Sinem Olcay Kademoğlu

Oyun oynamak çocuğun gelişimi açısından neden önemli?

25 Ocak 2019
Oyun oynamak çocuk için neden önemlidir? Ebeveynler çocukları ile nasıl oyun oynamalı? Oyun oynamak çocuğun gelişimine nasıl katkı sağlıyor? Çocuğunuzla gerçekten oynuyor musunuz? Çocukla birlikte oyun oynamak onun öz güvenine ve duygusal gelişimine nasıl katkı sağlar? Uzman Psikolog Sinem Olcay Kademoğlu anlatıyor.

Derecesi kişiden kişiye değişse de tüm ebeveynlerin oyun konusunu, çocuk gelişimine etkisi bakımından önemsediğini sanırım söyleyebiliriz. Özellikle günümüzde eğitim düzeyi yüksek ebeveyn gruplarında, çocuğuyla hiç oyun oynamayan ebeveyn yoktur denilebilir. Çocukla oyun konusunda bazılarımız belki daha motive, daha yetenekli, daha fazla fırsata sahip olabiliriz. Bir kısmımıza ise çocukla oyunun oldukça zorlayıcı geldiği de kesinlikle gözlemlenir. Yine de bu çeşitliliğe rağmen oyun ve çocuk ayrılmaz bir bütün olarak tüm ailelerin hayatında yerini alır.

Bu noktada, benzer sosyo-ekonomik koşullara sahip (eğitim düzeyi yüksek) Avrupalı-Amerikalı ve Tayvanlı-Amerikalı ailelerin oyun oynama şekilleri bakımından karşılaştırıldığı bir araştırma çalışması hepimize, çocukla oyuna nasıl yaklaştığımızı ve bu yaklaşımımızdan neler elde edeceğimizi görmemiz açısından fikir verebilir. Çalışmaya göre, yüksek sosyo-ekonomik koşuldan Avrupalı-Amerikalı ebeveynler, çocukla oyunda bireysellik, bağımsızlaşma ve kendini ifade kapasitesini vurguluyorlar.

[fotogaleri=1867,1300,323]

Çocuğun öz güven gelişimi ve potansiyelinin ortaya çıkarılabilmesi için oyunda ebeveynin birebir ilgisinin önemli olduğuna ve oyunun çocuğun zihinsel, sosyal ve duygusal gelişimini belirlediğine inandıklarını belirtiyorlar. Ayrıca, oyunu çocuklar için doğal bir iş olarak gördüklerini ve oyuna ebeveyn katılımının da çok uygun ve istenen bir özellik olduğunu ortaya koyuyorlar. Bu inanışlar doğrultusunda, yüksek sosyo-ekonomik düzeyden Avrupalı-Amerikalı ebeveynler, daha bebeklikten itibaren başta taklit oyunları olmak üzere tüm oyunlara fazlasıyla katılımcı, başlatıcı ve destekleyici rol oynuyor. Özellikle, süper kahraman ve periler gibi hayal gücü unsuru içeren küçük karakter figürlerle oynanan oyunlar bu grupta oldukça yaygın gözlemleniyor.

Ancak benzer sosyoekonomik koşuldan gelen Tayvanlı-Amerikalı ebeveynler, her ne kadar çocukla oyuna atfettikleri değer ve oyuna katılım bakımından yüksek olsalar da, oyun tarzı bakımından Avrupalı-Amerikalılardan net şekilde ayrışmışlar.

Tayvanlı-Amerikalı annelerin kendi kültürlerinde baskın değer olan büyüklere itaat, saygı ve uyuma dayalı sosyal etkileşim tarzını, çocukla oyuna direkt olarak yansıttıkları bulunmuş. Bu gruptaki ebeveynler, oyunda çocuğun kurallara uyması ve işbirliği yapmasını net bir beklenti olarak ortaya koymuşlar.

Tayvanlı-Amerikalı annelerin oyunda çocuğu, kendileriyle eşit seviyede bir katılımcı olarak algılamadıkları ve çok daha didaktik davrandıkları bulunmuş. Ayrıca, bu gruptaki ebeveynlerin çocuklarıyla hayal gücüne dayalı karakterler üzerinden değil daha çok gerçek hayattaki sosyal rolleri öğreten oyunlar oynama eğiliminde olduğu saptanmış. Örneğin; telefonda büyükanneyle konuşmak ya da markette kasiyerle nasıl etkileşime geçileceğini gösteren oyunlar oynamak gibi.

