Eğitimden, bilimden, başöğretmenin izinden ayrılmadığınız aydınlık günleriniz olsun.
* Parlak Gelecekler Derneği nasıl doğdu?
Deprem bölgesinde gönüllü çalışırken gördüğümüz eşitsizlikler, umutsuzluk ve çocukların giderek artan eğitim ihtiyacı bizi harekete geçirdi. Asena ve ben, çocuklarımıza daha iyi bir gelecek sağlamak için bu derneği kurduk. Başlangıçta küçük adımlarla yola çıktık, ancak gördük ki eğitim, kültür ve sosyal destek olmadan bu çocuklar gerçekten dezavantajlı kalıyor. O yüzden derneğimizi sadece yardım götüren bir yapı değil, sürdürülebilir çözümler üreten bir platform olarak tasarladık.
* Deprem bölgesindeki çocukların hangi eksiklikleri üzerine var oldunuz?
Deprem bölgesinde çalışmaya başladığımızda çocukların en büyük eksikliklerinin eğitimde sürekliliğin kesilmesi, psikososyal destek eksikliği, sağlıklı beslenme imkânlarının azalması, bilim ve sanat gibi etkinliklere erişimlerinin kısıtlanması ve geleceğe dair umutlarını kaybetmeleri olduğunu gördük. Bu nedenle, kütüphaneler kurarak eğitimde sürdürülebilir alanlar yaratmaya, gönüllü psikoloğumuz Ahmet Kepek ile psikososyal destek sağlayan etkinlikler düzenlemeye, çocukların kendi bölgelerindeki besinlerle sağlıklı beslenmeyi öğrenmelerine yardımcı olmaya ve bilim, sanat ile kültürel etkinliklere erişimlerini artırmaya odaklandık. Çocukların sadece temel ihtiyaçlarını değil, dünyalarını genişletmeyi hedefliyoruz, geleceğe umutla bakmalarını sağlayacak fırsatları da sunmak için çalışmalarımıza devam ediyoruz.
* Derneğinizin temel misyonu ve farkı nedir?
Biz sadece kitap bağışlamak ya da bir etkinlik yapmak için değil, çocukların ruhunu beslemek, eğitimlerini desteklemek ve toplumda gerçek bir dönüşüm sağlamak için buradayız. Farkımız, projelerimizin sürekliliği ve etki alanımızın genişliği.
* Bugüne kadar gerçekleştirdiğiniz en önemli projeler neler?
Eleştirmenler, bu testlerin eşitsizliği artırdığını, yaratıcılığı engellediğini ve öğrencilerin gerçek potansiyelini ölçmekte yetersiz kaldığını savunuyor. Standartlaştırılmış testlere yönelik küresel tartışma büyürken, Türkiye de kendi eğitim sisteminde hesap verebilirlik ve eşitlik arasında denge kurma konusunda bir yol ayrımında bulunuyor. Standartlaştırılmış testlere yönelik tepki, yalnızca bir ülkeyle sınırlı değil; küresel bir fenomen haline geldi. Amerika Birleşik Devletleri’nde, uzun yıllar boyunca yükseköğretime girişin anahtarı olarak görülen SAT ve ACT sınavları, giderek daha fazla sayıda üniversite tarafından isteğe bağlı hale getiriliyor. Eleştirmenler, bu testlerin pahalı test hazırlık kurslarına erişebilen varlıklı ailelerin çocuklarını avantajlı duruma getirdiğini, düşük gelirli ailelerden gelen öğrencileri ise dezavantajlı bıraktığını savunuyor. Benzer şekilde, Birleşik Krallık’ta da GCSE ve A-level sınavlarına olan bağımlılık, özellikle pandemi sırasında geleneksel değerlendirme yöntemlerinin aksamasıyla birlikte sorgulanmaya başlandı. Birçok eğitimci ve politika yapıcı, proje tabanlı değerlendirmeler ve öğretmen değerlendirmeleri gibi daha bütüncül yaklaşımları savunuyor. Doğu Asya’da ise Çin’deki Gaokao ve Güney Kore’deki Suneung gibi yüksek riskli sınavların eğitim sistemine hakim olduğu ülkelerde, bu sınavların öğrenciler üzerindeki mental sağlık etkileri giderek daha fazla kabul görüyor. Her iki ülke de öğrenciler üzerindeki baskıyı azaltmak ve daha dengeli bir öğrenme yaklaşımını teşvik etmek için reformlar üzerinde çalışıyor.
