Sinem Olcay Kademoğlu

‘30 Milyon Kelime’yi duymayan kalmasın

8 Ocak 2020
Hart ve Risley’in 1982’de başlayıp 1992’de yayımlanan ‘30 Milyon Kelime Farkı’ başlıklı çocuk gelişimi ve çevre ilişkisine dair devrim yaratan çalışmasını duymayan kalmamıştır diye düşünüyorum.

Aslında, Hart ve Risley’in 1982’de başlayıp 1992’de yayımlanan ‘30 Milyon Kelime Farkı’ başlıklı çocuk gelişimi ve çevre ilişkisine dair devrim yaratan çalışmasını duymayan kalmamıştır diye düşünüyorum. Ancak çalıştığım bazı ailelerde beklemediğim şekilde bazen ebeveynler, sıklıkla da aile büyükleri ve bakıcılar tarafından bu konuda büyük bir bilgi eksiği olduğu ortaya çıkıyor. Çocuğunu iyi yetiştirme idealiyle dolu ama gitmesi gereken yoldan tam da emin olmayan bu içten ailelere, daha açık şekilde ve daha fazla ulaşmak amacıyla meşhur çalışmayı yeniden özetleme ve yorumlama ihtiyacı duyuyorum.

Hart ve Risley’in ev ziyaretlerine dayalı ve boylamsal (bebekler 7 aylıktan 3 yaşa kadar takip edilmiş) çalışmasında farklı sosyokültürel koşullardan gelen çocukların 3 yaşa geldiklerinde bir daha geri döndürülemez şekilde farklı gelişim patikalarına girdikleri gösterilmiştir. Tahmin edileceği üzere, bu gelişimsel fark dezavantajlı sosyokültürel koşuldan gelen çocukların aleyhinedir.

Yaşamın ilk yılları beyin gelişimi için oldukça kritiktir. Araştırmalara göre, bebek beyni saniyede 700 tane nöron bağlantısı kurabilmekte ve bu hızlı beyin gelişimi için temel yakıt, insan etkileşimine dayalı çevresel stimülasyondur. Özellikle de birincil bakımverenin çocukla konuşması beyin gelişimi için oldukça önemlidir. Hart ve Risley’in çalışmasında 3 yaşına geldiklerinde dezavantajlı sosyokültürel koşuldaki çocukların 15 milyon, daha yüksek sosyokültürel koşullara sahip (örneğin, ebeveynin eğitim düzeyine bağlı olarak evde gazete/dergi/kitap bulunma oranının daha yüksek olduğu) çocukların ise yaklaşık 45 milyon kelime duyarak büyüdükleri saptanmıştır. Bu 30 milyon kelime farkına paralel olarak, dezavantajlı koşullardan gelen çocuklar okul başarısıyla da bağlantılı olan gelişimsel beceriler bakımından avantajlı koşullara sahip akranlarından anlamlı şekilde daha düşük performans göstermektedir.

Amerika’da üniversite çevresiyle sınırlı bir farkındalık düzeyi olmaktan çıkıp sosyal politikaya da dönüştürülmüş ve günümüzde de geçerliliğini sürdüren bu çalışma bizler için de elbette anlamlı. Çocuklarımızı büyütürken hem miktar hem kalite olarak insan etkileşimine dayalı dil stimülasyonunun yüksek olduğu bir ev ortamı yaratmak öncelikli amacımız olmalı.

Bu noktada, ‘Peki yabancı dil beyin gelişiminin neresinde?’ diye aslında konuyu bulanıklaştıran sorularla sık karşılaşırız. Hem çalışmanın yabancı dilden öte anadilin zengin bir şekilde çocuğa aktarılmasının önemini vurguladığını göstermek hem de Hart ve Risley’in bulgularını destekleyen bizim kültürümüzden bir örnek olduğu için kendi araştırma çalışmamdan bahsetmem faydalı olabilir diye düşünüyorum. Koç Üniversitesi ve Ruhr Üniversitesi’nin ortaklaşa yürüttüğü geniş kapsamlı projenin bir parçası olan bu çalışmada, Almanya’da yaşayan Türk Göçmen ve Alman okul öncesi çocuklarının (3-5 yaş arası) zihinsel becerileri ile ebeveynlik faktörleri arasındaki ilişkiler incelendi. Araştırmada, literatürün geneliyle de uyumlu olarak göçmen çocukların dezavantajını gösteren sonuçlar elde edildi maalesef ki. Ancak daha önemlisi, göçmen çocukların zihinsel değerlendirmelerde daha düşük performans göstermesiyle en yüksek düzeyde ilişkili bulunan ebeveynlik faktörü ‘Evde Ekranın Açık Kalma Süresi’ çıktı. Araştırmaya göre, Türk Göçmen ailelerde TV’nin açık kalma süresi günlük ortalama 8-9 saat, Alman ailelerde ise 1,5 saat kadardı.