Bu örnekler bize farkına varmadan oynadığımız oyunlarla çocuklarımıza ne denli önemli mesajlar verdiğimizi göstermiyor mu? Bir grup ebeveynin oyunları bireysellik, yaratıcılık gibi temaları vurgularken diğer grubun oyunları saygı ve işbirliğini ön plana çıkarıyor. Hangisini tercih ederdiniz diye bir soru olsa, çocuk gelişimi açısından elbette doğru cevap hiç tartışmasız ikisinin dengesi olurdu. Bağımsız, özgüvenli çocuklar yetiştirmek istediğimiz gibi onların çevrelerine de saygılı ve duyarlı olmalarını istemiyor muyuz? Evet şimdi her birimiz için, oyunlarımız dahil çocuklarla olan tüm etkileşimlerimizde ve onları baş başa bıraktığımız okul, geniş aile, arkadaşlar vb. tüm ortamlarda hangi değerleri daha çok vurguladığımızı gözden geçirme vakti…

Yazının Devamını Oku

Çocuklar oyun oynayarak büyürler

19 Aralık 2018
Dünyanın her yerinde ve bütün kültürlerde çocuklar oyun oynayarak büyüyorlar.

Oyunun evrensel bir olgu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dünyanın her yerinde ve bütün kültürlerde çocuklar oyun oynayarak büyüyorlar. Ancak oynanan oyun türleri, yetişkinlerin çocuk oyununu nasıl algıladığı, hatta çocukların oyunu kiminle oynaması gerektiği (yalnız/akranıyla/yetişkinle) konusundaki beklentiler kültüre bağlı olarak büyük farklılık göstermektedir.

Örneğin, Amerika’da yapılan bir çalışmada orta sınıf ve düşük gelir grubundan çocuklar arasında sembolik oyun oynama eğilimleri bakımından net farklılıklar bulunmuş. Orta sınıftan çocuklar, daha çok nesne ve karakter taklitleri yaparak sembolik oyun kurarken, düşük gelir düzeyinden çocuklar arkadaşına takılma ya da şaka olarak tehdit etme gibi sözel sembolik oyunlar kurmaya eğilimli bulunmuş. Ayrıca; ebeveyn ve eğitimcilerin oyunlar hakkında ne düşündüğü, oyunun çocuğa etkisini nasıl değerlendiği ve oyunu çocuklara nasıl sunduğu gibi noktalar da kültüre bağlı olarak fazlasıyla değişir.

Günümüzde, bizim ülkemizde de, yetişkinlerin oyunun çocuk gelişimdeki rolüne dair farkındalığı her geçen gün yükselmektedir. Bu noktada, oyun konusuna yaklaşırken oluşturacağımız ideal çerçeveyi bulabilmek için, ‘Oyun ve Çocuk Gelişimi’ literatüründe çalışmalarıyla ünlü Prof. Artın Göncü’nün fikirlerinden faydalanacağımızı düşünüyorum.

Prof. Göncü bir çalışmasında oyun motivasyonunun ne denli çevresel temelli olduğunu ve oyunun çocuğa ne gibi faydalar sağlayacağını açıklarken, baskın şekilde süper kahraman olma oyunu oynayan 5 yaşındaki bir erkek çocuk örneği kullanır.

Bu çocuk, duygusal olarak zorlayıcı olan ameliyat tecrübesiyle başa çıkma ihtiyacı, aile ortamında taklit oyunlarına verilen destek, kişisel hevesi ve ebeveynin oyuna katılımı sayesinde süper kahraman oyununu oynamaktadır. Yani oyun, çocuk için çevresel unsurlardan bağımsız düşünülemez.

Elbette oyun, özellikle çocuklukta doğal ve evrensel bir süreç. Hem düşük hem yüksek gelir düzeyinden gelen çocuklar, hem önceki jenerasyonlar hem günümüz çocukları ve tüm yaş grupları oyun oynar. Ancak çocukların oynadığı oyunun türleri, oyun arkadaşının kim olduğu, hangi oyunlara sınır konulduğu, ebeveynlerin oyunun gelişimdeki etkisini nasıl algıladığı ve bu sebeplerle oyunu nasıl sunduğu gibi unsurlar kültürden kültüre büyük oranda değişiyor.

Yazının Devamını Oku

Oyunda lider kim?