TÜRKİYE’NİN STANDARTLAŞTIRILMIŞ TESTLERE OLAN BAĞIMLILIĞI
Türkiye’nin eğitim sistemi, özellikle üniversite kabullerinde standartlaştırılmış testlere büyük ölçüde bağımlı durumda. Temel Yeterlilik Testi (TYT) ve Alan Yeterlilik Testi (AYT) olmak üzere iki aşamadan oluşan Yükseköğretim Kurumları Sınavı (YKS), üniversiteye yerleştirmenin birincil belirleyicisi konumunda. Birçok Türk öğrenci için YKS’de başarı, daha parlak bir geleceğin anahtarı olarak görülüyor, bu da sınavı yüksek riskli ve stresli bir deneyim haline getiriyor. YKS’nin adil ve objektif bir ölçüt olarak tasarlanmış olmasına rağmen, eleştirmenler bu sınavın özel dershanelere ve test hazırlık materyallerine erişebilen varlıklı ailelerin çocuklarını orantısız bir şekilde avantajlı duruma getirdiğini savunuyor. Bu durum, kırsal kesimlerde veya düşük gelirli ailelerden gelen öğrencilerin aynı kaynaklara erişiminin olmaması nedeniyle eşitsizlik endişelerini artırıyor. Türk hükümeti, YKS’deki soru sayısını azaltmak ve öğrencilerin lise performanslarını sınav puanlarıyla birlikte değerlendiren yeni bir sistem getirmek gibi adımlar atarak bu sorunları çözmeye çalıştı. Ancak bu reformlar, öğrenciler üzerindeki baskıyı tam olarak hafifletemediği gibi, eşit bir oyun alanı yaratma konusunda da henüz yeterli değil.
REFORM İHTİYACI
Standartlaştırılmış testler üzerine küresel tartışma, Türkiye için değerli dersler sunuyor. Birçok ülke, öğrencilerin yeteneklerinin ve potansiyellerinin tek bir sınavla tam olarak ölçülemeyeceğini kabul ederek, “herkese uyan tek tip” bir değerlendirme yaklaşımından uzaklaşıyor. Bunun yerine, portfolyolar, mülakatlar ve proje tabanlı değerlendirmeler gibi daha çeşitli ve kapsayıcı yöntemleri benimsiyor. Türkiye’de de benzer reformlara yönelik destek giderek artıyor. Eğitimciler ve politika yapıcılar, öğrencilerin ders dışı aktivitelerini, liderlik becerilerini ve kişisel başarılarını dikkate alan daha bütüncül bir üniversite kabulleri sistemi öneriyor. Bazıları ise YKS’ye olan aşırı vurguyu azaltmak için mesleki ve teknik eğitimin alternatif bir başarı yolu olarak genişletilmesini öneriyor.
TEKNOLOJİ VE YENİLİĞİN ROLÜ
Teknoloji, Türkiye’de değerlendirme yöntemlerini dönüştürmede kilit bir rol oynayabilir. Öğrencilerin ihtiyaçlarına göre içeriği özelleştiren uyarlanabilir öğrenme platformları, yeteneklerin daha kişiselleştirilmiş ve doğru bir şekilde ölçülmesini sağlayabilir. Benzer şekilde, dijital portfolyolar öğrencilerin çalışmalarını ve başarılarını daha kapsamlı bir şekilde sergilemelerine olanak tanıyabilir. Hükümetin FATİH projesi, teknolojiyi sınıflara entegre etmeyi amaçlayarak bu yenilikler için bir temel oluşturabilir. Dijital araçlardan yararlanarak, Türkiye öğrencilerin çeşitli yeteneklerini daha iyi yansıtan daha esnek ve adil bir değerlendirme sistemi geliştirebilir.