Günümüzde erken yaşlardan itibaren akıllı telefon, tablet gibi unsurlarla eklenen ekran (insan etkileşimine dayalı olmayan iki boyutlu eksik uyarılma) süreleri de eklenince dezavantajlı ortamın gelişimsel sonuçlar bakımından vahameti iyice ortaya çıkmaktadır. Bir ortamda sadece ekranın açık olması bile kişilerin birbiriyle göz teması kurma, anlamlı yüz ifadesi yapma ve elbette konuşma gibi sosyal etkileşimlerini miktar ve kalite olarak düşürüyor. Özetle, göçmen aileler ve genel olarak dezavantajlı koşullara sahip tüm aileler (örneğin, çocuğun gelişimsel ihtiyaçlarıyla ilgili farkındalık ve beceri düzeyinin düşük olduğu, çalışma saatlerinin yoğun olduğu, bakıcıların düşük kalifikasyonda olduğu vb.) kendi dillerinde ya da yabancı dilde olması fark etmeksizin çocuklarıyla daha az birebir vakit geçiriyorlar ve daha az konuşuyorlar. Bu durumun gelişimsel bedeli ise maalesef ki oldukça büyük ve geri döndürülemez gibi gözüküyor.

Erken yaşlarda insan yavrusunun temel öğrenme şekli ve beyin gelişimi mekanizması, ebeveyn-çocuk iletişimindeki ‘Duygusal İpuçları Sistemi’dir (Emotional Cueig System). Özellikle 0-3 yaş döneminde bakımveren-çocuk ilişkisindeki sözlü karşılıklı vokal oldukça önemlidir. Ebeveyn-çocuk iletişiminde ‘Hizmet Et ve Cevap Ver’ mantığında ilerleyen ikili işaretleşme sistemi, ekran gibi unsurlar yüzünden sürdürülemediğinde öğrenme gerçekleşmez. Tüm bunlardan yola çıkarak araştırmacılar, çocuklarımızla hem bolca konuşmamız ve iletişim halinde olmamızı öneriyor hem de günlük hayatta çocuğumuzla beraberken ekrana ya da mesajlara bakma gibi bölünmelerle diyalog akışını kesmememizi öğütlüyor. Doğal iletişim ekran yüzünden her kesilişinde, çocukta öğrenme engelleniyor ve beyin gelişimi zarar görüyor. Özetle hem miktar hem kalite bakımından çocukla iletişimin önemini gözden kaçırmak büyük bir gelişimsel kayıptır.

Hepimize çocuklarımızla ve gerçek çevremizle bol iletişimli, az ekranlı günler dileğiyle… 

Yazının Devamını Oku

Çocuk gelişimi, 21. Yüzyıl eğitim değerleri ve sanat

4 Kasım 2019
Bu ay hepimiz için çok değerli, her satırı okunası bir rapor yayımlandı: İKSV’nin, kültür politikaları çalışmaları kapsamında Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Feyza Çorapçı tarafından hazırlanan ‘Erken Çocukluktan Gençliğe Sanatla Büyümek’ başlıklı raporu; ebeveynler, eğitimciler, uygulamacılar olarak hepimize önemli hatırlatmalar ve tavsiyeler içeriyor.

Çocuk gelişiminde sanatın rolünü ve ülkemiz özelinde bu ilişkinin nasıl derinleştirilebileceğini açıklayan rapordan, hem kişisel olarak önemli bulduğum hem de 2007`den bu yana ebeveynler ve çocuklarla gelişimsel çalışmalar yürüttüğüm için öncelikli gördüğüm noktaları paylaşmak isterim.