7 Aralık 2018
Çocuk gelişiminde oyunun özel bir anlamı olduğunu; oyunun çocuklara kim olduğunu, neler yapabildiğini ve etrafındaki dünya ile nasıl etkileşime geçeceğini öğrenme fırsatı verdiğini okuyup araştırdıklarımızdan yola çıkarak artık çoğumuz biliyoruz. Bazılarımız oyunun önemini bilinçli bir araştırmayla keşfetmiş olmayabiliriz ama büyük ihtimalle içgüdüsel olarak hissediyor, çocuklarla ilişkide doğal olarak zaten deneyimliyoruz.

Oyun bebeklikten başlayan, insan gelişimini yaşam boyu destekleyen, formu değişse bile yetişkinlikte de devam eden çok temel bir olgu. Elindeki kaşığı yere atıp siz geri verdikçe yeniden atan bir bebek, bulduğu bir pet şişeyi elinde sıkıp bırakarak müzik yapan bir çocuk, sunduğunuz legoları birleştirerek ev yapmaya çalışan, babasının kravatını takıp işe gittiğini söyleyen ya da parkta arkadaşını salıncakta önce sallayıp sonra da çekiştirerek ‘Şimdi ben bineceğim’ diyen çocuklar… Hepsi oyun oynuyordur. Tüm bu doğal anlar yani oyunlar, çocuğun yaşam boyu sergileyeceği kendini ifade, dürtü kontrolü, dikkat, anlama, motivasyon, empati, işbirliği yapabilme, çözüm üretme, yaratıcılık gibi alanlardaki performansına etkide bulunmaktadır.

Zaten bu noktalardan yola çıkarak, 21. yy eğitim değerleri dediğimiz yeni yaklaşımlarda, hem aile içi çocuk yetiştirme süreçlerinde hem de okullarda, özellikle erken çocukluk dönemi için oyun merkezdedir. Ancak burada gözden kaçırılan oldukça kritik bir nokta bulunmaktadır.

Aslında okullarda ya da evlerde oyuna ne denli yer verildiğinden daha önemli olan unsur, oyunun yetişkinler tarafından nasıl algılanıp sunulduğudur. Günümüzde çoğu ebeveyn ve öğretmen maalesef ki oyunu, öncelikli olarak bir zihinsel beceri kazandırma aracı olarak görmektedir. Bunu dünya geneldeki tüm ülkeler, geleneksel ve modern tüm toplumlar ve zaman olarak da geçmişten günümüze tüm dönemler için söyleyebiliriz. Yetişkin olarak çocuk dünyasına girmek, oradaki gerçek ihtiyacı anlamak, anlasak bile karşılık verebilmek ve o dünyada kalabilmek zordur. Bu yüzden de doğal bir eğilim olarak oyunda zihinsel eğiticilik, öğreticiliğe kayarız.

Oysaki oyunun da gelişimin de özellikle erken yıllardaki asıl amacı sosyal-duygusal olgunluktur. Oyunda çocukların sayıları, şekilleri, renkleri öğrenmesinden çok kendini yeterli, değerli, kontrolde, ifade etmiş, lider, özgür hissedebilmesi önemlidir. Ancak bu sosyal ve duygusal alt koşullar sağlandıktan sonra oyunun zihinsel becerilere desteğinden bahsedebiliriz. Eğer oyunda önceliğimiz bir kavramı, doğruyu, mutlak olanı göstermek ise orada çocuğa bırakılan liderlikten söz edilemez.

Çocuğa bir şey öğretme amacı taşıyan bir ortamda, yetişkin büyük ihtimalle sorular sorarak, komutlar vererek, çocuğu kendi dikkat alanından çıkarıp kendisininkine geçirmeye çalışarak bir anlamda baskı kuruyor demektir. İşte tüm çocuk gelişimi araştırma, gözlem ve klinik çalışmaları tam da bu tarzdaki iletişimin hem ilişkisel hem bireysel düzeyde gelişime olumsuz etkilerinden bahsetmektedir. Elbette hiçbirimiz çocuğumuzla oynadığımız oyunun aramızda bir inatlaşmaya, çocuğumuz için yetersizlik hissine dönmesini bilinçli olarak istemeyiz ama bu tuzağa engellenemez bir şekilde sık sık düşeriz.

Bu sorunun cevabını derinliği dolayısıyla ilerleyen yazılarda parça parça işleyeceğiz. Ama yine de bir özet isterseniz aşağıdaki anekdotun faydalı olacağını düşünüyorum.

