Sinem Olcay Kademoğlu

Covid-19 aşısı, göçmenlik ve çocuk gelişimi

6 Ocak 2021
Aylardır beklediğimiz güzel haberi aldık, corona virüsün aşısı bulundu. Haftalardır aşıyla ilgili gelişmeleri heyecanla izliyoruz. Elbette ki aşıyı ilk bulan, bilimsel değerlendirmelerde sonuçları en başarılı ve güvenilir olan tarihe geçiyor ve hafızalardaki yerini alıyor. İşte bu noktada hikaye bizler için özel bir anlam kazanıyor: Corona virüs aşısını, 21. yüzyıl global felaketine çareyi, Türk Göçmen bir çift buldu. Ne kadar sevindirici ne kadar mutluluk verici bir durum.

Elbette ki bu sevinç, Türk kökenli bilim insanları Özlem Türeci ve Uğur Şahin ile özdeşleşme kurabilenlerimiz için geçerli sadece. Bazılarımız belki de bu bilim ve iş insanlarıyla gurur duyma seviyesinde bir bağ hissedemiyoruz ya da özdeşleşme tanımımızda köken bulundurmuyoruz.

Yine de tüm bu kişisel farkların ötesinde hikayeye neresinden bakarsak bakalım; ister duygusal olarak ister akıl yoluyla, ister göçmenlik ister milli kimlik bağlantısıyla, ister cinsiyet eşitliği, ister toplumsal önyargılar, ister ekonomik ister ulvi amaçlar açısından fark etmiyor, karşımızdaki durum muhteşem bir tarihi olay ve bana kalırsa kesinlikle tesadüf değil.

Corona virüs sürecinin başında yine bu köşedeki “Bebek Büyütmek ve Covid-19” başlıklı makalede özerk-ilişkisel benlik ve ‘Sağlıklı İnsan Modeli’ni açıklamaya çalışmıştım. Konunun tekrar detaylarına girmemekle birlikte, Özlem Türeci ve Uğur Şahin’in bu modelin güzel bir örneği olduğu söylenebilir. Almanya gibi ileri düzeyde özerk ve akılcı bir toplumda yetişmiş kimseler ama ilişkisel donanıma sahip oldukları da aşikar. Bunu evli olmaları bir yana sonuçları aldıktan sonra beraberce oturup çay içtiklerini söylemelerinden ya da Almanya ve Türkiye ile aşı görüşmelerini Pfizer’den bağımsız kendileri yürütüyor olmalarından da tahmin edebiliriz. Elbette ki bu kişileri başarıya götüren yolda bireysel özelliklerinin payı, göçmen dinamiğindeki mücadeleci yanın etkisi hatta destekleyici arkadaşlık ilişkileri gibi unsurların bile rolünden bahsedilebilir. Bu çok boyutlu etkilere rağmen, ülkemizin toplulukçu kültüründen gelen eğilimler ile Almanya gibi bireyci bir toplumda yetişmiş olmanın ve bilim yapıyor olmanın getirdiği özerk değerlerin aynı kimlikte toplanması başarının ardındaki can alıcı nokta bana kalırsa.

Dezavantaj ve önyargılar

Gelelim bu biraz da spekülatif yorumların ötesinde, Özlem Türeci ve Uğur Şahin’in muhteşem başarısının toplumsal önyargıların aşılmasına katkı sağlayabilecek ve hem Almanya’daki hem dünya genelindeki Türk ve diğer göçmen grupların avantajına dönüşebilecek kısmına.

Bilindiği üzere göçmen çocuklar dünyanın her yerinde dezavantajlı bir gelişim örüntüsü sergilerler. Bu hem ailedeki eğitim düzeyi, dil, ekonomik imkanlar gibi çevresel koşulların ev sahibi gruptan daha düşük olabilmesinden hem de kültürel entegrasyonun henüz tamamlanmamış olmasından kaynaklanan aidiyet duygusu ve kimlik gibi kritik sosyo-duygusal gelişim başlıklarında yaşanan problemlerden kaynaklanır. Göçmen bireyler, özellikle Avrupa’da sosyal konumlarından bağımsız olarak ev sahibi toplum tarafından dışlanma, ayrımcılık ve önyargılara çeşitli düzeylerde maruz kalabilmektedir. Bu bağlamda, 1960’larda başlayan göç hareketi ile bugün sayıları 2,8 milyonu bulan Almanya’daki Türk Göçmen grup özellikle incelemeye değerdir. Almanya’da günümüzde 3. ve hatta 4. nesil Türk Göçmen aileler bulunmaktadır. Kültürleşme (Acculturation) denen, ev sahibi toplum ile göçmen toplumun birbirini karşılıklı dönüştürmesi ve bu sayede entegrasyonun başarılması bakımından 4. kuşakta oldukça olumlu sonuçlar görülmektedir. Yine de göçmenlik dezavantajı ve toplumsal önyargıların bireyler üzerindeki etkileri oldukça derin ve süreklidir. Bu etkilerin farkında olunması ve karşısında durulabilmesi için Uğur Şahin’in The Guardian’a verdiği röportajda vurguladığı bir nokta oldukça önemli gözükmektedir. Uğur Şahin röportajında Almanya’daki Türk göçmenlere bir rol model olduğuyla ilgili yoruma ‘Bunu istediğimi sanmıyorum. Her bireye eşit haklar sunabilen global bir vizyona ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Zeka tüm etnik gruplar arasında eşit dağılmaktadır, tüm araştırmalar bunu göstermektedir. Önemli olan her bireye topluma katkı sağlayabilmesi için eşit şansın verilebilmesidir’ demiş ve göçmen ya da ev sahibi bir kökenden geliyor olmanın bu başarıda tesadüften öte bir anlam taşımadığını belirtmiştir.