Raporda paylaşılan verilere göre; ülkemizde çocuk nüfusunun yoğunluğu konuyu değerlendirirken aklımızda tutmamız gereken ilk noktalardan. Maalesef ki bu yoğun çocuk nüfusunun çok azı nitelikli sanat faaliyetlerine ilgi duyuyor ya da ulaşabiliyor ve alternatif olarak vakit harcanan faaliyetler oldukça kısıtlı, faydası az ve hatta bazı durumlarda zararlı diyebileceğimiz boyutta. İstatistiksel veriler şöyle:

Oysaki raporda, “Alandaki araştırmalar çocukların erken yaşlardan itibaren sanat ile buluşmasının dönüştürücü gücüne özellikle işaret ediyor” deniyor. Erken yıllardan itibaren sanatla uğraşmak,

Tüm bu faydalarla beraber, sanatın çocukların özdenetim/özkontrol becerileri kazanmasına olan olumlu katkısı raporun en can alıcı noktası bana kalırsa.

Ayrıca raporda, orta çocukluk ve ergenlik döneminde yapılandırılmış yani düzenli yürütülen ve çocuklardan belirli bir çaba isteyen, hedefleri net tanımlanmış sanat programlarına katılmanın okul başarısı ve kimlik gelişimine olumlu katkıları vurgulanmış.

ABD’de düşük sosyo-ekonomik koşuldan 25.000 çocuğun 10 yıl takip edildiği bir projede; sanat etkinliklerine daha fazla katılan çocukların, daha az katılan akranlarına kıyasla, okulda daha fazla başarı gösterdikleri, daha iyi notlar aldıkları ve üniversiteye başlayabilme oranlarının daha yüksek olduğu ortaya konmuş.

Ayrıca sanatsal etkinlikler gençlerin;

Kimlik keşfi süreçlerini şu mekanizmalarla olumlu şekilde destekliyor:

Yazının Devamını Oku

Kadınları rahat bırakın!

26 Ağustos 2019
Acaba oğul ve kızlarımıza doğru rol model miyiz?

Konu hakkında düşünmeden, yazmadan durmanın bir yolu yok. ‘Kadınları rahat bırakın!’ diye avaz avaz bağırmak geliyor insanın içinden ama çözüm yine duygulara boğulduğumuz yeni bir kadın-erkek söyleminde değil eşitlikçi olan ve olmayan yaklaşımı yaşamın her katmanında didik didik aramak, fark etmek, ortaya dökmekte gizli.

Fiziksel şiddet ve cinayete gelene kadar, kendini modern ya da aydınlanmış addeden kadın ve erkek hepimizin günlük, sosyal, duygusal, ekonomik her noktada ataerkil duruş, davranış, yaşayış ve karar alma biçimlerinin farkına varması lazım.

Bir arkadaşım konuyla ilgili, ‘Topluma kadınları öldürmeyin diye yalvarmak yerine, kadınlar fiziksel şiddeti ilk gördükleri noktada o erkekten ayrılmalı.’ diye yazmış. Evet çok haklı ama seçtiğimiz erkeğe gelmeden doğduğumuz ailedeki, çevredeki kadın-erkek ayrımını ne yapacağız? İçine doğulan ailedeki eşitsizliği görmeden sevgili olan erkeğin insanlığını nasıl anlayacağız?

Evdeki iş bölümünde kızından ve oğlundan farklı beklentisi olan anneyi, aile şirketinde aynı işi yapan oğlu ve kızına ayrı maaş politikası uygulayan babayı; çocuk bakımında kadının işinden, uykusundan, yaşamından feragat etmesini doğal erkeğinkini özveri olarak gören geniş aileyi normal saydığımız sürece fiziksel şiddeti anlamlandıramayız, önüne de geçemeyiz.

Pratik çözüme gelince, daha önce de defalarca paylaştığım Prof. Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın bizde ve dünyada erkekteki şiddet eğilimini açıkladığı konuşmasını izlemenizi tavsiye ederim. En özet haliyle, ‘Baba, çocuk bakmalı’ deniyor. Evet İskandinav ülkesi değiliz ama erkeğin çocuk bakımına katılımını destekleyen sosyalpolitika üretilebilir. Ayrıca bireysel olarak, her yerde ve ortamda gördüğümüz ataerkil yani ayrımcı, eşitlik karşıtı duruşu afişe ederek doğrusuna liderlik edebiliriz. Düşük sosyoekonomik grup, feodal yapı ya da geleneksel düzen bir yana; modern saydığımız şehirli, eğitimli, genç aile de aynaya bakmalı. Kadınlar fiziksel olana varmadan günlük, sosyal, duygusal, ekonomik açıdan nerelerde haksızlığa uğruyorlar? Modern ya da geleneksel görünüyor olmak fark etmez tüm erkekler, aileler kendi pozisyonundan/duruşundan emin mi?