Yakın zamanda karşılaştığım, torunlarının favori oyun arkadaşı olduğunu ve hatta bu yüzden diğer aile bireyleri tarafından kıskanıldığını söyleyen bir beyefendi, oyun tarzının torunları arasında popüler olmasının sebebi olarak şöyle dedi: “Ben oyunda kontrolü çocuklara veriyorum. Oyunda belki bazen senarist oluyorum ama yönetmen her zaman çocuklar…” İşte tam da çocukla oyunda yapmamız gereken…

Yazının Devamını Oku

Çocuğa bağırarak otorite kurmaya çalışmayın!

31 Ekim 2018
Çoğumuz sezgisel olarak çocukları bağırarak terbiye etmeye çalışmanın sonuç getirmediğini, ebeveyn-çocuk ilişkisini örselediğini ve çocuk gelişimine zarar verebileceğini biliriz. Yine de çocukların ebeveynlerin tahammül sınırlarını genelde zorladığı bilinen bir gerçektir.

ÇOCUĞA BAĞIRARAK OTORİTE KULLANMAK ONUN PSİKOLOJİSİNİ NASIL ETKİLİYOR?

Bazı çocuklar daha az bazıları oldukça yoğun ama hepsi bir şekilde ebeveynlerini zorlarlar. Bu açıdan ebeveynlikte ses yükselmesi, bağırmalar sık karşılaşılan durumlardır. Bu noktada yol almak istiyorsak öncelikle çocuğumuza bağırdığımız anlar için suçluluk duygusundan kurtulmalı, bunun her ebeveynin başına gelebileceğini hatırlamalı ve sürekli olmadığı sürece çocuk gelişimini kalıcı şekilde etkilemeyeceğini kendimize hatırlatmalıyız.

Bağırmaların önüne geçmek için ikinci adım ise elbette ki bağırmanın neden işe yaramayacağını içselleştirmek ve alternatif sınır koyma yaklaşımları konusunda kendimizi geliştirmektir. Çocuğunuza disiplin vermek için ona bağırdığınızda sinir sistemi çok uyarıldığı için çocuğunuzun olumsuz davranış sergilemesinin altında yatan olumsuz duygusu iyice tetiklenir ve gerçek anlamda sizi duyamaz hale gelir.

Çocuğunuz sesin yüksekliğinden ve tavrınızın sertliğinden korktuğu, irkildiği ya da rahatsız olduğu için beyindeki davranış kontrolü mekanizması iyice bozulur. Diğer yandan sizin kontrolsüzlüğünü gözlemlediği için kendisi için de kontrolsüzlüğün ve sert tavrın kabul edilebilir bir şey olduğunu düşünür.

Ebeveynin bağırmaya dayalı otorite kurma çabası uzun vadede ebeveyn-çocuk ilişkisindeki güveni sarsar ve çocuğunuz iyice söz dinlemez hale gelir. Özetle, çocuğunuzla ilişkinizde sık sık bağıracak noktaya geliyorsanız önce üzerinizdeki baskıyı dengeleyecek şekilde sosyal destek sonra da çocuk yetiştirme modelleri hakkında kendinizi geliştirmek adına profesyonel destek almanız en doğrusu olur.

KAYNAK: MUTLU AİLELERİN 101 SIRRI KİTABI/ HÜRRİYET KİTAP

  

Bazı çocuklar daha az bazıları oldukça yoğun ama hepsi bir şekilde ebeveynlerini zorlarlar. Bu açıdan ebeveynlikte ses yükselmesi, bağırmalar sık karşılaşılan durumlardır. Bu noktada yol almak istiyorsak öncelikle çocuğumuza bağırdığımız anlar için suçluluk duygusundan kurtulmalı, bunun her ebeveynin başına gelebileceğini hatırlamalı ve sürekli olmadığı sürece çocuk gelişimini kalıcı şekilde etkilemeyeceğini kendimize hatırlatmalıyız.

Bağırmaların önüne geçmek için ikinci adım ise elbette ki bağırmanın neden işe yaramayacağını içselleştirmek ve alternatif sınır koyma yaklaşımları konusunda kendimizi geliştirmektir. Çocuğunuza disiplin vermek için ona bağırdığınızda sinir sistemi çok uyarıldığı için çocuğunuzun olumsuz davranış sergilemesinin altında yatan olumsuz duygusu iyice tetiklenir ve gerçek anlamda sizi duyamaz hale gelir.