Hem Gelişim Psikolojisi hem Sosyal Psikoloji alanındaki bilimsel çalışmalar, bireylere yönelik milli kimlik ya da göçmenlik gibi köken temelli kategorik değerlendirmeler yapmanın geçersizliğine ve sakıncalarına işaret eder durur. Bu noktada Koç Üniversitesi ve Ruhr Üniversitesi’nin ortak bir projesi olarak 2006 yılında yürüttüğümüz, Alman ve Türk Göçmen okul öncesi çocukların zihinsel beceriler ve ebeveynlik faktörleri bakımından karşılaştırmasını içeren araştırma çalışmasının sonuçlarını paylaşmak anlamlı olacaktır. Araştırmada, literatürün geneliyle de uyumlu olarak maalesef ki göçmen çocukların dezavantajını gösteren sonuçlar elde edilmiştir. Ancak Türk göçmen çocukların zihinsel değerlendirmelerde daha düşük performans göstermesiyle yüksek düzeyde ilişkili bulunan faktörler; ebeveynin çocukla birebir vakit geçirme süresi, evde çocuğa sunulan resimli kitap sayısı, kitap okuma sıklığı ya da TV’nin açık kalma süresi gibi tüm gruplar için geçerli olan global çevresel faktörlerdir.

Yazının Devamını Oku

Çocuk gelişiminde sürpriz

26 Eylül 2020
Geçen sene verdiğim, ‘Dijital Dünya ve 21.YY Anne Babalığı’ seminerinde şu cümleyi kullanmışım: ‘21. yy anne babalığı, çocukların gelişimsel ihtiyaçlarıyla bilgi çağının ve gelişen teknolojinin kazanımlarını kesiştirebilme sanatı ve geleceğin şartları öngörülemeyen dünyasında başarılı olabilecek bireyler yetiştirme stratejileri olarak tanımlanabilir.’

Güzel bir tanım olduğunu düşünüyorum hala ama cümlem, bugün itibariyle geçerliliğini olumlu anlamda kaybetmiş gözüküyor. Çünkü geçen sene ‘geleceğin öngörülemeyen şartları’ diyerek en fazla, gelecekte birçok mesleğin robotlar tarafından yapılacağını kastettiğimiz durum pandemi sürpriziyle bambaşka bir yöne evrildi ve aslında bir anlamda belirsizlik ortadan kalktı. Öngörülemeyen şart meğerse hepimizi (aileler, okullar, devletler, markalar, bilim dünyası vb.) belirsizlik ortamında bırakacak bir virüsmüş. Bu haberle içinizde ‘oh ne iyi’ şeklinde bir rahatlama oluşmadığını tahmin etsem de, en azından öngörülemeyen şartlar başlığındaki bir belirsizlik azaldığı için yine de teselli bulabileceğimizi hatırlatmak isterim.

İşin esprisi bir yana, özellikle çocuk yetiştirme ve aile süreçlerimiz bakımından belirsizliğin belirli tek şey olduğu pandemi koşullarında danışan ailelere hep verdiğim kritik bir tavsiyeyi buradan da aktarmak isterim.

Çocuk gelişiminde tutarlı ortam ve güven duygusu ilişkisi

Evet cevabını bilmediğimiz sorular çok. Bebeğimi kreşe başlatsam mı? Bu sene başlamazsa ne olur? Seneye başlayabilecek mi? Okullar açılacak mı? Hangi sınıflar için kaç gün? Açılırsa devam edebilecek mi? Özel öğretmen mi tutsak? Sitedeki çocukları mı sınıf yapsak? Ülke değiştireceğiz, bu eğitim/sağlık açısından doğru mu? Acaba Türkiye’ye mi dönsek? Online eğitim işe yarıyor mu? Çocuğumun online eğitimine en iyi nasıl destek olurum? Evden çalışırken hem psikolojik sağlığımı hem çocuğumla ilişkimi nasıl korurum? gibi...

Bu soruların bazılarının net cevapları var aslında. Özellikle çocuğunuzun yaşı, gelişimsel özellikleri, ailenizin koşulları ve sizin beklentileriniz gibi diğer çerçeveleri bildiğimiz zaman. Ama burada konuşabileceğimiz daha önemli nokta, koşullar ne olursa olsun kararlarınızı alırken hem sağlıklı çocuk gelişiminin hem de her yaşta insan için temel nörolojik yapımızın destekleyici unsuru güven duygusunun rolünü hatırlamak! Temel bir insani ihtiyaç olarak güven duygusu, çocuklarda diğer her duygunun ve gelişimsel adımın üzerine inşa edildiği taban olarak düşünülebilir ve güven duygusunun çocukluktaki önkoşulu tutarlı bakım ortamıdır. Evet dış dünya, okulların durumu, sağlık kaygıları, çalışma tempomuz, çocuğumuzun gelişimi, dijital eğitimdeki/içeriklerdeki seçenekler ve bunların etkileri gibi belirsizlikler oldukça büyük ve bitmeyecek ama hala çocuğunuza ve kendinize tutarlılık ortamının getireceği güven duygusunu sağlamak için elinizde fazlaca araç var.