Oğul ve kızlarımıza doğru rol model miyiz?

Yazının Devamını Oku

Bebeklerin beden dili ve duyarlı bakım

11 Temmuz 2019
Bebeklerle iletişimde duyarlılığın önemini artık hepimiz biliyoruz. Fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarına bakım verenden tutarlı, düzenli ve uyumlu cevap alan bebekler güven duygusu kazanıyor, içine doğdukları yeni dünyaya adaptasyonu daha hızlı tamamlıyor ve her yönden daha iyi gelişiyorlar.

Aslında hem doğal hem klinik ortamda gözlemlenen birçok ebeveyn bebeklerinin ihtiyacına cevap verme konusunda neredeyse içgüdüsel bir eğilim olarak oldukça iyi ve başarılıdır. Peki ama bu konuda kendimizi daha da ileri taşımak, bebeğimizle tam bir uyum yakalamak istiyorsak nelere dikkat edeceğiz?

Bu sorunun en temel cevabı bebeğinizin beden dili çözebilmek olurdu. Her bebeğin doğduğu andan itibaren jestler ve mimiklerle kendini ifade edebilme becerisi vardır. Hatta bebekleri beden dilini kullanırken sergiledikleri stillerine göre bile ayırt edebiliriz. Bazı bebekler beden dilini fazlasıyla teatral şekilde kullanırken diğerleri daha sakin ve yumuşak olabilir ve bizlerin daha iyi gözlemci olmasını gerektirebilir.

Eğer bebeğiniz beden dilini teatral şekilde kullananlardan biriyse bunu çoktan fark etmişsinizdir. Bu tarz bebekler yanına yaklaştığınızda sadece gülmezler neredeyse kahkaha atarlar; bir şey onları kızdırırsa kaşları çatılır, dudakları kitlenir, tekmelemeler başlar, adeta gözyaşları fışkırır. Bu bebekler kucağınıza gelmek istediklerinde büyük kas becerilerini kullanarak size doğru yönelir, iletişimi sürdürmek istediklerinde yüz kaslarını kullanarak sizin mimiklerinizi taklit ederler. Beden dili bu denli net olan bebekler genelde istediklerini kolayca elde ederler çünkü ebeveynin bebeğinin ne istediğini anlamak için çaba göstermesi gerekmez. Ayrıca, bu tarz bebekler büyüdükçe duygularını ifade etme ve sizinle paylaşımda bulunma konusunda da zorluk yaşamazlar. Böyle bir bebeğin elbette ebeveyn açısından bakım süreci kolaydır çünkü bebeğinizin hangi oyuncağı istediği, hangi ortamda rahat edip etmediği ya da hangi tadı sevip sevmediği gibi soruların cevapları hep açıktır.

Diğer bir grup bebek ise duygularını ifade etme ve sizin iletişim girişimlerinize karşılık verme konusunda daha temkinli, sakin hatta zayıf olabilir. Bu tarzdaki bebeklerle duyarlılığı yakalamak için gözlem becerilerinizi ilerletmeniz gerekebilir. Örneğin, böyle bir bebek kucağa alınmak istediğinde gözlerinizin içine bakıp kollarını havaya kaldırarak size yönelmez, sadece mırıltılı sesler çıkararak ve hafifçe sağa sola dönmeye çalışarak işaret verir. Yine de bebeğinizin hevesli şekilde ve tam beklenilen beden dilini kullanmıyor olması ihtiyaçlarını anlatmaya çalışmadığı anlamına gelmez. Bebeğinizin hangi durumlarda hangi bedensel işaretleri sergilemeyi kolay ve konforlu bulduğunu keşfetmeye ve bu işaretler üzerinden duyarlılığınızı göstermeye çalışmalısınız.

Bebekten bebeğe beden dilini kullanma şekli değişebildiği gibi ebeveynlerin tepkilerinin de kendine özgü olduğunu hatırlamalıyız. Belki bebeğinizin zayıf olan beden diline siz güçlü tepkilerle ya da tam tersi bebeğinizin güçlü olan beden diline siz zayıf tepkilerle cevap veriyor olabilirsiniz. Hatta belki bebeğinizin beden diline verdiğiniz karşılık tam beklenen davranış da değildir. Yine de bebeğinizle bir şekilde iletişim halinde olmaya çalışıyorsanız, tepki derecesi ve tepkinin doğruluğundan bağımsız olarak aranızda güvenli bir bağ ve ilişki gelişiyor demektir.