İLERİYE DÖNÜK BİR YOL
Bu değişim özellikle Birleşik Krallık ve diğer ülkelerde OFQUAL akreditasyonuna sahip online kursların ebeveynler, öğrenciler ve eğitim kurumları arasında giderek daha fazla ilgi görmesiyle kendini gösteriyor.
Eğitim danışmanlığı işimizde, uluslararası tanınırlığı olan online öğrenme çözümlerine yönelik büyük bir talep artışı gözlemledik. Daha fazla ebeveyn, çocuklarının geleneksel eğitimin finansal yükü ve lojistik kısıtlamaları olmadan tanınmış bir yeterlilik kazanmasını sağlayan esnek alternatifler arıyor. Ayrıca, okullar da akredite edilmiş online öğrenmeyi akademik programlarına dahil etmenin yollarını araştırıyor. Bu artan talebi karşılamak adına, şemsiye kuruluşumuz BCM Institute aracılığıyla çok yakında dünya standartlarında OFQUAL akreditasyonuna sahip online kursları sunacağımızı duyurmaktan gurur duyuyoruz. Bu programlar, İngiliz eğitmenler tarafından canlı web seminerleri ve yapılandırılmış online dersler ile desteklenecek ve benzersiz bir öğrenme deneyimi sağlayacaktır.
OFQUAL AKREDİTASYONLU ONLINE KURSLARIN ARTAN POPÜLARİTESİ
Tarihsel olarak, online eğitim genellikle geleneksel eğitimin tamamlayıcısı olarak görülüyordu. Ancak, özellikle OFQUAL tarafından düzenlenen akredite online kursların yükselişi, bu algıyı değiştirdi. Birleşik Krallık’ın Qualifications and Examinations Regulation Office (OFQUAL), yani Yeterlilikler ve Sınav Düzenleme Ofisi, eğitim programlarının sıkı akademik standartlara uygun olmasını sağlar. Bu da ebeveynler ve öğrenciler için bu kursların yüz yüze eğitimle eş değer olduğuna dair güven sağlar.
OFQUAL akreditasyonuna sahip online kursların artan popülaritesine katkıda bulunan birkaç faktör vardır:
1-Maliyet etkinliği: Geleneksel özel okul ve uluslararası eğitim, birçok aile için maliyet açısından oldukça zorludur. Online kurslar, kaynakları daha verimli tahsis etmeye olanak tanıyan daha uygun maliyetli bir alternatif sunar.
2- Esneklik ve kolaylık:
Gençlik isyanı ve hayal kırıklığı, yeni bir olgu değil. Ancak şiddet olaylarının sıklığının ve ciddiyetinin artması, daha derin bir krizle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Bu durum, eğitimciler, ebeveynler ve politika yapıcılar tarafından acilen ele alınması gereken bir sorun haline geldi.
İtalyan şef Andrea Minguzzi ile çellist anne Yasemin Akıncılar’ın oğlu 14 yaşındaki Mattia Ahmet Minguzzi, 24 Ocak’ta Kadıköy’de 15 yaşındaki B.B.’nin bıçaklı saldırısı sonrası girdiği yaşam savaşını 8 Şubat’ta kaybetmişti.
TEHLİKELİ BİR EĞİLİMİN BÜYÜMESİ
Türk medyasındaki haberlere göre, okullarda şiddet olayları önemli ölçüde arttı. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyükşehirlerde öğrencilerin okula silah getirdiği, grup kavgalarının ölüme yol açtığı ve çeteleşmenin sınıflara kadar yayıldığı vakalar giderek daha sık duyuluyor. Bu şiddet olaylarının temel nedenleri oldukça karmaşık olsa da sosyo-ekonomik stres, dijital dünyada şiddete maruz kalma, akademik baskılar ve zayıflayan aile bağları önemli faktörler arasında yer alıyor. Son yıllarda ergenlik döneminde yaşanan öfke sorunları pandemi sonrası travma, ekonomik istikrarsızlık ve sadece akademik başarıya odaklanan eğitim sistemi nedeniyle daha da kötüleşti. Türkiye’deki eğitim sistemi, güçlü yönlerine rağmen, mental sağlık destek sistemleri açısından yetersiz ve birçok öğrenci stres, kaygı ve kontrolsüz öfke ile başa çıkmakta zorlanıyor.