Örneğin, kayıtlı olduğunuz okul sisteminin sorgulayıcısı değil, destekleyicisi olabilirsiniz. Buna okul aile birliği diyoruz ve her zaman, her koşulda gelişimsel olumlu etki yaratıyor.

Okula kayıt olmak istemiyor, süreci evden yürütmek istiyorsanız, başkalarının ne yaptığıyla ilgilenmeyip evdeki ve eldeki kişileri (anne, baba, bakıcı, geniş aile, kardeş, komşu) en doğru şekilde konumlamaya çalışabilirsiniz. Eldekiler yerine yeni koşullar yaratmaya çalışmak tutarsızlık çıkaracaktır.

Çocuğunuzun disiplini ya da bakımıyla ilgili konularda eşler arası uyumu bu dönemde öncelikli tutabilirsiniz. Bu, eşinizin aslında katılmadığınız kuralına bu koşullarda tutarlılığı bozmamak adına katılıyormuş gibi yapmak anlamına bile gelebilir.

Yazının Devamını Oku

Kısıtlı sosyal çevrede duygusal olgunlaşma

12 Eylül 2020
Genel olarak evlerde, kalabalıktan uzak kısıtlı ve kontrollü ortamlarda vakit geçirmeye çalıştığımız şu günlerde özellikle küçük çocuğu olan aileler, evdeki duyusal uyaran eksiklikleri ve dürtü kontrol zorluklarına bağlı olarak ağlama krizleri, hırçınlık, inatlaşma gibi durumlarla karşılaşabilirler.

Çoğu küçük çocuk, kendisi ve çevresindeki dünya hakkındaki duygularını ifade etmek ve anlayabilmek için gerekli dil becerisine sahip değildir. Erken dönemden itibaren ebeveynlerin günlük etkileşimlerde çocuğun neyi kastettiğini yaratıcı bir şekilde anlamaya çalışması önemlidir. Çocuklar için anlaşılamamanın ne kadar kötü ve engelleyici bir his olduğunu fark etmek yani onlarla empati kurmak çocukla iletişim ve uyumumuz açısından büyük katkı sağlar. 

Çevrelerindeki dünya özellikle 0-3 yaş çocukları için fazla büyüktür ve bu nedenle, emniyetli sığınak görevi gören, teselli ve koruma sağlayan ebeveyne sık sık geri dönme ihtiyacı duyarlar. Küçük çocuğunuz her şeyi kendi başına yapmak konusunda ne kadar ısrarcı gözükse de, aslında davranışlarını ve duygusal tepkilerini kontrol etmek için gerekli becerilere henüz sahip değildir.  Küçük çocuklar içsel kontrollerini inşa etme sürecindedirler ve bu beceriyi başarılı şekilde öğrenmek için ebeveynin desteğine ihtiyaç duyarlar. Pek çok ebeveynin de çocuğuna doğru şekilde nasıl tepki vereceğini öğrenmek için desteğe ihtiyacı vardır elbette.  

Duygudaşlık kurmak ve duyguları isimlendirmek

İnsan gelişimine dair yapılan birçok bilimsel araştırma ve gözlem göstermektedir ki duygusal zeka insanın sosyal uyumu, mutluluğu ve hayattaki başarısı için oldukça önemli bir unsurdur. Duygusal zeka en basit tanımıyla duyguları tanımak ve onları yönetebilmek şeklinde açıklanır. Duygusal farkındalık aslında yaşam boyu gelişen bir süreçtir ama özellikle çocukluk yıllarında temelleri atılır. Bir çocuğun hem kendi duygularının hem de karşısındaki diğer kişilerin duygularının farkında olarak büyümesi için desteklenmesi gerekir. Çoğumuz çocukla etkileşimimizde ona duygularından bahsetmenin önemini gözden kaçırırız. Aramızda çocukla oyun ya da beslenme gibi doğal etkileşimler sırasında heyecanlanmak, sevinmek ya da utanmak, kızmak gibi çocuğun iç dünyasına dair durumları söze dökenler var mı?

Empatik ebeveynlik gören çocuklar, davranışlarını ve duygularını olumlu şekilde düzenlemeyi öğrenirler. Ebeveynin empatik olması demek, çocuğun verdiği ipuçlarını fark etmesi ve çocuğun nasıl hissettiği hakkında onunla konuşması anlamına gelir. Ebeveynin empati göstermesi çocuğa, duygularının ebeveyn tarafından anlaşıldığını ve kabul edildiğini öğretir. Ayrıca, ebeveyn-çocuk ilişkisindeki güven duygusunu arttırır ve duygusal bağı güçlendirir. Çocuğun “Yaşadığım duygular annem/babam için uygun. Annem/babam benden keyif alıyor ve ne olursa olsun beni seviyor” hissini yaşamasına yardımcı olur.