Çocuğunuz sesin yüksekliğinden ve tavrınızın sertliğinden korktuğu, irkildiği ya da rahatsız olduğu için beyindeki davranış kontrolü mekanizması iyice bozulur. Diğer yandan sizin kontrolsüzlüğünü gözlemlediği için kendisi için de kontrolsüzlüğün ve sert tavrın kabul edilebilir bir şey olduğunu düşünür.

Ebeveynin bağırmaya dayalı otorite kurma çabası uzun vadede ebeveyn-çocuk ilişkisindeki güveni sarsar ve çocuğunuz iyice söz dinlemez hale gelir. Özetle, çocuğunuzla ilişkinizde sık sık bağıracak noktaya geliyorsanız önce üzerinizdeki baskıyı dengeleyecek şekilde sosyal destek sonra da çocuk yetiştirme modelleri hakkında kendinizi geliştirmek adına profesyonel destek almanız en doğrusu olur.

KAYNAK: MUTLU AİLELERİN 101 SIRRI KİTABI/ HÜRRİYET KİTAP

  

Yazının Devamını Oku

Uyku eğitimi nedir ne değildir?

16 Ekim 2018
Uyku eğitimi ilk kez 70’li yıllarda bir araştırma konusu olarak literatürde yerini alan ve en temelinde, bebeklerin kaliteli uyku uyuyabilmesini sağlamak amacıyla, insan doğasındaki genel adaptasyon/alışma kapasitesi kullanılarak bebeklere bağımsız uyku becerisi kazandırma yaklaşımıdır.

Uyku, bebek ve küçük çocukların gelişiminde fizyolojik, zihinsel ve psikolojik boyutuyla en önemli bakım konularından biridir. Diğer yandan, ebeveynlerin yaşam kalitesine etkisi de düşünülünce sadece bireysel ya da ailevi değil, toplumsal hatta ekonomik boyutta bile etkileri olan bir olgudur diyebiliriz. Bebeğindeki uyku problemleri dolayısıyla iş ve yaşam tercihlerini değiştirmek zorunda kalan ya da ebeveyn-çocuk bağlanması gibi önemli psikolojik gelişim başlıklarında ciddi sıkıntılar yaşayan aile sayısı azımsanmayacak kadar çoktur.

Konunun bu derece önemli ve merkezde olması, uyku eğitiminin uygulanma şekliyle ilgili de pek çok farklı yorumu beraberinde getirmiştir.

Aslında, bebeklerde kaliteli uyku becerisinin ortaya çıkmasını sağlayan geçerli tek bir uyku eğitimi uygulaması bulunmaktadır: Bu uygulamaya en genel ifadesiyle ‘ağlamaya kontrollü izin verme’ yaklaşımı diyebiliriz.

Uyku eğitiminin özü, bebeğin kontrollü şekilde bir kısım stres yaşamasına (yeni duruma uyumlanana kadar) izin vermeye dayanır. Bu nokta doğal olarak ebeveynler için uyku eğitimi uygulamasının en zorlayıcı kısmıdır. Bunun farkında olan bazı uygulamacılar da ara yollar sunarak ailelerin hassasiyetini kullanabilmektedir.

Eminim uyku eğitimiyle ilgilenen aileler arasında, emzikle uyku becerisi geliştirmeye çalışan Kim West ya da bebeği yatırıp kaldırarak uykuyu öğretmeye çalışan Tracy Hogg yaklaşımını duymayan yoktur. Maalesef ki bu yaklaşımlar uyku eğitiminin temeli olan adaptasyon prensibine aykırı olduğu için, hem bebeğin uygulama sırasında daha fazla ağlamasına ve stres yaşamasına sebep olur hem de arzu edilen kalıcı deliksiz uyku becerisine ulaşılmasını sağlamaz. Özetle, uyku eğitiminde genel insan kapasitesi olan adaptasyon prensibine aykırı yaklaşımlardan uzak durmaya özen göstermek oldukça önemlidir.

Diğer yandan az ya da çok, yanında ya da uzakta bebeğin kaliteli uyku becerisi kazanması için stres yaşamasına izin verme yaklaşımının sağlıklı olup olmadığı da doğal olarak sorgulanır. Bu konudaki araştırma sonuçları ağlamaya kontrollü şekilde izin vermenin, derecesi ve toplam uyumlanma/öğrenme süresi bakımından ‘iyi stres’ tanımına girdiği yönündedir.

