan, geçer. Hesap yaparak yaşanamayacak tek duygudur aşk. Aşk kağıt üzerinde anlaşma yaparak çıkılan bir seyahatten öte, tüm engelleri el ele aşma becerisidir. Aşk, dışa gösterdiğiniz vitrinde değil, içinizde açan bahar dallarındadır. Aşk envanter defteri gibi kar zarar hesabı yapıp, kazandıkça mutlu olduğunuz değil, korkusuzca, adam gibi, kadın gibi, insan gibi sırtınızı dayadığınız, özel insanların yaşayacağı kutsal bir duygudur.

Bu arada son olarak henüz evli olmayan, ancak evlilik planları yapan sevgililere küçük bir hatırlatmada bulunmak isterim. Sevgiliniz, “Sevgili” olduğunuzu sadece 14 Şubat'ta hatırlıyorsa, unutmayın ki nikah için alacağınız gün, “30 Şubat” olacaktır.

15 Şubat'ta da sevgili olduğunu unutmayanların günü kutlu olsun. Sağlıklı günler dileklerimle...

Psikolog Kutay Ürkmen

Yazının Devamını Oku