Küçük çocuklarının duyguları yoğundur ve bu duygular ebeveynlere gereksiz derecede fazla ya da mantıksız gözükebilir. Yine de, öfke ya da hayal kırıklığı gibi olumsuz duygular, çocuklar için gerçektir ve zorlayıcıdır. Bazı zamanlar ise olumlu duygular bile başa çıkılması zor hale gelebilir, örneğin çizgi film vakti gelene kadar yaşanan yoğun heyecan ya da anneannesinin ziyarete geleceğini öğrendiğindeki hevesli bekleyiş hissi.

Çocuklara bu duygularını güvenli ve kabul edilebilir şekilde nasıl ifade edebileceklerini öğretmek gerekir. Çocuklara duyguları ve onlarla başa çıkmayı öğretmenin ilk adımı duyguları isimlendirmektir. Duyguları isimlendirmek çocuklara yaşadıkları duyguları zihinlerinde kategorize edebilme şansı verir. En nihayetinde, yaşadıkları duyguları ifade edebilmeleri için gerekli kelime hazinesi kazandırır.  Ebeveyn ile sık sık yaşanan bu türden deneyimler, çocuklara duyguların ne olduğunu ve fiziksel yollara (örn, kaba kuvvete) gerek kalmadan onları nasıl ifade edebileceklerini öğretmeye yardımcı olur. Bu deneyimler çocuklara, ebeveynin duygularını anladığını ve önemsediğini ve bu türden zor zamanlarda yardım etmesi için ebeveyne güvenebileceğini gösterir.

Aslında çocuğun duygusal dünyasını yakından tanıyabilmek sadece çocuk için faydalı değil ebeveyn için de oldukça tatmin edici bir tecrübedir. Bu konuda kendinizi geliştirmekten çekinmeyin.

Yazının Devamını Oku

Tuvalet eğitiminde doğru bilinen yanlışlar

29 Temmuz 2020
Bazı çocuklar, özellikle abisi/ablası olanlar, 2-2,5 yaş civarı lazımlık ya da oturak kullanma konusunda bir ilgi gösterirler. Ancak, tuvalet eğitimi vaktini bekleyen istekli anne babalar bu duruma heyecanla yaklaşınca çocuktaki ilgi genellikle söner.

Tuvalet eğitiminde, ebeveynlerin fazla sahiplenici ve kontrolcü olmalarının sakıncaları dışında birkaç kritik ve yaygın hata daha vardır. Özellikle yaz döneminde tuvalet eğitimini çözme planları yapan aileler için bu hassasiyetleri bilmek yol gösterici olacaktır.

Günümüz ebeveynleri tuvalet eğitimine geç başlıyor

Yanlış. Ebeveynler, hazır bebek bezlerinin yaygın olmadığı dönemlerde bebek henüz 1 yaşına bile gelmeden şartlanma sistemini kullanarak tuvalet eğitimi verirlermiş. Günümüzde ise ilk yıl boyunca pek çok gelişim sürecini desteklemeye çalışırken bir yandan da tuvalet eğitimi vermeye gerek duyulmuyor. Bu sebeple, günümüz çocuklarında tuvalet eğitimi için fırsat penceresi tekrar 2 yaşından sonra açılıyor. İlk yılda eğitim verilmediyse, bebekler 1 ve 2 yaş arasında da benlik gelişimi, bilişsel süreçler, yürümeyi öğrenme gibi sebeplerle şartlanma sistemiyle eğitime açık değillerdir. Ama çoğu çocuk gelişimine bağlı olarak özellikle 28 aydan itibaren doğru adımlarla uygulanan ve taklit temelli bilinçli öğrenmeye dayalı tuvalet eğitimine kolayca uyum sağlar.

Bez çıkarıldıktan sonra asla geri dönülmemelidir

Yanlış. Tuvalet eğitimi eğer 2 yaşından sonra veriliyorsa, bu eğitim şartlanma üzerinden değil bilinçli öğrenme sistemine dayalıdır. Bu sebeple hep ya da hiç mantığı yerine çocuğun istek ve ilgisine göre ilerler. Yani eğitime başladıktan sonra çocuğunuzun ilgisine göre bazen bezi çıkarıp bazen de konuyla ilgilenmiyorsa bez takabilirsiniz. Eğitimin başlarında arada bez takmanız oldukça önemlidir çünkü kaza yaşayan 2 yaş çocukları yetersizlik hissi yaşayarak konudan tamamen uzaklaşabilir ve inatlaşabilirler.

Tuvalet eğitimini yazın vermek gerekir

Yanlış. Bu inanış 2. maddeyle (bez çıkarıldıktan sonra asla geri dönülmemelidir) bağlantılıdır. Tuvalet eğitiminin hep ya da hiç mantığıyla yürütülmesi gerektiğine inandığımız için bezi çıkardıktan sonra pek çok kaza yaşanabileceğini öngörürüz.  Tuvalet eğitiminde öngördüğümüz bu kazalar elbette ki ıslaklıktan dolayı üşütme ya da hijyen sorunu vb. sonuçlara yol açacaktır ve bu kazalara bir önlem olarak da eğitimi yazın vermek (temizlenmenin daha kolay olması ve havanın sıcak olması vb. sebeplerle) mantıklı bulunur. Oysaki doğru adımlarla uygulanan tuvalet eğitiminde kaza neredeyse hiç yaşanmaz. Sık yaşanıyorsa zaten beze geri dönülebilir. Çocuğun sadece mevsim uygun olduğu için, gelişimsel olarak hazır olmadan tuvalet eğitimine yönlendirmesi direnç geliştirebilir. Dikkatli olunmalıdır.