Bebeklerin beden dilini takip etmek önemlidir, bunun için elimizden geleni yapmalıyız ama her jestine karşılık vermek ve doğru tepkiyi sergilemek zorunda olmadığımızı hatırlamak da sanırım rahatlatıcı. Bazen bebeklerin bekletilmeyi, ertelenmeyi öğrenmesi de gerekir çünkü bu, hayal kırıklığının yaşamın bir parçası olduğunu anlamalarını sağlar, onları adım adım daha dayanıklı yapar.

Birbirimizi çoğunlukla anladığımız, anlayamadığımız anlarda da çaba gösterme motivasyonunu hiç kaybetmediğimiz keyifli zamanlar dileğiyle…

Yazının Devamını Oku

Çift dilli çocuk yetiştirme

28 Mayıs 2019
Günümüzde çift dilli çocuk yetiştirme, altında her aile için farklı sebep ve motivasyonlar yer alsa da oldukça yaygın bir uygulamadır. Demografik temelli hesaplamalara göre, dünya çocuklarının üçte ikisi çift dilli ortamda yetişmektedir.

Günümüzde çift dilli çocuk yetiştirme, altında her aile için farklı sebep ve motivasyonlar yer alsa da oldukça yaygın bir uygulamadır. Demografik temelli hesaplamalara göre, dünya çocuklarının üçte ikisi çift dilli ortamda yetişmektedir.

Bu noktada, hem çift dilliliğin hangi sebeplerle ortaya çıktığını bilmek hem de bu sebeplere bağlı olarak nasıl destekleneceğini anlamak ebeveynlere ve eğitimcilere yön verebilir. Çift dilliliğin en temel sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:

1) Farklı milletlerden evlilik
2) Göçmenlik ya da expat yaşam
3) Dünya genelinde daha çok orta sınıf ailelerde görülen, erken yaşta bakıcıyla ya da okulla başlayan ikinci dil eğitimi
4) Anadili resmi olarak belirlenmiş bir ülkede yaşayan dili farklı etnik gruplar

İlk 3 kategori elitist ya da daha doğru ifadeyle ‘tercihe bağlı çift dillik’ diye tanımlanıyor. Etnik grupların bir ülke içinde sisteme dahil olmak için öğrenmek zorunda oldukları ikinci dil durumuna ise ‘halk tipi çift dillilik’ deniyor. Bu ayrım kulağa sevimsiz ve biraz ayrıştırıcı gelse de aslında her iki grubun da benzer zorluklar yaşadığı ve en temelinde dilleri sürdürme konusunda net bir yönlendirme ve destek almadığı bilinmektedir.

Çift dilliği yürütmek sosyo-ekonomik koşulları yüksek bir aile olsanız ve tercihen çift dilliliği seçmiş olsanız bile zordur. Örneğin, orta sınıf bir expat olarak gittiğiniz ülkede çocuğunuza öğretmeye çalıştığınız anadiliniz o ülkede ikinci dil olarak tercih edilen bir dil değilse çocuğunuz anadiliyle okulda karşılaşamayacaktır ve bu durumda, anadilinizin ailenizdeki sürekliliği sadece sizin çabanıza kalır. Mesela, İngiltere’ye yerleşmiş İspanyol ya da Fransız bir aile için anadilini sürdürmek Türk bir aileye göre daha kolaydır çünkü İngiltere’de Fransızca ve İspanyolca seçmeli ders olarak müfredatta yer almaktadır.

Yazının Devamını Oku

Çocuklarda uyku düzeni nasıl olmalı?

29 Nisan 2019
Uykunun hem bebek hem de çocuk gelişiminde neden önemli? Çocuklar günde kaç saat uyumalı? Çocuklarda uyku düzeni nasıl olmalı? Bebekler ne zamandan itibaren kendi odasında uyumalı? Uzman Psikolog Senem Olcay Kademoğlu, çocuklarda uyku düzeni ile ilgili merak ettiğimiz soruları yanıtlıyor.

                           

Yazının Devamını Oku

#KadınOlmasa gülümseyen yüzler olmazdı

7 Mart 2019
Kadın olmasa; umuttan, sıcaklıktan, coşkudan, sevinçten güzel bir gelecekten bahsetmek mümkün olmazdı.

“Kadın olmazsa; süreklilikten, köklerden, umuttan, sıcaklıktan, coşkudan, sevinçten, üretkenlikten, gülümseyen yüzlerden, ileriye götürüp uçuran kanatlardan ve elbette ki güzel bir gelecekten bahsetmek mümkün değildir.

‘Kadin olmazsa’ diye başlayan bir yazı hiç tartışmasız bireyin, ailenin, toplumun var olamamasına kadar kolayca gider. Oysaki kadın var, burada ve tüm yönleriyle bireyi, aileyi ve toplumu besliyor, destekliyor, oluşturuyor. Kadının sözü, duruşu, katkısı, liderliği, uyumu, üretkenliği, aklı, duygusu olmadan, iyi ya da kötü fark etmez herhangi bir yönde akan bir yaşamdan bahsedemiyoruz. Buradan da yola çıkarak bana kalırsa daha doğru bir tartışma başlığı ‘Kadın mutlu olmazsa’ ifadesidir.

Kadının mutlu olamamasının, birey-aile-toplum şeklinde ilerleyen tüm çemberi örseleyen, bozan, durduran, engelleyen son derece olumsuz sonuçları olduğunu rahatça öngörebiliriz. Çocuk yetiştirme sürecinden tutalım gündelik hayattaki birçok seçime; ekonomik kararlardan üretim dinamiklerine kadar hayatın akışına daha yoğun emeği, vakti, hakkı geçen kadındır dersek sanırım çok da itiraz edebilen çıkmayacaktır. İşte bu noktada kadının mutluluğu; yetişen çocuğun esenliğini, gündelik hayatın iyilik ve güzellik halini, üretim dinamiklerindeki verimliliği ortaya çıkaran temel faktördür denebilir.

Mutsuz bir anneden hayatta mutluluğu yakalayabilen bir çocuk, mutsuz bir kadından iyi ve güzel olanı bulma yaratma çabası ve bağlantılı olduğu kadın-erkek tüm çevresini üretkenliğe yönlendirme  kapasitesi çıkmayacaktır. Kadının mutluluğuna konulan özellikle ailevi ve toplumsal tüm engellerin bir bumerang gibi o sistemin kendisine çarptığı açıktır. Erkekten çok kadının kendini ifade etmesine, istediği yolda ilerleyebilmesine, özgür olmasına, yaratıcılığına imkan tanınması yani bu bağlamdaki pozitif ayrımcılık, olumluya ulaşmak için temel ihtiyacımız gibi gözükmektedir. Kadını bastıran, sindiren, korkutan, engelleyen aslında tüm dünyaya yayılmış ama daha çok geleneksel düzende baskın olan yaklaşıma karşı fazlasıyla gözü açık ve dirençli olmalıyız. Aksi halde mutlu kadın ve onun uzantısı mutlu çocuk, mutlu aile, mutlu toplumdan bahsetmemiz mümkün gözükmemektedir.

Kadınlar mutlu olsun, Kadınlar Günü kutlu olsun!

Yazının Devamını Oku

Sizin bebeğiniz dünyayı nasıl algılıyor?

6 Mart 2019
Bebek gelişimini destekleyebilmek için en önemli nokta 5 duyunun (görme, işitme, dokunma, tatma ve koku) düzenli şekilde uyarılmasıdır. Bunları besleme, alt değiştirme, banyo, sakinleştirme gibi temel bakım aktivitelerinde bebeğinize verebildiğiniz gibi, sistemli oyunlar aracılığıyla da etkin şekilde sunabilirsiniz. Ancak bizim bebeklere sunduğumuz doğal ya da sistemli uyarılma ortamlarından öte, bebeğin doğuştan getirdiği duyusal özellikleri ve bazı uyaran türlerine karşı sahip olabileceği hassasiyetleri, kurduğumuz etkileşimlerin yönünü belirleyen temel unsurdur.

Hiç çevrenizde görüntü, ses, doku, tat ya da kokulara aşırı duyarlı, meraklı ve istekli ya da tam tersi bu uyaranları fazla bulup hızlıca bunalan ve sıkça kapanma ihtiyacı duyan bebekler var mı? Ya da sizin bebeğiniz onlardan biri mi?

Her bebek biyolojik olarak belirlenmiş, çevreye tepki verme biçimini belirleyen kendine özgü bir sinir sistemi ile dünyaya gelir. Bebek beyninin uyaranlara verdiği tepki, işleyiş ve sıralama şekli ya da hassasiyet düzeyi bizim kontrolümüzün dışındadır. Ancak beynin tepkilerini bebeğimizin davranışlarına yansıyan örüntüler olarak gözlem yoluyla tanımlayabilir ve keşfedebiliriz. Daha sonra da bebekle kurduğumuz etkileşimler aracılığıyla bu tepki verme örüntülerini gerektiğinde desteklemek ve düzenlemek mümkün olmaya başlar.

Bebeğinizi sakin, odaklı ve çevreye ilgili tutabiliyor olmak tüm zihinsel, motor ve sosyoduygusal gelişim adımlarının temelidir. Bunu başarmak için de bebeğin uyarana tepki verme biçimi ve uyaran hassasiyetlerini yani sinir sisteminin işleyiş şeklini bilmek önemlidir.

Bebeğinizin duyularının nasıl çalıştığını anlamak için şu soruları sorabilirsiniz. Hangi görüntü, ses, dokunuş ya da hareketler bebeğimi keyiflendiriyor? Hangi uyaranlar onu sakin tutuyor ve dikkatini toplamasına yardımcı oluyor? Yumuşak sesleri mi yüksek sesleri mi tercih eder? Yavaş ya da hızlı ritimlerden mi hoşlanıyor? Parlak ışıklar ve karmaşık şekiller mi yoksa hafif ışıklar ve basit şekiller mi tercihidir? Her bir duyu için bebeğinizin tercihlerini keşfedip sinir sisteminin bu özelliklerine uygun şekilde günlük tecrübeleri, bakım ortamını ve oynadığınız oyunları düzenlemek mümkündür. Bu sayede bebeğinizin çevresindeki dünyaya anlamlı, odaklı ve keyifli bir bağ kurmasını ve ilerleyen yıllar boyunca gelişiminin desteklenmesini sağlayabilirsiniz.

Doku ve Sese Duyarlı Bebekler: Bu bebekler diğerlerinin aksine kucağa sokulmayı daha az tercih edebilir ve dokunulduğunda kurtulmak istercesine bedenlerini uzaklaştırma eğiliminde olabilirler. Beslenme sonrası hızlıca uykuya dalsalar da yatağına bırakılır bırakılmaz dokuyu hissedip uyanabilirler, uykuları daha kısa sürelidir. Ağladıklarında nazik dokunuşlar yerine güçlü kollarla net şekilde sarmalanmanın verdiği kas kontrolünden ve kundağa sarılmaktan daha büyük memnuniyet duydukları görülür. Diğer yandan yüksek sesler bu bebekleri rahatsız ederken sakin, yumuşak, düşük tondaki konuşmaları rahatlatıcı bulurlar.

Dış Dünyadan Az Uyarılan Bebekler: Bu bebekler kendi kendilerine daha kolay ve uzun oyalanabilir, uzun süre uykuyu sürdürebilir ve az huysuzlanıp ağlarlar. Yatağına koyduğunuz basit bir dönenceyle uzun süreler boyunca oyalanabildiğini görebilirsiniz, başını beşiğinden çıkarıp etrafı biraz keşfetmek için bile motivasyonu düşüktür. Bu kendiliğinden sakin ve uyumlu yapıdaki bebeklerin ebeveynleri zamanla farklı ses, görüntü ve duygusal tonlamalar kullanarak bebeğin ilgisini çekmeyi öğrenmek durumda kalırlar.

Uyaran Açlığı Çeken Bebekler: Bu bebekler ekstra uyaran ararlar ve sürekli hareket halinde olup aktif bir şekilde bedenlerini kullanmak için büyük bir istek duyarlar. Bunu başaramadıkları doğal anlar da bebekte sıkça hayal kırıklığına sebep olur. Örneğin, böyle bir bebekle bacaklarının döndürerek bisiklet çevirme oyunu oynarsanız ellerinizi nasıl güçlü şekilde ittiğini görüp hayrete düşebilirsiniz. Büyük bedensel hareketler bu bebekleri keyiflendirir. Böyle bir bebeğiniz varsa belli tarzdaki vücut masajları ya da fiziksel egzersiz programları çevreye uyumu yakalamasına yardımcı olabilir.

Yazının Devamını Oku