Gerçekten de doğru uygulanan uyku eğitimi birkaç gecelik kontrollü stresten ve birkaç gündüz de dengelenen sağlıklı bağlanma etkileşiminden öte bir uygulama değildir. Elbette ki yanlış bir uygulama şekli olarak, kontrolsüz ve aşırı ağlamayla bütünleşen bebeği uykuda yalnız bırakma hali ‘kötü stres’ tanımına girer ve kesinlikle tavsiye edilmez. Kontrolsüz ağlatmanın bebek gelişimine verebileceği zararlar üzerine de detaylı araştırma sonuçları mevcuttur.

Yazının Devamını Oku

Adım adım tuvalet eğitimi

1 Ağustos 2018
Aslında tuvalet becerisi, çocuğun gelişimdeki zihinsel, sosyal, duygusal, fizyolojik ve çevresel birçok unsurla ilintilidir. Örneğin, mesane kontrolü tam gelişmemiş yani uzun süreli çişini tutamayan bir çocuğa tuvalet eğitimi yönlendirmesi yapamayız. Ama

Birçok gelişim teorisyeni çocuk yetiştirmede tuvalet eğitimi sürecinin önemine vurgu yapmıştır. Öyle ki bazı yaklaşımlarda yanlış giden tuvalet eğitimi sürecinin bireyin yetişkinlikteki karakterini etkilediği ve inatçı, katı, takıntılı davranışlarla bütünleşen bir benlik yapısıyla ilişkili olduğu öne sürülmüştür. Tuvalet eğitiminin, yetişkinliğe etkisinin ne derece ve nasıl olduğu sorgulanabilir ama tuvalet eğitimi sürecinde yaşanan çatışmanın en azından erken dönemde ebeveyn-çocuk ilişkisini ve çocuk gelişimini olumsuz etkilediği tartışmasızdır.
Tuvalet konusu, çocuk gelişiminde bedenin işleyişiyle ilgili tüm diğer fizyolojik konular (Örneğin, beslenme, sıcaklık-doku gibi bedensel hisler vb.) gibi dışarıdan müdahaleye aslında kapalıdır. Yani cesaretlendirme, teşvik, ödül gibi yönlendirmeler ya da sonucunu yaşatma gibi kontrol gelişimine yönelik uygulamalar tuvalet eğitimi sürecinde işe yaramaz, aksine inatlaşmaya sebep olur. Özetle, her ne kadar ‘tuvalet eğitimi’ diye bir ifade kullanıyor olsak da aslında tuvalet konusu bir eğitim meselesi değil çocuk için doğal, kendiliğinden gerçekleşen bir öğrenme tecrübesidir. Ebeveynin tek rolü çocuğun gerçekten hazır olduğuna emin olduğunda ve konuya ilgisini gördüğünde çevresel imkanları sunmaktır.

Aslında tuvalet becerisi, çocuğun gelişimdeki zihinsel, sosyal, duygusal, fizyolojik ve çevresel birçok unsurla ilintilidir. Örneğin, mesane kontrolü tam gelişmemiş yani uzun süreli çişini tutamayan bir çocuğa tuvalet eğitimi yönlendirmesi yapamayız. Ama uzun süreli çişini tutabiliyor, örneğin öğlen uykusundan kuru kalkıyor olması da eğitime başlamaya tek başına yeterli değildir. Çünkü çocuk fizyolojik olgunluğa ulaşmış olsa bile belki yetişkinlerin nasıl tuvaletini yaptığına ilgi duymak ve onları taklit etmeye çalışmak gibi bir sosyo-duygusal olgunluğa ulaşmış değildir. Çocukların tuvalet eğitimine hazır olduğuna emin olmak için fizyolojik olgunlukla birlikte; verilen uzun süreli komutları yerine getirebiliyor olmak, yetişkinlerin birkaç adımlı kurgularda taklidini yapabiliyor olmak, eşyalar ve ait oldukları yerler konusunda bir farkındalık geliştirmiş olmak, oturmalı aktivitelere ilgi duymak gibi pek çok davranışsal gelişim unsurları da kontrol edilmelidir.

Bunlar ve çocuğunuzun gelişimine özgü olabilecek diğer tüm hazırlık işaretlerini gördükten sonra, bezi bırakma süreci yani tuvalet eğitimi için olan yönlendirme adım adım yapılabilir. Adım adım yönlendirme şu anlama gelir: Örneğin, sabah saatlerinde çocuğunuzun bezini açıp tuvalete gitmesi için teklifte bulunur ve bu deneme tamamlandıktan sonra tekrar bezi takarsınız. Eğer çocuğunuz ilk teklifinize olumlu cevap verdi, yani en azından beraberce gelip oturağına oturduysa gün boyunca aralarda yine denemelerinizi sürdürürsünüz. Teklifler arasındaki sürede de bez kalmaya devam eder.