Tuvalet eğitiminde ‘çıkartma’ gibi ödül sistemleri kullanmak faydalıdır

Yazının Devamını Oku

Çocuklara duygusal rehberlik

26 Haziran 2020
Duygular, hem yetişkinler hem çocuklar için yaşamın temel unsurudur. Davranışlarımız, seçimlerimiz, kararlarımız, sosyal adaptasyonumuz hatta fiziksel sağlımız bile akılcı ve mantıklı yanımızdan önce duygularımızla ilintilidir denebilir.

Çoğu insan için yaşam boyu gelişimi süren bir alan olsa da, genel olarak yetişkinlerin duyguları tanıma, anlamlandırma, ifade etme ve yönetme becerisi yani duygu regülasyonu yüksektir. Oysaki çocuklar hem tecrübe ve biyolojik olgunlaşma eksiği dolayısıyla hem de dil becerileri ya da mizaç gibi kişisel özelliklerine bağlı olarak duygularını tanıma, söze dökme ve kontrol etmede yetersizlerdir ve bu konuda yoğun bir desteğe ihtiyaç duyarlar. Çocukların duygularını düzenlemeyi öğrenme konusunda ilk destek alacakları kanal ise elbette ki ailedir. Yaşamın okula geçiş, kardeşin doğması, sınav zamanı ya da taşınma gibi doğal değişim zamanlarında ise sağlıklı adaptasyon için duygu regülasyonu iyice önem kazanır.

Pandemi süreci, okulların kapanması, büyük yaş gruplarının sınavlarının bitmesi, ebeveynlerin evden çalışması ya da ofise geri dönüşü ve yazlık gibi ortamlara geçilmesi şeklinde birçok kritik değişikliğin yaşanabildiği bugünler de ister istemez yaşamsal geçiş dönemleri gibidir. Bu geçişlerde yaşadığımız olası sevinç, umut gibi duygularla beslenmekte kaygı, hayal kırıklığı, güvensizlik gibi olumsuz duygularla da zorlanmaktayız. Geçiş zamanlarında çocuklara duygusal rehberlik yapmak en etkin psikolojik sağlık stratejilerinden biridir. Çocuklara duygusal rehberlik yapabilmek, en temelinde empati kurabilmek, çocuğu aktif bir şekilde dinleyebilmek, duygular hakkında konuşmak ve çözüm odaklı bir bakış açısıyla onları yönlendirebilmek demektir. Bu sebeple, çocuklarınızla iletişiminizi açık, net, samimi, sabırlı ve şefkatli tutmaya özen göstermeniz içtenlikle tavsiye edilir.

Çocuğunuzun iletişime açık olduğu zamanları doğru yakalamaya çalışarak onunla duyguları hakkında konuşun. Çoğu çocuk uyku öncesi kitap okuma ya da baş başa anlarda ebeveyniyle konuşmaya açıktır. O vakitlerde ‘Pazartesiden itibaren ofise gitmeye başlayacağım. Bunun hakkında biraz konuşmak ister misin?’ ‘Haftaya ailece ….’ya gidelim diye düşündük. Ne dersin?’ ‘Çevrim içi derslerin bitti, okul açılana kadar nasıl vakit geçirmeyi hayal ediyorsun?” gibi sohbetler açarak duygusal iletişimi başlatabilirsiniz mesela. Sonrasında ‘Bu durum beni sevindiriyor/meraklandırıyor/üzüyor biliyor musun?’ gibi cümlelerle kendi duygularınızı aktardığınız, sonrasında da çocuğunuza sorular sorarak onun nasıl hissettiğini ya da ne düşündüğünü ortaya dökmesine fırsat veren bir iletişim kurabilirsiniz. Sorguladığı noktalara mümkün olduğunca net, dürüst cevaplar vererek, hissettiği olası olumsuz duyguları ise bastırmaya çalışmadan sadece sizinle her zaman bu duygular hakkında konuşabileceği mesajını vermeye çalışarak çocuğunuza duygusal rehberlik yapabilirsiniz.

Bu sohbetlerin düzenli olması sizi duygusal rehberlikte bir sonraki adım olan sosyal-duygusal problemlere çözüm bulma aşamasına taşıyabilir. Yani günler ilerlerken belki de çocuğunuza ‘Evet ben ofisteyken kardeşinle daha çok kavga ediyorsunuz ve bu seni kızdırıyor biliyorum. Acaba yarın kardeşinin senin oyununu bozmaması için yapabileceğimiz bir şey var mı?’ gibi sorular sorabilecek ve ‘Acaba senin vermek istediğin oyuncaklardan kardeşine bir kutu hazırlamak ya da ona sen ders yaparken odana girmemesini anlatan bir resim çizip vermek işe yarayabilir mi?’ gibi çözümler düşündürtebileceksiniz. Duygusal farkındalık, insanın yaşam boyu geliştirdiği ve kullandığı en önemli zorluklarla başa çıkabilme yöntemi, dayanıklılık unsurudur. Kendiniz ve aileniz için duygusal farkındalık ve rehberlik yaklaşımlarından faydalanmanız dileğiyle.

