Serdar Turgut

Haydi baş baş

18 Kasım 2002
<B>BİRKAÇ </B>yıl önce birkaç gazeteci arkadaşla mavi yolculuğa çıkmıştık. Arkadaşlardan bir tanesi son derece sosyal kişiliğe sahipti, bu yüzden de neredeyse denizdeki tüm yatlara yaklaşmak zorunda kaldık, çünkü onun her yatta mutlaka tanıdığı bir iki kişi oluyordu.

Sonra bir gün o arkadaş bir yazı yazdı ve 20 yıldır tek bir gün bile izin yapmadığını açıkladı.

Kendi kafasına göre mavi yolculuktaki temasları da onun açısından bir mesai anlamına geliyordu.

Meseleye bu şekilde bakarsanız ben de 1955 yılından bu yana hiç izin kullanmadım diyebilirim gönül rahatlığıyla.

Dolayısıyla artık vakit geldi.

Düşünseniz dile kolay, tam 47 yıldır kim bilir ne kadar yorulmuşumdur.

Hiç ayrılamam derken şimdi gidiyorum işte.

Haydi şimdilik hoşça kalın.
Yazının Devamını Oku

Baktım ki yorulmuşum bir hafta ara veriyorum

17 Kasım 2002
Dün birden farkına vardım ki bu yıl hiç kesintisiz yazmayı sürdürmüşüm. Gerçi gayet tabii ki yazmak, insanı yoran bir iş değil.

Aksine dinlendirici olduğu bile söylenebilir.

Ancak yüzlerce yazıdan sonra günün birinde birden ‘‘artık yeter yahu’’ demek ihtiyacını hissediyor insan.

Aslında bu son yazım değil, yarın da bir yazım olacak.

Niye böyle yaptığımı sorarsanız onu da söyleyeyim.

Pazar okuyucusu ile haftanın diğer günlerindeki okuyucu beklentilerinin farklı olduğu yolunda öylesine yoğun propaganda yapıldı ki sonuçta ben bile buna inandım.

Bunun sorumlusu da gayet tabii ki ‘‘aşk yazarları’’

Bu ‘‘aşk teorisyenlerine’’ göre insanlar pazar geldiğinde yumuşuyorlar, güzel şeyler duymak istiyorlar ve en önemlisi de ‘‘aşk’’ nedir sorusuna cevap arayışı içine giriyorlar.

Pazartesi gelince de tekrar memleket sorunlarına konsantre oluyorlar. Aşk konusunu gelecek pazara tekrar ele almak üzere rutin işlerine dönüyorlar.

Bu son derece güçlü bir inanış bizim Babıali'de ve sonuçta insan zaman zaman şunlara bir oyun oynayayım da pazar günleri siyaset yazarak öç alayım filan gibi tavırlar almaya çalışsa da bu güçlü inanış karşısında direnme gücünü kaybedebiliyor.

Dolayısıyla bu ‘pazar okuyucularına’ başbaş yazım, yarın pazartesi okuyucularına baş baş yapacağım ve böylece tüm okurlarımla başbaşlaşmış olacağım.

Bir hafta sonra görüşmek üzere.

Haydi baş baş.
Yazının Devamını Oku

Evet o yazı benim

15 Kasım 2002
<B>PERŞEMBE </B>günü ilginç bir sürprizle karşılaştım. Özel ortamda, kısıtlı çevrede kalacağını sandığım bir yazının internet ortamında kamuya mal olduğunu dolaylı yoldan öğrendim.

İlk önce bir köşe yazısında yazımın bir bölümünün aktarıldığını okudum, daha sonra da bununla ilgili olarak bir gazeteden aradılar.

Bu konuda bir şey söylemek niyetinde değildim; çünkü o yazıyla ilgili Hürriyet yönetimi ile aramda bir sorun bulunmamaktadır.

Ancak mesele bu şekilde, istemediğim bir biçimde ve içinde dahil olmak istemediğim hesaplaşmalar için büyütüldüğünden, meseleye neden olan kişi olarak laf söylemem kaçınılmaz hale geldi.

***

Ben seçimden iki gün sonra 5 Kasım'da yayınlanmak üzere medyayla ilgili bir yazı yazdım. Yazı büyük ihtimalle bazı baskılara yetiştikten sonra Ertuğrul Özkök ile yazı hakkında bir konuşmamız oldu.

Geçmişte bu tür konuşmaları sık sık yaptık; diyebilirim ki bu son konuşmamız aramızdaki en stressiz konuşmaydı.

O bana medya ile ilgili yaptığım değerlendirmenin çok genel olduğunu, eleştirilerimi spesifik olarak yapmamın daha iyi olacağını, bu tür medyaya yönelik genel eleştirilerin yanlış anlamaya yol açabileceğini, haksızlıklar yapmış olabileceğimi söyledi.

Ve yazıyı geri çeksek iyi olur dedi.

Ben de önerisine katıldım ve yazı yayından kaldırıldı.