Bu yaklaşım, halk arasında yaygın olan bez çıkarıldıktan sonra kafa karıştırmamak için bir daha geri takılmamalıdır inancına tersine bir uygulamadır. Yine de 2-2,5 yaş civarı bilinçli öğrenme seviyesindeki bir çocuğa tuvalet eğitimi veriyorsak gelişimsel olarak en güvenli yaklaşımdır. Çocuğunuzun hazır olduğunu düşündüğünüz için bir anda bezi bırakmak ve hiç geri takmamak sık kaza yaşanması anlamına gelebilir ve çocuğunuzun konuya olan ilgi ve yetisini hızlıca bozabilir. Bu noktada çok dikkatli olmalısınız. Teorisyenlerin yanlış giden tuvalet eğitimi süreci diye kastettiği şey hazır olmadığı ya da tercih etmediği halde tuvalet eğitimine farkında olarak ya da olmayarak çocuğun zorlanması durumudur.

Özetle, tuvalet eğitiminde kontrol çocukta olmalıdır. Sadece ve sadece o hazırsa ve gerçekten istiyorsa siz adımlarınızı ilerletebilirsiniz. İlgisini yitirdiğini ya da yapamadığını gördüğünüz ilk yerde rahatlıkla beze geri dönebilirsiniz. Daha sonra rahatlıkla yeniden denenebilir.

Yazının Devamını Oku

Alt değiştirmeden tuvalet eğitimine duyarlı ebeveynlik

10 Temmuz 2018
Bebeğinizin bezini değiştirirken mümkün olduğunca nazik el hareketleri yapın, ağırdan alın ve acele etmeyin

Bebek bakımındaki besleme, uyutma, gaz çıkarma, giydirme, alt değiştirme gibi rutin işler ve bu işler yapılırken bebeğe gösterilen duyarlılık ebeveyn-bebek bağlanmasının ilk yıllardaki temelidir. Bebekler bu bakım ihtiyaçlarını tutarlı, düzenli, duyarlı şekilde karşılayan anne-baba-bakıcı gibi az sayıdaki büyüğü güven figürü olarak eşleştirir ve sağlıklı gelişim için gerekli sosyo-duygusal bağlanmayı o kişilerle tamamlarlar. 

Bu bağlanma, bebeğin yaşam boyu mutluluğunun, davranışsal uyumunun hatta zihinsel performansının altında yatan temel faktördür. O yüzdendir ki pek çok kaynakta bebek beslenmesi, kaliteli uyku yöntemleri, gaz çıkartma teknikleri gibi bakım konuları detaylı şekilde işlenir ve yeni anne babalara aktarılır.

Ancak, günümüzde genelde 2,5 yaş civarı tamamlanan tuvalet eğitimine kadar aralıksız devam eden alt değiştirme etkileşiminin detayları ve ebeveyn-bebek bağlanmasındaki yeri yeterince işlenmiş bir konu değildir. Alt değiştirme etkileşiminin önemi, beslenme ve uyku gibi başlıkların yanında kolayca gözden kaçar.

Yeni doğan bir bebeğin altı günde ortalama 10-12 kez değiştirilir. Zamanla bu sayı azalsa da en erken 2 yaş civarı tamamlanan bez bırakma aşamasına kadar alt değiştirme sürer. Ayrıca, gelişime bağlı olarak bebeklerin alt değiştirme işine verdiği tepki dalgalanma gösterir. Başlarda bebekler alt değiştirme rutininden ebeveynle bir arada olmak anlamına geldiği için büyük keyif alırken, büyüyüp bağımsızlaşmaya başladıkları 9-10 aylık dönemden itibaren ciddi bir direnç göstermeye başlayabilirler. Bir de tuvalet eğitimi aşamasında, erken yönlendirme ya da baskı gibi olası hatalar yüzünden alt değiştirme bir çatışmaya dönerse ebeveyn-çocuk ilişkisini derinden etkileyen bir konu haline gelir. 