Yazının Devamını Oku

Ailede rutinlerin önemi

6 Haziran 2020
Pandemi dolayısıyla ailece evde geçirmek zorunda kaldığımız haftalardan sonra, bugünlerde bazı ebeveynler bağlı bulundukları kurumların yeni normale geçiş adımlarıyla beraber işe dönmeye başladı. Bu durum hem biz yetişkinler hem de çocuklar için önemli bir adaptasyon süreci anlamına gelir.

İnsanın yaşam boyu en temel psikolojik ihtiyacı kendini güvende hissetmektir denebilir. Pandeminin başında bizi neyin beklediğine dair çok boyutlu bir belirsizlik içerisindeydik. Şimdi ise haftalardır geliştirdiğimiz ailece birlikte ve evde olma alışkanlığımızın dışında bir döneme geçtiğimiz için kendimizi güvende hissetmemiz kolay değil... Ayrıca, derecesine tam emin olamasak da sosyal, ekonomik, yaşamsal değişikliklerin olduğu yeni bir dış dünya bizi beklemektedir. Tüm bunlar çoğumuz için güven duygusu bakımından sarsıcı, psikolojik açıdan zorlayıcıdır.

Yaşamımızdaki kontrolümüz dışındaki belirsizliklerle başa çıkmanın bilinen en etkili yöntemlerinden biri ise kontrolümüz dahilinde olan konuların önemini hatırlamak, onlara odaklanabilmektir. Özellikle yemek, giyinme, uyku ve serbest zamanlar gibi günlük yaşamsal aktivitelerde önceki alışkanlıklarımızın sürekliliğini sürdürmek bize hem rahatlamış hissettirir hem de kontrol duygusu verir.

Hatırlıyor olabilirsiniz, evde kalma sürecinin başında birçok destekleyici tavsiyede günlük rutinlerimize sadık kalmamızın önemi yer alıyordu. Yani yemeklerimizi her gün aynı saatlerde aynı şekilde yiyebilmek, her gün dışarı çıkacakmışsınız gibi pijamalarımızla değil günlük kıyafetlerimizle günü geçirmek, çocukların okul ya da bizim iş sorumluluklarımız gibi beklentileri belirli saatlerde yapmaya çalışmamız gibi.

Benzer şekilde işe geri dönüş döneminde de ebeveynler olarak aynı stratejiyi kullanmaya çalışabiliriz.   Hem ev hem ofis ortamımızdaki günlük rutinlere özellikle ilk haftalar boyunca tutunmak  çocuklarımızı da bizi de kontrollü hissettirebilir, belirsiz koşulların psikolojik açıdan zorlayıcı etkilerinden koruyabilir. Örneğin,

Günlük rutinler hem öngörülebilirlik ihtiyacımıza hitap ettiği için hem de kendimize iyi bakmanın önkoşulu olduğu için yaşamın her döneminde psikolojik olarak koruyucudur. Ayrıca, ailece yemek ve uyku düzenine dikkat etmek gibi uygulamalar serbest vakitleri daha kolay yakalamamıza yardım etmesi bakımından da önemlidir ve psikolojik iyiliğimizi destekler.  Yeni normale geçiş döneminde günlük rutinlerden faydalanmanız dileğiyle…

Yazının Devamını Oku

Bebek büyütmek ve COVID-19

3 Nisan 2020
Sizce de bu hastalık bize doğanın kurallarını açıkça göstermiyor mu? Gündelik yaşamda hiç umursamasak da her birey hem doğayla hem de birbiriyle bir bütün değil mi?

Yepyeni bir fikir de olsa bir şey insanın aklına gelebiliyorsa gerçekleşmemesi mümkün değil gibi gözüküyor. Çoğumuz yeni öğrendik ki Bill Gates 2015’teki TED konuşmasında gelecekte bizi bekleyen global kaosun savaşlar, bombalar değil hızlıca yayılan bir virüs olacağını açıkça söylemiş ki Covid-19 gibi bir tahmin örneğinde yaratıcı bir fikirden değil, somut bilimsel verilere dayalı bir gelecek öngörüsünden bahsediyoruz sadece. Peki, bu net veri, duymuş dinlemiş olsak da neden hiçbirimizin günlük yaşamını sürdürürken aklının ucuna gelmez? İlk cevap, “Pek bir faydası olmayacağı içindir” sanırım ama sanki bu ilgi göstermemenin daha derininde insan olmanın sonsuz umudu yatıyor. Her şeyin iyi gideceğine bir şekilde gönülden inanıyoruz ki olumsuz ihtimalleri hiç durup düşünmüyoruz bile. Bu sonsuz umudu bir çocuk dünyaya getirmiş her bireyde ve özellikle bebek bekleyen çiftlerde doyasıya görürüz. Dünyaya gelen yeni doğanların, bebeklerin güzelliği ile pozisyonumuz ne olursa olsun (çocuksuz bir birey, büyükanne, büyükbaba, evli, bekar, yakın, uzak fark etmez) hayata biz de sıkı sıkıya tutunuruz.