Ertuğrul Bey hemen ‘‘Başka bir yazı yazsana’’ dedi ama hem vakit çok geçti, hem de o an cepte hazır beklettiğim bir yazı yoktu.

***

Ben, genel yayın yönetmenlerinin bu tür müdahalelerinin doğal olduğunu düşünecek kadar gerçekçiyim.

Üstelik Hürriyet'te bu tür olaylar hep karşılıklı bir centilmenlik ilişkisi içinde olur.

Geçmişte de bu tür meselelerimiz oldu, her defasında Genel Yayın Yönetmeni'yle uzun konuşmalar yaptık, olayı tartıştık, bazılarında hemfikir olduk bazılarında olmadık.

Burada önemli olan şey, yazıya yönelik tavrın nasıl gösterildiği bence.

Hürriyet'te bunun beni hiçbir zaman rencide edilmeden yapıldığını herkesin bilmesini isterim.

Dahası ‘‘fikir ifade özgürlüğü’’ konusunda bu gazetenin sicilinin diğer gazetelere göre çok daha iyi olduğunu düşünmüşümdür hep.

Okuyucularım bilir; ben bu köşede birçok zaman gazetenin genel yayın politikasına taban tabana zıt tavırları rahatlıkla almışımdır.

Bu yazıların hiçbir tanesine laf gelmez, Ertuğrul Özkök bunların çoğuna katılmaz belki ve bir şey söyleyecekse de yazı yayınlandıktan sonra telefon açar ve söyler.

Ancak haklı olarak medyayla ilgili bir laf edildiğinde, orada bir haksızlık yapıldığını düşündüğünde daha bir duyarlı oluyor.

O da, ben de geçmiş dönemde medyada bazı sorunların yaşandığını kabul ediyoruz. O da bunu bazı yazılarında ifade etti zaten.

Anladığım kadarıyla, onun bu sorunları benim ifade ediş biçimimle ilgili itirazı var.

Doğrudur da, çünkü ben yazı yazmaya oturduğumda hafiften canavarlaşıyorum galiba; sorun yaratması olasılığı olan konulara balıklama atlıyorum ve büyük bir ihtimalle de yazı yazarken kendimi tamamen kaybediyorum.

Sonuç itibarıyla yazımın yayınlanmamış olmasından dolayı gayet tabii ki üzgünüm, ama bunu gönlüm son derece rahat bir şekilde, gerekçelerini anlayarak kabul ettim.

***

Her gün fikirlerin ifade edildiği gazetelerde bu tür anlaşmazlıkların, fikir ayrılıklarının olması doğaldır.

Sonuçta gayet tabii ki bu köşeler bizim babamızın malı değil, olsa olsa biz buralarda kiracıyız ve kira kontratımıza uygun davranmamız da boynumuzun borcudur.

Kira kontratlarında ev sahiplerinin sorumlulukları da çok fazladır, esas yük onlardadır aslında.

Bu benzetmeden devam edersek, Hürriyet bir köşe yazarı için her zaman iyi bir ev sahibi olmuştur. Arada olan biten tartışmaları da siz, ev sahibi ile kiracı arasındaki günlük olup biten tartışma olarak kabul edin lütfen.

Aradan 10 gün geçmişti ve ben bu olayı açıkça söylemek gerekirse çoktan unutmuştum. Ama hatırlatıldığı da iyi oldu; böylece bazı konuları açıkta tartıştık işte.
Yazının Devamını Oku

Türkiye'de her şey kişiye özeldir

14 Kasım 2002
<B>AÇIKÇA </B>söylemek gerekirse <B>‘‘Kişiye özel hukuk olmaz’’</B> tartışmalarını ben komik ve ikiyüzlü buluyorum. Çünkü Türkiye'de her şey kişiye özeldir aslında. Ülkede demokrasinin bir türlü yerleşmemesinin nedenlerinden bir tanesi de budur.

Gücü olan, parası olan için hukuk bir başka işler, koruması olmayan milyonlarca insan için başka olur yaptıklarının sonucu.

Bunu çocuklar bile biliyor, hissediyor, memleketi idareye soyunanlar ise bu gerçekten haberdar değilmiş gibi davranıyorlar.

Örneğin Sayın Cumhurbaşkanı zaman zaman konular hakkında sanki yurttaşlık bilgisi kitabından alıntı yapar gibi konuşuyor.

Dedikleri teoride doğru ancak dediklerinin Türkiye gerçeği ile alakası yok, bu yüzden de argümanları havada kalabiliyor bazen.

Tüm yaşamları boyunca kendilerine özel davranılmasına alışmış, otoriteden bunu talep eden, bu davranışı görmeyince de sinirlenen köşe yazarları da bu arada, işlerine şimdi böyle geldiği için ‘‘Kişiye özel hukuk olmaz’’ diyerek sözde ahlaki çıkışlar yapıyorlar.

Bunlar ikiyüzlülüktür ve aslında bu tavrın memlekete zararı büyüktür.