EĞİTİM: DEĞİŞİM İÇİN KRİTİK BİR ALAN
Okullar, öğrenme, kişisel gelişim ve sosyal etkileşim alanları olmalıdır. Ancak artan öğrenci saldırganlığı, bazı okulları güvenli ortamlar olmaktan çıkarıyor. Türkiye’deki eğitim sisteminin katı ve sınav odaklı yapısı, öğrenciler üzerinde büyük bir baskı oluşturuyor. Birçok okulda disiplin anlayışı danışmanlık ve çatışma çözümü yerine, sert cezalar veya uzaklaştırma cezalarına dayanıyor. Uzmanlar, duygusal zekâ (EQ) eğitiminin müfredata entegre edilmesinin artık kaçınılmaz olduğunu vurguluyor. Öğrencilerin duygularını tanıması, düzenlemesi ve sağlıklı bir şekilde ifade edebilmesi, şiddet içeren tepkilerin önüne geçebilir ve çatışmaları barışçıl yollarla çözme yetisi kazandırabilir. Türkiye’de bazı yenilikçi okullar, öğrenci arabuluculuk programları, öfke kontrolü atölyeleri ve ruh sağlığı farkındalığı kampanyaları başlatmış olsa da bu girişimler genel olarak sınırlı ve düzensiz ilerliyor. Bu nedenle, psikologlar, okul rehber öğretmenleri ve eğitimcilerin öğrencilerdeki öfke belirtilerini erken fark etmelerini sağlayacak daha güçlü bir sistem oluşturulması gerekiyor.
Bildiğiniz gibi Yılmaz, uzun yıllardır yurtdışı eğitim danışmanlığı yapıyor ve özellikle öğrencilerin uluslararası kariyer hedeflerini şekillendiren eğitim modelleri üzerine çalışmalar yürütüyor. Ona göre, eğitim artık sadece üniversite koridorlarına sıkışmış bir sistem olmaktan çıkıyor. Üniversite diploması, her alanda zorunlu bir gereklilik olmaktan uzaklaşırken, yetkinlik bazlı öğrenme modelleri ön plana çıkıyor. Eskiden iyi bir eğitim almanın yolu, mutlaka prestijli bir üniversiteye fiziksel olarak gitmekten geçiyordu. Ancak bugün, MIT veya Harvard’ın online derslerine katılmak, dünyanın en iyi akademisyenlerinden eğitim almak mümkün. Dijitalleşme, bilgiye ulaşımı demokratikleştirdi ve artık dünyanın dört bir yanındaki öğrenciler, coğrafi kısıtlamalara takılmadan kaliteli eğitime erişebiliyor.
ÜNİVERSİTE EĞİTİMİ ALTERNATİFSİZ DEĞİL
Yılmaz, özellikle bilgisayar bilimi, veri analitiği, dijital pazarlama ve yazılım geliştirme gibi alanlarda klasik üniversite eğitiminin alternatifsiz olmadığını vurguluyor. Google, IBM, Tesla gibi dev şirketlerin artık diploma yerine yetkinlik bazlı işe alım modellerine geçmesi, eğitim sistemindeki köklü değişimin en büyük göstergelerinden biri. Artık işverenler, “Hangi üniversiteden mezun oldun?” sorusundan çok, “Neler biliyorsun? Hangi projeleri yaptın?” sorusunu önemsiyor. Pandemi süreci, online eğitim sisteminin aslında ne kadar etkili olabileceğini gösterdi. Başlangıçta herkes bunun geçici bir çözüm olduğunu düşündü, hatta çok da memnun olmayarak dahil oldu bu online öğrenme süreçlerine ancak üniversiteler, öğrenciler ve hatta iş dünyası bu modelin avantajlarını fark etti. Esneklik, düşük maliyet ve global erişim gibi avantajlar, online eğitimin kalıcı hale gelmesini sağladı. Ancak online eğitimin dezavantajları da yok değil. Kendi kendini motive edemeyen, disiplinli bir çalışma düzeni kuramayan öğrenciler için online eğitim büyük bir zorluk oluşturabiliyor. Ayrıca, mühendislik, tıp ve hukuk gibi uygulamalı eğitim gerektiren alanlarda online sistemlerin henüz yeterli olmadığı bir gerçek.