Özetle, alt değiştirme etkileşimi hassas bir bebek bakım konusudur. Diğer rutin bakım konularında olduğu gibi burada da ebeveyn duyarlılığı çok olumlu etkiler yaratır. Aşağıda ebeveyn-bebek arasında kaliteli vakit anlamına gelebilecek iyi giden bir alt değiştirme etkileşimi için dikkat edilecek noktaları bulabilirsiniz:

Bebeğinizin alt değiştirme ihtiyacını fark ettiğinizde bu ihtiyaca hemen cevap verin. Bebeğinizi bekletmeyin ve bebeğinizin altını değiştiren kişi genelde siz olun.

Yazının Devamını Oku

İlk yılda bebeğinizin gelişimini desteklemek için nelere dikkat etmelisiniz?

19 Haziran 2018
Bebeğiniz duygularınıza duyarlıdır ve duygulara uyumlu tepki verir.

Beyin gelişimi üzerine yapılan araştırmalardan yola çıkarak, yaşamın ilk yıllarına gelişimin altın yılları dendiğini daha önce duymuş olabilirsiniz. Bebekler daha konuşamıyorken bile birçok şeyi algılayabilir, kendileriyle ilgilenen büyükler ve çevreyle anlamlı ilişkiler kurabilir, etkisi yaşam boyu süren öğrenme tecrübeleri biriktirirler. Genelde ebeveynler olarak bebeğimizi büyüttüğümüz ilk yıllarda sosyal, duygusal ve çoğu zaman zihinsel meşguliyetlerimiz o kadar çoktur ki ilk yıların insan gelişimindeki anlam ve önemini kolayca gözden kaçırabiliriz.

Bu noktada, bebeklerin ebeveynle yaşanan günlük etkileşimler ve kurulan ilişki sayesinde yaşamın ilk yılları boyunca neler öğrenip içselleştirdiğini yeni anne babaların bilmesi büyük fark yaratır. Yaşamın ilk yıllarında ebeveynle kurulan sağlıklı bağ sayesinde çocuklar dil gelişimi, zihinsel beceriler ve sosyo-duygusal gelişim bakımından etkisi yaşam boyu süren önemli kazanımlar elde ederler.

Aşağıda yaz dönemi boyunca yeni anne babalara yol gösterici olacağını umarak, bebek zihninin çok hızlı geliştiği ilk bir yılda beynin nasıl işlediği ve bu gelişimin tam potansiyelinde gerçekleşebilmesi için çevreden nasıl bir destek gerektiğine dair kritik bilgileri sunmaya çalışacağım:

Bebeğiniz, kendisine yönelik konuşup onunla yeni bilgiler paylaştığınızda bunu fark eder:

Çok küçük bebekler bile onlara bir şey göstererek ya da anlatarak dikkatini odaklamaya çalıştığınızda bunu fark eder ve uyumlu davranırlar. Eğer göz teması kurar, ismiyle hitap eder ve yüksek tonda şarkı söyler gibi bir konuşmayla iletişim kurarsanız özel bir dikkat sergilerler. Bu şekilde bolca konuşma, bebeğinizin öğrenmesini hızlandırır. Bebeğinizin bir oyuncak uzatmak, basit sesler çıkarmak, elini kolunu sallamak gibi bedensel hareketler ile başlattığı iletişim çabalarına da her karşılık verdiğinizde onun merakını ve öğrenme hevesi desteklemiş olursunuz. Göz-göze, sözel, bedensel ve karşılıklı iletişiminizi bebeğinizle daima yoğun tutun.

Bebeğiniz, sizin tepkilerinize bakarak çevrede olan biten hakkında sonuçlar çıkarır:

Bebeğiniz yeni bir durum ya da kişinin güvenilir olup olmadığını sizin yüz ifadenize ve hareketlerinize bakarak karar verir. Bebeğinizi yeni bir kişi, yer ya da durumla tanıştırırken yüzünüzde bolca gülümseme olur ve bebeğinizle bu kişiyle/burada ne kadar güzel vakit geçireceğinize dair konuşmalar yaparsanız bebeğinizin güven hissi yükselir, uyumu hızlanır. Eğer yüz ifadenizde ve ses tonunuzda endişe varsa ve davranışsal olarak sürekli bebeğinizi kontrol etme ihtiyacı duyuyorsanız, bebeğinizin alacağı mesaj bu durumun güvensiz olduğudur. Bebeğinizin yeni durumlara karşı nasıl bir beklenti geliştirmesini istiyorsanız, o şekilde bir atmosfer yaratmanız gerektiğini daima hatırlayın.

Yazının Devamını Oku