* * *

Bu memlekette polis Meclis'in içine kadar girip, halkın oylarıyla seçilen milletvekillerini tutuklamadı mı? Bu insanlar rasyonel açıklaması katiyen bulunmayan bir şekilde hala daha hapiste değil mi?

Leyla Zana'nın hapis yerine TBMM'de olması, meseleler hakkında konuşması memlekete daha yararlı değil mi?

Asıl toplum mühendisliği bu gerçeği görmekten geçmiyor mu?

Peki bu insanlara yapılanlar ‘‘kişiye özel’’ muamele değil miydi? Bu kişiye özel muamele sürerken Türkiye'de kim ne kadar sesini çıkardı, itiraz etti, köşeler yazdı.

Hangi ‘‘resmi’’ politikacı sesini çıkardı bu uygulamalara.

YÖK'ü protesto ederken dövülen öğrencinin yerine bir gazeteci dövülseydi basın ortalığı birbirine katmaz mıydı?

Bırakın Allah aşkına bırakın.

İşinize gelince susun bunlara, işinize gelince demokrat olun, işinize gelince olmayın, yanıp dönün durmadan. Bu tür tavırları sergileyenler hem siyaset kurumunu çürüttüler bu memlekette, hem de medyayı çürütmeyi sürdürüyorlar.

Sadece birkaç çarpıcı örnek olsun diye hatırlattım o olayları. Bizim tarihimizde adaletin kişiye özel işletildiğine dair daha birçok örnek vardır. Aslında hukuku siyasallaştıranlar, AKP'ye karşı olduklarını söyleyen insanlardı zamanında ve şimdi de o yaptıklarının acı sonucuna katlanmak, toplumsal tepkinin yarattığı koşullara uyum sağlamak zorundadırlar.

Ve meseleye böyle baktığınızda Recep Tayyip Erdoğan düşünülerek eğer bir hukuk düzenlemesi yapılacaksa şunu da bilin ki bu tarihimizin ilk haklı nedene dayalı kişiye özel düzenlemesi olacaktır.

* * *

Ben AKP'li değilim.

Bazı okurlarımın sandığı gibi iktidar oldukları için onlarla ilgili olumlu görüş bildiren gazetecilerden de değilim. Bu yanlış anlamayı önlemek için eski yazılarımı yayınladım birkaç gün, onları atlayanlar bugünlerde bu tür suçlama getirmeye çalışıyorlar bana. Tutmaz bu suçlama, çünkü teorik temelini kurarak açıkladığım nedenlerle AKP'ye yönelik sağlam duruşumu çok önceden sergiledim.

Ve Yeni Şafak gazetesinde Kronik Medya'yı hazırlayan arkadaşlar kapsamlı bir araştırma yapmışlar, kim seçim öncesinde ne dedi, seçim sonrasında ne dedi diye AKP iktidarı konusunda.

Bakın vardıkları sonuç ne:

‘‘Serdar Turgut büyük basında seçimden önce ‘AK Parti iktidarı Türkiye'nin hayrınadır' değerlendirmesini yapan, bunu bu ölçüde net bir biçimde yapan tek köşe yazarı.’’

Dolayısıyla benim gönlüm rahat.

Neyi neden dediğim belli, hangi gerekçelerle neyi söylediğim ortada.

Bekleme marjım var. Tespitlerimin yanlış çıkıp çıkmayacağını zaman gösterecek.

İnşallah yanlış çıkmam çünkü o takdirde Türkiye’de geleceğin kurtarılması çok daha zor hal alacak, bir büyük fırsat kaçırılmış olacak.

Kronik medyada yapılan değerlendirmede başlık ‘‘Meğer Serdar Turgut Yalnızmış’’ idi.

Evet yalnız hissediyorum kendimi ama korkmuyorum çünkü yıllardan beri ilk kez bu enkazdan memleket için hayırlı bir şeyleri kurtarabileceğimiz hissi yerleşti kalbime.

Tabii ‘‘huzursuzluk arayanlar’’ işlerin doğal mecrasında gitmesine izin verecekler mi, önümüzdeki günlerin en bilinmeyen meselesi bu.

Bu memleketteki açlar ve işsizler için sidik yarışına benzeyen siyasi kavgaları bırakın çağrısını yapsam acaba bir etkisi olur mu, bilmiyorum ki?
Yazının Devamını Oku

Tayyip'e muameleye başladılar

13 Kasım 2002
<B>BİRÇOK </B>insan bana haklı bir soru yöneltiyor. Madem AKP'nin iktidara tek başına geleceğinden seçime daha üç ay varken bile bu kadar emindin ve bu partinin iktidarına teorik temelini kurmuş olduğun bir destek de verdin, o zaman seçimin hemen ertesi günü neden o yazıyı yazdın diye soruyorlar. Son derece haklı ve cevaplandırılması gereken bir soru bu. Hatırlatmak için özetleyeyim: 4 Kasım günü ben bu köşede demokrasi oynayarak Türkiye'nin sorunlarının atlatılamayacağını, seçimin bir şeyi değiştirmeyeceğini, yine siyasi buhran kısırdöngüsüne düşüleceğini yazdım.

Kötümser bir yazıydı açıkçası ve daha önceki değerlendirmelerimle çelişiyor gibi gözüküyordu. Ancak durum öyle değil, çünkü o kötümserliğim AKP'nin iktidara gelecek olmasıyla alakalı değildi.

Türkiye'de demokrasinin bir oyun olduğunu düşünmem, kısırdöngüden kurtulmamızın zor olacağını söylemem, ‘‘bizimkilerin’’ yeni iktidara yapmaya kalkışacakları ile ilgiliydi.

Ben ‘‘bizimkileri’’ iyi tanırım, onların bu tür bir iktidara karşı nasıl tavırlar alabileceklerini, ne oyunlar içine girebileceklerini, hangi yaraları kaşımaya kalkışacaklarını, kendilerine uzatılan elleri nasıl geri iteceklerini, nasıl komplocu kafalara sahip olduklarını da bilirim.

O kafa Cumhuriyet'i koruyoruz diye diye koskoca Türkiye'yi çok büyük tehlikelerin eşiğine getirdi, buna rağmen tamamen içgüdüsel olan, düşünce içermeyen tepkilerini hálá daha koymaya hazırlıklı ve ne yazık ki tetikteler.

* * *

Tayyip'e de muamele çekilmeye başlandı sevgili okurlar. Bakışlardan, tavırlardan, cümle aralarına sıkıştırılanlardan bunu anlıyor, okuyabiliyorsunuz. Rahat bırakmayacaklar bunları da.

Ve Cumhuriyet tarihinde ilk kez, en temel iki sorunumuzdan bir tanesini oluşturan dinin kamu alanındaki etkisi meselesini dünyadaki tüm toplumları kendisine imrendirecek bir şekilde çözme, bu sorunu geride bırakarak ileriye adımlar atma potansiyeli de bu adamlar dolayısıyla yine heba olacak. Benim anlamadığım bir şey var.

Tamam, isterseniz güvenmeyin bu insanlara ama en azından güvenilmeyecek insanlar olduklarını ortaya koymalarını bekleyin. Adamlar bir laf söylüyorlar, bu lafın arkasında duruyorlar, siz de bunu veri kabul edin, bekleyin bakalım ne olacak.

Yalan söyledikleri ortaya çıkarsa o zaman tavır koyarsınız, değil mi ama? Ama yok ‘‘bizimkiler’’ illa da şimdiden sertleşecekler, ortalığı gerginleştirecekler, kavga çıkaracaklar. Ne bu acelecilik, anlamak mümkün değil!

* * *

Türkiye'de dini inanışların kamusal alan ile nasıl örtüşeceği konusunda bir sorun vardır. Bu sorunu yok farz etmekle ortadan kaldıramazsınız.

Açıkça söylemek gerekirse Cumhuriyet tarihimizin önemli bir bölümü, dipte, derinliklerde durmakta olan bu sorunu nasıl yok kılarız sorusuna cevap bulmakla geçmiştir.

Çoğunlukla da baskı yoluna gidilmiş ve hem baskıyı yapanlar hem de baskı altında tutulanlar bir arada alındığında memleketin önemli bir kaynağı ve potansiyeli boşa harcanmıştır.

Bugün Cumhuriyet tarihinde ilk kez yok farz edilmeye çalışılmış kesimin içinden çıkmış olan bir gelenek, geçmişe yönelik bir kötü duygu beslemediğini söyleyerek, Cumhuriyet ilkelerine sahip çıktığını söylüyor, karşısındakilere zeytin dalı uzatıyor, yeni bir şeyler anlatıyor, belki de kim bilir orijinal bir sentezin yolunu gerçekten açıyor. En azından bir süre dinlemek lazım, bakmak lazım ne yapıyorlar. Dediklerinin arkasında duruyorlar mı samimiler mi?

‘‘Bizimkilerin’’ de en azından artık kendi tavırları üzerinde düşünmeleri, yeni bir şey söylemeye çalışmaları, sadece karşı olarak, negatif olarak, karşı tarafı yıpratmaya mesai harcamaktan kurtulmaları lazım. Ama yok, bu niyet yok, öyle gözüküyor. Öyle hissediyorum gördüğüm tavırlardan, okuduklarımdan.

* * *

Net olarak söylüyorum bugün gelecek olan iktidar Türkiye'nin önündeki en son fırsattır.

Temel gerçeklerimizi inkár ederek, ülkenin tamamını İstanbul'daki 10 kilometrekarelik alandan ibaret sanarak, süpermarket raflarına bakıp da hayaller kurarak bu ülkeyi yönetmek, ülkeye yön vermek mümkün değildir. Bunu böyle yapmak isteyenlerin memleketi getirmiş oldukları nokta bellidir. Değişmeye direnen zihniyet siyasette, ekonomide ve kültürde iflas etmiş bir vatan bıraktı bugünlere.

14 milyon insanın açlık sınırında bulunması Atatürk'ün kurmuş olduğu Cumhuriyet'in bir utancıdır, geçmişte bu ülkeyi yönettiklerini söyleyenlerin alnındaki bir kara lekedir.

‘‘Bizimkilerin’’ bu aşamada ‘‘Nasıl yaparız da bu iktidarı da çalışmaz hale getiririz’’ diye kafa yormayı bırakıp, sakinleşip, karşı tarafa doğru bir adım atmayı denemeleri gerekiyor.

Çünkü Türkiye'de yeni bir siyasi gerginliğin faturası çok ağır olacak ve insanlar bu kez sorumlulardan hesap soracak. Toplum mühendisi olduğunu sanan her insanın planlarını önüne alıp bir daha düşünmesi lazım, çünkü asıl toplum mühendisliği bugün artık uzlaşma yapılmasını gerektiriyor.

Risklere açık bir döneme giriyoruz, aman dikkat. Herkese soğukkanlılık tavsiye ediyorum.
Yazının Devamını Oku

AKP'ye açık mektup

12 Kasım 2002
<B>SAYIN </B>AKP yöneticileri, Bilmem fırsatınız oldu mu, geçen hafta tekrar yayınladığım bazı yazılara göz atmaya.

Umarım olmuştur; çünkü ben seçimden 3 ay kadar önce bir AKP iktidarının Türkiye'ye neden iyi şeyler getirmesi ihtimali olduğunu yüksek sesle düşünmeye başlamıştım.

Bunu belirtiyorum; çünkü aşağıda söyleyeceklerimi bir dost uyarısı olarak almanızı istiyorum.

Bu memlekette eğitimli, birikimli, mesleği olan, hayatta tek amacı işinde iyi şeyler yapıp ailesiyle mutlu olmak isteyen, ancak şu anda uzun zamandır işsiz durumda olan insanlar var.

Bunların sayıları çok fazla, önemli bölümü de açlık sınırında.

Ve bunların büyük bir bölümü sizin partinize oy verdi.

Yani anlayacağınız, kimliklerini meslekleriyle tanımlayanlardan bile destek aldınız bu seçimde.

Bunun ne kadar önemli olduğunun, bunun sizlere ne kadar büyük bir sorumluluk yüklediğinin umarım bilincindesinizdir.

* * *

Ben uzun bir süredir, yukarda tanımladığım türde, bugün işsiz veya gelecek güvencesiz olan ama bu memleketin tekrar ayağa kalkmasının da teminatı olan bu insanların gönüllü sözcülüğünü üstlenmiş durumdayım.

Bunu rahat yapıyorum; çünkü işsiz kalan çok sayıda arkadaşım var, aynı okullarda okuduğum, aynı tavırları paylaştığım insanlar bunlar.

Yani ben durum nedir diye anlamak için istatistiklere bakmak zorunda değilim, Türkiye'nin sorunlarını arkadaşlarımın suratlarından okuyabiliyorum.

Ve orta vadede, eğer siz yanlış yapmaz iseniz, kemikleşmiş yapıdan gelen tepkileri aşacağınızı da bu yüzden biliyorum; çünkü bu tanımladığım türde olan insanlar size destek vermeyi sürdürecekler.

* * *

Ancak size gelen desteğin sürmesi, en azından benim yanında durduğuma inandığım insanlardan gelen desteğin kalıcı olması iki şarta bağlı.

İlki çok net olan siyasi koşul. Sözünü ettiğim insanlar sizlerin sözünüzde duracağınıza ve hayat tarzlarına saldırıda bulunmayacağınıza inanıyorlar. Sözünüzde durmayıp da tavır değiştirirseniz destek bir anda çekilir ve çekilecek.

Daha önce de yazdım, ben sizler akıllı insanlar olduğunuz için bu şekilde bir siyasi intihara girmeyi düşünmeyeceğiniz kanaatindeyim

İkinci koşul ise objektif nedenlerden dolayı çok daha karmaşık.

Önünüzde son derece net bir sorun duruyor.

Ekonomi, çok karmaşık görünümüne, bunu daha karmaşık hale getirmeye çalışan uzmanların çabalarına rağmen temelinde basit bir denklemden oluşur.

Bugün Türkiye'de var olan denkleme baktığınızda, IMF tarafından uygulanması istenilen ve teknik açıdan son derece geçerli olan programla, size destek veren kitlelerin ekonomide olmasını istedikleri değişimler arasında net ve sert bir uzlaşmazlık olduğu ortadadır.

Türkiye'nin büyümeye, işsizliği azaltmaya, yatırımlar yapmaya, yeni teknolojileri getirerek yeni dallarda üretime geçmeye, tarımı ölümden kurtarmaya ihtiyacı var.

Ekonomi biliminin asıl amacı olması gereken sıradan insanların talepleri bu yönde.

Ancak IMF politikaları, kısa ve hatta orta vadede bu hedeflere ulaşılmasına katiyen izin vermez.

Dikkat edin bakın, IMF'nin talep ettiği türde düzenlemelere yanlıştır demiyorum, bunlar yapılmalıdır da ancak toplumun şu anki veri durumu ile bu politikalar arasında uzlaşmaz bir çelişki olduğu da kesindir.

Özetle söylemek gerekirse birçok uzman tarafından teknik anlamda doğru bulunan IMF reçetesinin tavizsiz uygulanmasına toplumun dayanacak hali kalmamıştır. Sosyal çöküş yaşamak pahasına teknik düzenlemelerin yapılması marjı artık yoktur. Milyonlarca insan için bıçak kemiğe dayanmış durumdadır.

* * *

Bu çelişkiyi, siyaseten anlamlı bir şekilde ve Türkiye'de gerilimi azaltarak çözebilmenin mantıken tek bir yolu vardır.

IMF'nin teknik programında revizyon talep etmek zorundasınız.

Ekonomiyi seyretmekten hızla kurtulup, bu ülkenin uzun yıllardır iş yaptırılmayan teknik kadrolarını harekete geçirip, stratejisi, programı, planı olan bir kalkınma modeli yaratmak ve bununla IMF'nin karşısına tekrar oturmaktan başka çareniz yok.

Bunun IMF programından uzun vadede vazgeçmek olmadığını, borçların uzun vadede tamamının ödeneceğini net olarak söyleyin, ama ülkeyi yeniden ayağa kaldıracak bir programı da acilen uygulamak zorunda olduğunuza onları ikna edin.

Bunu yapmadığınız, veri koşullara teslim olduğunuz takdirde siz de, ülke de kaybedecektir.

Türkiye'nin bugünkü koşullarında, sosyal enkazın içinde, demokratik siyasetten hem vazgeçmeyip hem de IMF politikalarını tavizsiz uygulamanın imkánı artık maalesef kalmamıştır.

Bunu uluslararası çevrelere ancak arkasında kuvvetli halk desteği olan bir iktidar anlatabilir, ancak bu tür bir iktidar yani sizler onları ikna edebilirsiniz.

Adımı atın, size yardım elleri hiç beklemediğiniz çevrelerden uzatılacaktır, merak etmeyin.
Yazının Devamını Oku

Fransızların AB'den atılması için 10 neden

11 Kasım 2002
<B>YAZIMA </B>başlamadan önce şu iki şeyi söylemek istiyorum. En büyük Türkiye, başka büyük yok. Bu bir. İkincisi de Allah'ım başta genel yayın yönetmenim olmak üzere tüm üst düzey müdürlerimi benim başımdan eksik etme, ne olur, yalvarıyorum sana. Ben onlarsız ne yaparım ki, nasıl şaşkın biçimde ortalarda kalırım ki, bana bunu yapma, bilmem anlatabiliyor muyum! Evet, bu aşırı hisleri içimden attıktan sonra şimdi asıl meselemize dönebilirim. Bugün ‘‘Türkiye'nin AB'ye üye alınmasının Avrupa'nın sonu olacağını’’ söyleyen Fransızların Avrupa Birliği üyeliğinden atılmaları için gerekçelerden oluşan TOP 10 listemi yayınlayarak vatanıma hizmet silsilemde yeni bir sayfa açmak amacındayım.

***

Fransızların AB'den hemen atılmaları için 10 neden şöyledir:

1- BANYO ADETLERİ: Parfümün Fransa'da icat edilmiş olmasının, bugün de bu endüstrinin orada çok faal olmasının tek nedeni Fransızların banyo yapmaktan fazla hoşlanmamalarıdır. Orada durum öyle vahimdir ki bizde pazardan pazara haftada bir kez banyo alan aileler bile orada aşırı su sarfiyatıyla suçlanabilirler. Fransızların kendi üzerlerine su dökmekten hoşlanmadıklarını teorik düzeyde bilmeyenler bunun bedelini pratikte acı bir şekilde öderler. Paris'te nice geceler kadının parfüm kokusuna, erkeğin ‘‘after shave’’ine kanıp onunla gayrimeşru ilişkiye giren insanların acı gerçeği gayrimeşru ilişkinin ilk dakikalarında aniden fark etmeleriyle cehenneme dönüşmüştür.

2- SAUSSURE, DERRİDA VE DİĞERLERİ: Hayat kendi başına bile bırakıldığında hayli anlamsızken, bir de Fransızların anlamlandırma muamelesinden geçen hayat bırakın anlamsız olmayı had safhada abuk hale dönüşür. Fransızlar gereksiz teori yapma konusunda dünya rekoruna sahiptirler. Yaptıkları teorilerin bir tanesi bile bugüne kadar yalanlanamamıştır çünkü yazılanların yüzde 95'ini kimsenin anlayabilmesi mümkün değildir. Geri kalan yüzde 5 ise okuduklarını anlamışlardır ancak onların çoğu da ya şimdi tımarhanededirler ya da evsiz barksız sokakta yaşamaktadırlar. İngilizlerin üç paragrafta net olarak anlattıkları bir olayı bir Fransız düşünürün açıklayabilmesi için minimum 750 sayfalık kitap yazması gerekir. Üstelik o kitabı açıklamak için de birkaç kitap daha yazar ve dahası bunların hepsini okuyup da ne dendiğini öğrenmek için yine İngilizlerin dediklerine bakmanız kaçınılmazdır.

***

3- SAVAŞ YETENEKLERİ: Eğer Avrupa Birliği'nin ilerde bir düzenli ordusu olması düşünülüyorsa bu fikirden şimdiden vazgeçilmesinde büyük yarar vardır. Zira Fransızların aktif olarak müdahale ettiği hiçbir savaşın kazanılması mümkün değildir. Üstelik Fransızlar savaşmayı beceren ulusları da kendilerine benzetirler. Almanlar bu ülkeyi İkinci Dünya Savaşı'nda 15 dakikada istila ettiler, daha sonra Fransızların kendi askerleri üzerinde yarattığı mayışma hissini bertaraf edebilmek için 40 yıl kadar filan uğraşmak zorunda kaldılar.

4- ERTUĞRUL ÖZKÖK: Aslında konuyla fazla alakası yok ama ne yapayım o da Fransa'da okudu ve sonra başımıza geldi ve bütün bu olanlardan da bir şekilde Fransızların sorumlu olduğunu ben adım gibi biliyorum. Ve bence Fransızlar sadece bu nedenden dolayı değil Avrupa Birliği'nden Birleşmiş Milletler'den bile hemen kovulmalılar.

5- CAFE de FLORE, CAFE DEUX MAGOTS: Bir toplum düşünün, tüm sosyal tarihi iki birbirine yakın kafeden hangisinin hangi dönemde daha popüler olduğuna, kimin hangisinde oturduğuna bakılarak o tarihin bütün derinlikleri irdelenebilsin. Böyle bir absürditeye neden olan ülkenin anlamlı olması mümkün değildir.

6- FRANSIZ FİLM ENDÜSTRİSİ: Fransızlar uzun yıllar boyunca kendilerine göre derinliği olan filmler yapmak için çabalayıp durdular. Had safhada konuşmanın olduğu bu filmlerde kadının sigara yakması filmin en hareketli anını oluşturuyordu. Yıllar boyunca bunu yaptılar ama sonunda Fransız halkının en sevdiği sinema oyuncusunun Jerry Lewis olduğu ortaya çıktı. Ve böylece Fransız kültürü de ‘‘Görevimiz Tehlike’’ dizisinin başında kendi kendisini imha eden teyp aleti gibi iç çelişki nedeniyle intihar etmiş oldu.

7- FRANSIZ DEVLETİ: Türk devletinden bile daha tuhaf davranmayı başarabilen dünyadaki tek devlet Fransa'dadır. Sadece bu bile kendi başına Fransa'nın Avrupa Birliği'nden hayat boyu atılması için yeterli bir nedendir. Başka neden aramaya filan gerek yoktur.

8- NEZAKET KURALLARI: Dünyada Fransa kadar gündelik yaşama ilişkin teori yapılan ülke hemen hemen hiç yoktur. Ancak bu kitapların tek bir tanesinin bile Fransızlar tarafından okunmadığı kesindir, çünkü Fransızlar kadar gündelik yaşamlarında nezaketten uzak olan insan topluluğu başka yerde de yoktur. Fransızlar kavga etmedikleri takdirde nasıl sohbet edeceklerini bilmezler, dolayısıyla da gündelik yaşamda yaptıkları konuşmaların yüzde 80'den fazlası direkt olarak bir anlamı olmayan ve her durumda söylenebilecek olan ‘‘Oh lala’’ sözcüğünden oluşur.

9- GERARD DEPARDİEU: ‘‘Kütüğü getirip başrole koysam bir günde star olur’’ ekolü birçok ülkede teorisini hayata uygulamak için çalıştı durdu. Ancak bu ekol bir tek Fransa'da muazzam başarı kazandı. Gerard'ın yakışıklı olarak algılanabildiği bir ülkenin bırakın AB'den hemen kovulması bir an önce tekrar ve bu kez kalıcı olarak istila edilmesi gerekir. Almanlara bir şans daha tanınmalı bence.

10- FİKRİ HAKLARA SAYGISIZLIK: Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye kabul etmesi durumunda bunun Avrupa'nın sonu olacağı, bu felaketin engellenmesi gerektiği fikri ilk kez bu köşenin yazarı tarafından gündeme getirilmiş ve hararetle savunulmuştur. Bu fikrimi hayasızca çalan şerefsizlerin fikri haklara gösterdikleri bu saygısızlık AB'den atılma nedeni değilse başka neye neden diyeceğiz onu da bilemem yani.
Yazının Devamını Oku

Sinirimden dolayı biraz abartmışım

10 Kasım 2002
<B>İsyanım coşturuyor beni ve bazen kalemim olması gereken sınırları aşıyor. Son ‘‘Buzines okuyan bılık toramanlar’’ yazımda da böyle oldu. Ama ister buzines okuyun ister üniversiteye girememiş olun isterseniz de çok iyi bir bilim dalında uğraşın. Mutlaka ama mutlaka kitap okuyun.</B> Türkiye'de yaşanan çarpıklıklar, bozukluklar beni hayli sinirli bir insan yaptı. Belki yaşlandıkça daha da sabırsız, tahammülsüz olmaya başladım, bilemiyorum.

Bir şeyin farkına vardım ki şöyle gönül rahatlığıyla, keyfini çıkara çıkara yaşayabileceğim bir Türkiye'yi ben artık mümkün değil göremeyeceğim.

Çünkü her geçen gün seviyesizlik, içi boşluk ve bilgisizlik kuşatıyor etrafımızı ve maalesef bu tür 'hasletlere' sahip olanlara sistem daha fazla sahip çıkıyor.

Gidişatı geriye döndürmek belki mümkün ama saldırı o kadar güçlü ki fazla da umudum yok bunun yapılabileceğinden doğrusunu isterseniz.

*

Özellikle genç insanların durumu beni üzüyor.

Evet bizim zamanımızda da gençlerle ilgili orta yaşlıların şikayetleri vardı ama en azından bizler bir şekilde bu memleketin sorunları üzerine kafa yormak, harekete geçmek, bir şeyler yapmak coşkusunu, ateşini hissediyorduk içimizde.

Bugün de ortada bunu hisseden hiç yok demiyorum gayet tabii ki ama onlar azınlıkta.

Çoğunluk ise Türkiye'nin bütün çarpıklıklarını kendi kişiliğinde taşıyarak yaşıyor.

Bunların da bir suçu yok aslında, çünkü özellikle son 15 yıldır Türkiye öylesine büyük bir çürüme yaşadı ki onların başka türlü oluşması da mümkün değildi zaten.

*

Bunu görmek beni üzüyor çünkü bu insanların artık çocuğumun bile geleceğini karartacak yeni dönemin kadrolarını içlerinden çıkaracaklarını biliyorum.

Hem üzüyor bu beni hem de isyan ettiriyor.

Ve bu hislerim nedeniyle zaman zaman yazılarımda abartılı hükümlere de varıyorum, bunun farkındayım.

İsyanım coşturuyor beni ve bazen de kalemim olması gereken sınırları aşıp gidiveriyor.

Son 'Buzines okuyan bılık toramanlar' yazımda da böyle oldu, yazıyı ertesi gün hem gazetede okurken fark ettim bunu, hem de üzüntülerini bildiren öğrenciler fark ettirdiler bunu bana.

'Buzines' diye diye hem eğitimin içine eden hem de hakim davranış biçimine damgasını vuran kokuşmuşluğa, bu kokuşmuşluğu yaratan amorf insan yapısına tepkim nedeniyle yazdığım yazıda genelleme düzeyi hakikaten fazla olmuş.

Gayet tabii ki gerek zorunluluk nedeniyle gerek de gerçekten iyi işler yapmak için bu dalda okuyan her öğrenci hakkında aynı şeyleri düşünmüyorum.

Gerçi bu dalda eğitim gördüğü halde bana 'haklısın o tipler etrafta çoğunlukta' diyerek mektup atanlar da oldu ama onlar derdimi çözümledi diye herkesin bunu yapmış olması da beklemiyorum çünkü yazı o çözüme ulaşılmasını hayli engelleyici bir yapıya sahip.

*

Dolayısıyla istemeden de olsa üzmüş olduğum, yazıdaki tanıma uymayan genç arkadaşlardan özür diliyorum.

'Buzines' eğitimi konusundaki düşüncelerim ve 'eğitimli olduğunu sanan paralı avanaklar' hakkındaki görüşlerim sizleri bağlamaz.

Aranızda çok daha iyiyi hak edenler var, çok iyi şeyler yapabilecek insanlar var ama ne yazık ki bu ülke ve daha da somut olarak bizim kuşağımız ne yazık ki bunu size sunamadı.

İğneyi gençliğe batırırken çuvaldızı da bizim kuşağa batırmak kesinlikle gerekiyor yani.

Bitirirken sizlere tek bir ağabey tavsiyem olacak.

İster buzines okuyor olun ister üniversiteye girememiş olun isterseniz de çok iyi bir bilim dalında uğraşıyor olun.

Mutlaka ama mutlaka kitap okuyun.

Hiç bıkmadan durmadan okuyun. Kitap okuyarak kendinizi takviye ederseniz eğer o zaman size verilen bilgiler ne kadar yetersiz ve anlamsız olursa olsun siz onları bireysel gücünüzle aşabildiğinizi göreceksiniz.

Belki basit görülen bir öneri bu ama bana inanın öyle değil çünkü açacağınız o kitabın içinde size dünyaları açacak anahtar olacaktır, bunu da unutmayın.

Bunu yaparsanız belki size de yapılmakta olan kültürsüzleştirme saldırısını yenme gücünü kendinizde bulabilirsiniz ilerde.
Yazının Devamını Oku