Ama belli ki bu sıkı sıkıya tutunma sadece kendimizle ilgili. Kendimizin ya da yakın çevremizin bir adım ötesine geçerek yaşama beraber tutunma zorunluluğu pek de hissetmiyoruz. Günlük yaşamda kendi sağlığını, işini, eğlencesini, ekonomisini ve sosyal olarak da en fazla yakın çevresiyle ilişkilerini düşünmeye alışmış 21. YY bireyleri olarak virüs tehditini odağımıza almak hiç akıllıca gelmiyordu. Ama bugün o kötümser tahminin içindeyiz. Virüsü yenmek için durmalı, beklemeli ve bireysel olarak bir çözüme ulaşmak istiyorsak şu an sadece ve sadece birbirimizi desteklemeliyiz.

Sizce de bu hastalık bize doğanın kurallarını açıkça göstermiyor mu? Gündelik yaşamda hiç umursamasak da her birey hem doğayla hem de birbiriyle bir bütün değil mi? Ayrışmayı çok isteyip sınırları zorladığımızda bütünün diğer parçası adeta hakkını sormuyor mu? Bireyciliği ile verimlilik ve refah örneği Avrupa ve daha ötesi Amerika bugün pandeminin merkezi ve birlikte hareket edememenin sancısını derinden yaşıyor. Eğitimli eğitimsiz, şehirli kır kökenli diye bölünmüş Türkiye de benzer şekilde birbirini korumak zorunda kalan ve birbirine muhtaç bir bütün olduğunu net şekilde gördü. Bir grup dışarı çıkmayın diye bütünü sahipleniyor. Sahiplenilen grupta ise belki de doktorları bıçaklama noktasına varabilecek olanlar var ve eğer bu kişiler virüse yakalanırlarsa yanlarında iyi yetişmiş ve vicdanlı olduğunu umacakları sağlık çalışanları ve doktorlar dışında kimse olamayacak.

Covid-19’un bize hatırlattığı bu nokta ile insan gelişiminin önemli teorilerilerinden Prof. Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın özerk-ilişkisel benlik yaklaşımının birebir örtüştüğünü düşünüyorum. Bu teori çevresel, gelişimsel ve fonksiyonel bağlamda sağlıklı insan modelinin hem bireysel hem de ilişkisel yanıyla bir bütün olduğunu söyler. Sağlıklı insan hem diğerlerinden ayrışmak, özerklik, otonomi ve öz-kontrole ihtiyaç duyar hem de diğerleriyle ilişkisinde birliktelik hissi, bağlılık ve uyum arar. Birbiriyle çatışmalı gibi gözüken bu iki ihtiyacın bir arada tatmin edilebilmesi kişinin hem psikolojik açıdan sağlıklı hem de işlevsel olarak verimli, üretken bir yaşam sürebilmesini sağlar. Teoriye ve işin gözlemlenen net gerçeklerine göre ise birini elde etmek için diğerini harcıyor olmak insana mutluluk ve kazanç getirmez. Hatta öyle ki bu dengeler tutturulamazsa, virüs salgını örneğinde hayatta bile kalınamaz gibi gözüküyor. Gençler evden çıkarsa en başta yaşlıların sağlığı, bireysel işlerimiz sürerse sağlık çalışanlarının performansı tehlikeye giriyor. Ülkeler birbirine destek vermezse kriz çözülemiyor. Yaşlılar gençlere ne denli güven duymaları ve verici olmaları gerektiğini görüyorlar. Gençler sorumluluk almak zorunda olduklarıyla yüzleşiyorlar. Aile içi dengelerimizde de çocuklarımızın duygusal ihtiyaçları pahasına işlerimizin gereklerine odaklandığımızda ya da çocukların istekleri pahasına kendi önceliklerimizi reddettiğimizde nasıl da tuzağa düştüğümüzle yüzleşiyoruz. Diğer yandan öğretmenlerin ve okul sisteminin çocuklarımıza katkısını görmezden gelip kendimiz bu rolle baş başa kaldığımızda trajikomik şekilde kaybettiğimizi görüyoruz.

Özetle hepimiz birbirimize bağlıyız. Hem özerk bireyler olmak hem de birbirimize sevgili, saygılı, güvenli hissetmek ne güzel olurdu. Tüm iktidarıyla kapitalist düzen karşımızda dururken `Sağlıklı İnsan Modeli’ne tek tecrübeyle geçemeyeceğimiz kesin ama biraz kulaklarımızın çekildiği de açık. Özellikle bireyciliği ve akılcılığıyla bugüne kadar her maddesel sorunun üstesinden gelebilmiş Almanya’nın pandemi karşısındaki hali dikkatle izlenmeli diye düşünüyorum. Ünlü araştırmacı Heidi Keller 2005 yılında yayımlanan orta sınıf Alman annelerin takip edildiği “Sosyo-Tarihsel Açıdan Zamanın Yansıması Olarak Ebeveynlik: Alman Bireyselleşmesi Örneği” makalesinde Alman annelerin 25 yıllık süreçte giderek bebekleriyle daha az ten teması kurduğunu, daha az sıcaklık gösterdiğini, ilişkiselliği geride tutarak bireyciliği ön plana çıkardığını göstermiştir. Şimdilik kendi halkını diğer Avrupa ülkelerine göre daha iyi koruyabilse de, pandeminin ortasında kalışıyla Almanya bile insan hayatı için tek başına bireyciliğin yetmeyeceğini hissetmiş gözüküyor.

Yazının Devamını Oku

Bağlanma, zihinsel gelişim ve karşılıklılık prensibi

2 Mart 2020
Anne-bebek bağlanması ve zihinsel gelişim arasındaki ilişki üzerine hiç düşündünüz mü? Özellikle yaşamın ilk yıllarında zihinsel gelişimin çok hızlı olduğunu artık hepimiz biliyoruz.

Anne-bebek bağlanması ve zihinsel gelişim arasındaki ilişki üzerine hiç düşündünüz mü? Özellikle yaşamın ilk yıllarında zihinsel gelişimin çok hızlı olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Matematiksel olarak ifade etmek gerekirse, insanın yaşam boyu gerçekleştirdiği beyin gelişiminin (kurulan nöron bağlantılarının ) %70’i yaşamın ilk yılında, %90’ı ise ilk 5 yılda tamamlanır. Peki, bu hızlı beyin gelişimi ebeveyn-bebek ilişkisinden nasıl ve hangi mekanizmalarla etkilenmektedir?

Erken yıllarda hem beyin gelişimini belirleyen hem de ebeveyn-bebek bağlanmasını açıklayan temel prensip “karşılıklılık” ilkesidir. Bebekler 6 aylık olduklarında ebeveynle kurdukları bağ net şekilde gözlemlenir hale gelir. İlk aylar boyunca ebeveynle yaşanan sonsuz sayıda karşılıklı etkileşim (Örneğin; bebek “agu” dediğinde annenin gülümsemesi, acıkma sinyalleri verince beslemeye başlaması, kucakta sıkılınca oyun matının üzerine bırakması vb.) sonucu bebek, anneye güvenmeyi ve anne aracılığıyla keşiflerini anlamlandırmayı öğrenir. Aynı zamanda bu dönemde bebekler yaşlarından beklenmeyecek bir yoğunlukta duyguları ifade etmeye başlarlar: Ağlama, gülümseme, ilgi, şaşırma, korku, kızgınlık ve üzüntü bebeklerin yüz ifadeleri ve beden dilinden net şekilde ayrıştırılabilir. Bebeklerin ebeveyne verdikleri ve ideal senaryoda ebeveynin uyumlu geri cevabıyla karşılaşan bu duygusal ifadeler, dil gelişiminin ve diğer tüm zihinsel becerilerin temelini oluşturur.

Bir bebeğin çevresinde keşfedeceği ilk nesne ebeveynidir. Ebeveynin duyarlılığı yani ihtiyaçları anlayıp uyumlu geri cevap verebilme kapasitesi sayesinde bebek ilgi alanını güvenle anne dışına çıkarıp genişletir. Bebeğin ilk aylar boyunca annenin duyarlılığı ve tutarlılığından aldığı kendinden emin olma hissi, güçlü bir çevreyi keşfetme isteğine dönüşür. Eğer bu aşamada ebeveyn duyarlılığı yani bebeğin fiziksel, duygusal ve sözel ihtiyaçlarına karşılıklı etkileşim içerisinde cevap verme eğilimi sürüyorsa bebek dikkatini toplamayı ve duygularını düzenleyerek dünyayı etkin şekilde keşfetmeyi başarır. Ebeveyn rehberliği ve desteğiyle ilerleyen bu keşifler, zihinsel olarak sürekli bir uyarılma ve gelişimi mümkün kılar. 

Bebek beyni, gelişmek için gerçek çevreyle duyuları aracılığıyla (görerek, duyarak, dokunarak, tadarak, koklayarak, hareket edip/ettirerek) sürekli ve karşılıklı etkileşim halinde olmalıdır. Bir bebeğin tüm bunlara cesaret edebilmesi ve keşiflere girişebilmesi için de kendini güvende hissetmesi şarttır.

Öyleyse erken aylardan itibaren iyi bir zihinsel gelişim için öncelikle bebeğimizle ona anlaşıldığını hissettiren sağlam bir duygusal bağ kurmalıyız. Sonrasında fiziksel yakınlığa yani bebeğimizle anlamlı süreler boyunca bir arada olabilmeye dikkat etmeliyiz. Akabinde iyi bir gözlemci olup bebeğimizin değişen fiziksel, duygusal, iletişimsel ihtiyaçlarını doğal ritminde fark edebiliyorsak ve onunla karşılıklı etkileşimi sürdürüyorsak, tam potansiyelinde gelişen çocuklar büyütmek çok da zor olmayacaktır. Bebeklerin zihinsel gelişiminde işin en önemli sırrı, yetişkin motivasyonu ve uyum kapasitesi gibi gözükmektedir.

Hem fiziksel hem duygusal açıdan yoğun bir gayret ve özveri gerektiren bebek bakımı sürecindeki tüm anne babalara sevgiyle…

Yazının Devamını Oku