HİBRİT MODELLER GİDEREK YAYGINLAŞIYOR
Alternatif eğitim modelleri arasında en dikkat çekenlerden biri de bootcamp’ler ve mikro-dereceler. Yılmaz, yazılım, veri bilimi, siber güvenlik gibi alanlarda 3-6 aylık yoğun eğitim kamplarının (bootcamp’lerin) öğrencileri doğrudan iş dünyasına hazırlayabildiğini belirtiyor. Artık birçok genç, dört yıl boyunca üniversite okumak yerine, kısa süreli ancak uygulamalı programlarla doğrudan mesleğe adım atmayı tercih ediyor. Örneğin, Harvard ve Stanford gibi prestijli üniversiteler bile artık Coursera, EdX ve Udacity gibi platformlar üzerinden online sertifika programları sunuyor. Peki, bu yeni eğitim modeli klasik diplomaların yerini alabilir mi? Yılmaz’a göre cevap, bölüme göre değişiyor. Yazılım, pazarlama, işletme gibi bölümlerde online programlar, klasik üniversite eğitimine alternatif haline gelmiş durumda. Ancak hukuk, tıp ve mühendislik gibi alanlarda online eğitim henüz yeterli değil. Bununla birlikte hibrit modeller giderek yaygınlaşıyor. Öğrenciler teorik derslerini online alırken, laboratuvar ve uygulamalı eğitimler için belirli dönemlerde fiziksel olarak kampüse gidebiliyorlar.
‘ÜNİVERSİTE MEZUNUYUM’ DEMEK YETERLİ DEĞİL
Dünya Ekonomik Forumu’nun raporlarına göre, 2030 yılına kadar mevcut mesleklerin yüzde 85’i dönüşecek veya tamamen ortadan kalkacak. Bu, yalnızca yeni iş alanlarının ortaya çıkması değil, aynı zamanda mevcut mesleklerin de evrim geçireceği anlamına geliyor. Peki, bu değişime nasıl uyum sağlayabiliriz? Hangi meslekler ön plana çıkacak ve başarılı bir kariyer için hangi becerilere sahip olmak gerekecek?
TEKNOLOJİ SADECE KODLAMAKTAN İBARET DEĞİL
Yapay zekâ, veri bilimi ve siber güvenlik... Geleceğin teknoloji odaklı meslekleri yalnızca yazılım geliştirmekle sınırlı değil. Yapay zekâ uzmanları, makine öğrenimi algoritmalarını geliştirerek veriyi daha verimli analiz edebilecek sistemler oluşturuyor. Bunun yanında, veri bilimcileri büyük veri kümelerini analiz ederek iş dünyasına yön veren stratejiler geliştiriyor. Artan dijitalleşme ile birlikte siber tehditler de artıyor. Bu nedenle, siber güvenlik uzmanları kritik öneme sahip olacak. Bu alanlarda başarılı olmak için kodlama bilmek önemli olsa da problem çözme, eleştirel düşünme ve yaratıcı bakış açısı gibi beceriler de en az teknik bilgi kadar değerli.
GELECEĞİN EN BÜYÜK YATIRIMI: SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK
Dünya hızla değişirken, çevre ve sürdürülebilirlik odaklı meslekler de yükselişe geçiyor. Yenilenebilir enerji mühendisleri, güneş, rüzgâr ve diğer temiz enerji kaynaklarını optimize ederek daha yaşanabilir bir dünya için çalışıyor. İklim değişikliği analistleri ise çevresel verileri analiz ederek sürdürülebilir politikalar geliştirilmesine katkı sağlıyor. Bu alanlarda başarılı olmanın yolu yalnızca çevre bilimlerine hâkim olmaktan değil, aynı zamanda veri analizi ve stratejik düşünme becerilerinden de geçiyor.
SAĞLIK VE BİYOTEKNOLOJİ: DİJİTAL SAĞLIĞIN YÜKSELİŞİ
Pandemi ile birlikte sağlık sektöründe dijitalleşme süreci hız kazandı. Dijital sağlık koordinatörleri, uzaktan sağlık hizmetlerinin planlanması ve yönetimi konusunda kritik bir rol oynuyor. Genetik danışmanlar ise kişiselleştirilmiş tıp uygulamalarında genetik verileri analiz ederek bireysel sağlık çözümleri üretiyor. Sağlık teknolojileri, biyoinformatik ve veri bilimi, bu alandaki kariyerlerin vazgeçilmez bileşenleri haline geldi.
Huzurlu bir tatil olması beklenen anlar, alevlerin bir tatil kompleksini sarıp can kayıplarına, yaralanmalara ve geri dönülmez hasarlara neden olmasıyla bir kâbusa dönüştü. Bu olay, yalnızca yangın güvenliği tedbirlerindeki ciddi eksiklikleri ortaya koymakla kalmadı, aynı zamanda Türkiye’nin sağlık ve güvenlik düzenlemelerine yaklaşımını da sorgulattı. Özellikle Avrupa ülkelerinin sıkı standartlarıyla karşılaştırıldığında, Türkiye’nin eksiklikleri daha da gözler önüne serildi.
KAYBEDİLEN HAYATLAR YIKILAN GELECEKLER
Yangın, sabahın erken saatlerinde aileler ve genç maceracılar arasında popüler olan butik bir tatil kompleksinde çıktı. Görgü tanıklarına göre, alevler hızla yayıldı ve tahliye için çok az zaman tanıdı. Aileler can havliyle kaçarken bazıları yalnızca pencerelerden atlayarak kurtulabildi. Ancak, ne yazık ki herkes bu kadar şanslı değildi. İlk bulgular, yangının eski ve sorunlu elektrik tesisatından kaynaklanmış olabileceğini işaret ediyor. Ancak durumu daha da kötüleştiren, işlevsel duman alarmlarının, erişilebilir yangın söndürücülerin ve açıkça işaretlenmiş kaçış yollarının olmayışıydı. Acil durum ekipleri ise yetersiz ulaşım yolları nedeniyle olay yerine geç ulaştı ve bu durum altyapı ve kriz hazırlığı konusundaki sorunları bir kez daha ortaya çıkardı. Birçok kişi için bu yalnızca maddi kayıp değil, aynı zamanda telafisi mümkün olmayan hayatların kaybı anlamına geliyor. Bir kurtulan, gözyaşları içinde kardeşini kaybettiğini anlatırken şunları söyledi: “Buraya anılar biriktirmeye gelmiştik, ama şimdi elimde sadece pişmanlıklar kaldı.”
KARANLIK BİR TABLO
Bolu’daki yangın, Türkiye genelinde sağlık ve güvenlik yönetmeliklerine ilişkin endişe verici bir ihmal zincirini bir kez daha gündeme taşıdı. İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde yangın güvenliği alanında bazı ilerlemeler kaydedilmiş olsa da kırsal ve yarı-kentsel bölgeler genellikle geride kalıyor. Yönetmeliklerin zayıf uygulanışı ve genel bir rahatlık kültürü, bu bölgelerdeki temel sorunları oluşturuyor. Bolu’daki trajediye ilişkin yapılan incelemeler, korkunç ihlalleri ortaya koydu:
Yangın önleme eksiklikleri: Tatil kompleksinde işlevsel duman dedektörleri ve yangın alarmları yoktu.
Yetersiz acil çıkışlar: