2000’li yılların başından bugüne hızla gelişen iletişim teknolojileri medyayı ve medya yoluyla tüketime sunulan her şeyi farklı boyutlara taşımış durumda. Uyku dışında günlük hayatlarımızın neredeyse tamamını teknolojik araçlarla internet ve sosyal medya platformlarında geçirdiğimiz bir gerçek olarak önümüzde duruyorken elbette ki bireylerin ve toplumların davranışları, algıları, tutumları, beklentileri yeniden şekilleniyor, değişiyor, dönüşüyor. Bir anlamda dünyaya bakışı, değerleri ve sosyal ilişkileri birbirinden farklı kuşaklar, internet ve teknoloji üzerinde aynı ailede, aynı anda, aynı dijital zamanı yaşıyor.
Günümüz insanının gelişen teknolojiyle birlikte hem bireysel, hem grup içi hem de kitlesel ilişkileri de etkileniyor ve değişime uğruyor. Artık bütün duygularımız ve davranışlarımız kitle iletişim araçları ve sosyal medya ağları yoluyla belirleniyor ve ne yaşanıyorsa kitlelere açık bir şekilde yaşanıyor. Sosyal linçten, yardım kampanyalarına, politik tartışmalardan, toplumsal hareketlere, şiddet, acı, kayıp ve yas süreçlerinden neşe, mutluluk gibi bütün insana özgü duygular ve durumlar bir uçtan diğerine savrulmamıza yol açabiliyor. Aynı anda her şeyi diplerden zirvelere yaşayabiliyoruz. Aynı gün içinde birilerini kutlarken, birkaç saat sonra baş sağlığı dilekleri paylaşabiliyoruz. Gerçek tensel ve duygusal temaslar olmadan, sadece sanal bir ortamda yaşanan bu duygular doğaldır ki bireyleri etkiliyor. Ancak bu kadar anlık yaşanan bu duygular ne kadar yoğun olursa olsun ne yazık ki aynı şekilde anlık süreçler içinde yerini bir başka duyguya bırakıyor.
Sosyal medyada bireylerin sergilediği kişilikler için ‘dijital kişilik veya sanal kişilik’ kavramı kullanılıyor. Birçoğumuz olduğumuzdan farklı davranıyor, farklı bir hayat yaşıyor algısı oluşturuyoruz. Fotoğraflarımız bile gerçeği tam olarak yansıtmıyor, hepsi filtreli… Aynı şekilde sanal platformlardaki iletişim ve ilişki kurmadaki sorunlar için de ‘dijital kişilik bozukluğu’ tanımı yapılıyor.
Sosyal Medya hayatımıza sadece olumsuz yönleriyle etki etmiyor, aksine pek çok olumu katkısı da var. Sevdiklerimizle görüşmemizi sağlıyor, ortak etkinlikleri duyurmamızı ya da öğrenmemizi, bilgi edinmemizi, kültürel aktiviteleri takip edebilmemizi de sağlayan aynı sosyal medya.
Özellikle salgın öncesine göre zamanımızın neredeyse tamamını evde geçirmenin ve özel alanlarımızın da daralmasıyla ev içi şiddetin ve boşanmaların da arttığı biliniyor.
Şiddet pek çok alt boyutuyla neredeyse tüm toplumların ortak sorunu. Fiziksel, sözel, cinsel, ekonomik şiddet olarak ayrı ayrı ele alınan şiddet kavramına son zamanlarda sıklıkla duymaya başladığımız bir manüpülasyon türü olan Gaslighting’i de eklemek gerek.
Türkçe tam karşılığı olmasa da Gaz Lambası ya da Gaz Işığı olarak tanımlayabileceğimiz Gaslihting, 1938 yılında oynanan Gas Light adlı tiyatro oyunuyla literatüre giriyor. 1944 yılında Gaslight adıyla filmi de çekilen olayda bir adam, karısını aklını kaybettiğini düşündüğü noktaya kadar manipüle eder.
Gaslighting uygulayanlar genellikle narsist, sosyopat ya da tacizci bireyler. Karşı tarafın bütün psikolojik bariyerlerini çökerterek, özgüvenlerini, benlik algılarını yıkarak kendilerine bağımlı hale gelmesine sebep oluyorlar. Üstelik bunu bilinçli olarak yapıyorlar ve genelde üç farklı yöntem kullanıyorlar. İlki; anlattıkları şeyleri her seferinde farklı olarak anlatmak ve böylece kafa karışıklığı yaratarak bireyin duyduklarından şüphe etmesini sağlamak. İkinci olarak; ortamdaki eşyaların yerlerini sürekli olarak değiştirmek ve karşı tarafın arayıp bulamadığını gördükten sonra tekrar eski yerine koymak ve ‘zaten hep oradaydı, sen görememişsindir’ diyerek manüple etmek. Üçüncü olarak ise; olaylardan bahsederken ayrıntı vermeden ana hatlarıyla bahsetmek ve sonrasında sanki ayrıntılarıyla anlatmış gibi olayı gündeme getirmek. Bu şekilde karşı tarafta aklını kaybediyor olmak ya da hafıza sorunları yaşadığını zannetmek fikrine kapılmasını sağlamak. Bütün bunlar çok ince düşünülüp planlanmış adımlar olduğundan kurban olarak seçilen kişinin psikolojik olarak çok çabuk dağılmasına yol açıyor. İnsanlar beraber oldukları, hayatlarına aldıkları kişilere ve onların sözlerine güvendikleri için böylesine bilinçli bir manüpülasyona hazırlıksız yakalanıyor ve direnç gösteremiyorlar. Bu durum Gaslighting uygulayan kişinin işini oldukça kolaylaştırıyor. Direnci düşen bireyi daha kolaylıkla kendisine bağımlı hale getirmesi mümkün hale geliyor.
Gaslighting uygulandığını nasıl anlayabileceğimize dair 11 önemli işaret bulunuyor:
Siz de pek çok insan gibi bir Gaslighting kurbanı olabilirsiniz. Bu tip bir manüpülasyonda kişi bazen yaşadığı şeylerin doğru olmadığını, bir şeylerin yanlış gittiğini fark eder ancak yoğun bir değersizlik, yanlış yapma duygusu yaşadığından bu kısır döngüden kolaylıkla çıkamaz. Gaslighting uygulayan kişinin birincil amacı kurban olarak seçtikleri kişinin psikolojik direncini ve savunma mekanizmalarını bozarak, ondan faydalanmaktır. Bu kullanılma durumu ne yazık ki bir süre sonra bir tür kendini değerli hissetme durumuymuş gibi algılanır ve kurban uzun süre tacizcisinden kurtulamaz. O kadar öz güveni zedelenmiş ve o kadar bağımlı hale gelmiştir ki, taciz eden kişi hayatından çıkıp giderse kendi başına var olamayacağına, onsuz yaşayamayacağına inanır. Bu inanç değişmeden de ne yazık ki birey öz şevkat ve öz güven algısına kolaylıkla ulaşamaz. Gaslighting uygulayan kişi, manüple ettiği kişiden koptuğunda kendisine başka kurbanlar bulacaktır. Taciz edilen kişi ise kendisine psikolojik işkence uygulayan kişiden özür dileyerek, her şeyin kendi hatası olduğunu düşünerek, yalvararak kalmasını isteyecektir. Bu süreç oldukça sarsıcı bir çöküş dönemi olabilir. Toparlanmak, özellikle uzun zamana yayılan ilişkilerde çok daha zordur ancak imkansız değildir.
Böyle bir eziyetin kurbanı olan kişiler sağlıklı ve doğru destek aldıklarında yaşadıkları tacizin farkına varıyorlar ve tekrar kendileriyle barışabiliyorlar. Toparlanma döneminde sıklıkla değersiz hissetme ve suçluluk duygularıyla, kendine güven arasında iniş çıkışlar yaşanabiliyor. Kişi karar almada sıkıntılar yaşıyor ve zaman zaman içe kapanabiliyor. O nedenle böyle bir süreçten sonra mutlaka keyif alınan işlere yönelmek, sosyal ilişkileri canlandırmak, özellikle spor yapmak, mümkünse duyguları yazıya dökmek ve elbette psikolojik destek almak çok önemli.
Gaslihting kolaylıkla fark edilen bir durum değil, aynı şekilde biz de bilinçli olmadan başkalarına karşı benzer bir manüplasyonu yapıyor olabiliriz. Bazen şaka yaptığımızı zannederek, komik olduğunu düşünerek insanların önem verdiği kişilere, özelliklerine zarar veriyor olabiliriz. Unutulmasın ki şaka, iki taraf da keyif alıyorsa şakadır. Taraflardan birinin incindiği ya da zor durumda kaldığı olaylar ya da eylemler şaka değil, eziyettir, manüplasyondur, tacizdir.
Yaklaşık 10 aydır bir ipte dengede durmaya çalışan akrobatlar gibiyiz. Virüsün hayatımıza girdiği ilk zamanlar hepimiz panik halinde olağan üstü önlemler aldık, evlere haftalarca yetecek gıda stoklayanlar mı ararsınız, sürekli yıkamaktan elleri yara bere olanlar mı ararsınız, her tür tedbiri alıp evlere kapandık kapanmasına da o ilk panik havası geçip virüsü daha yakından tanımaya başlayınca ve Bilim Kurulu sık sık bilgilendirme yapınca virüsle bir arada yaşamaya bir şekilde uyum gösterdik. Nasılsa bir şekilde ilaç ya da aşı gibi bir çözüm bulunacaktı, ya da virüs mutasyona uğrayacaktı, bir biçimde bizler de normal yaşamımıza dönecektik. Yaklaşık olarak bu on ay boyunca zaman zaman söylensek de korksak da elimizden geldiğince dikkatli olmaya çalıştık. Fakat bu ikinci kapanma ve panik durumu tehdidin o kadar da çabuk geçip gitmeyeceğini, hatta daha şiddetli olarak hepimizi etkileyebileceğini göstermiş oldu. Bu süreçte ne yazık ki pek çok sağlık çalışanı hayatını kaybetti. Türk Tabipleri Birliği verilerine göre ülkemizde salgının başından bu yana 282 sağlık çalışanı Covid-19 sebebiyle hayatını kaybederken Kasım ve Aralık ayında ise 147 sağlık çalışanı vefat etti.
Psikolojik bariyerlerimiz zayıflamaya başladı
İkinci panik havasıyla ve karantina süreciyle beraber aslında direncimiz biraz daha düştü, zira durum ve yaşadığımız stres giderek kronik hale geldi. Salgının başlarında akut yani ani gelişen bir durum olduğu için yoğun panik havasıyla beraber herkes daha özenli, daha tedbirliydi ancak süreç uzamaya başlayınca ortamdaki bilgi kirliliği de arttı ve özellikle psikolojik bariyerlerimiz zayıflamaya başladı. Salgın hepimizde ciddi bir travma etkisine yol açtı. Stres durumlarında ilk anlarda strese karşı çok yüksek bir direnç geliştiririz ancak eğer stres uzun süreli ve giderek artan boyutta olmaya başlarsa bu artışla doğru orantılı olarak bağışıklık sistemi ve direnç düşer. Psikolojik direncimiz düşerse bağışıklık sistemimiz de çöker ve hastalıklara karşı daha savunmasız hale geliriz. Bu süreçte direncimizi yeniden yükselten ve bizi umutlandıran gelişmeler de olmaya başladı. Aşı ve ilaç çalışmaları hız kazandı, virüsün mutasyona uğrayarak bulaşıcılığının artacağı ama daha hafif etkilerle geçiştirileceği konuşuluyor. Geçmişe baktığınızda insanlık tarihi çok daha yıkıcı sonuçları olan salgınlarla savaşmış ve bir şekilde insanlık kazanmış. Bu salgında da böyle olacak, yine biz kazanacağız. Umudum ve dileğim o ki en az hasarla en az kayıpla atlatalım bu günleri.
Aynı ortamda bir arada olmak aslında ne kadar değerliymiş
Bütün bu on aylık kapanma, normalleşme ve yeniden kapanma süreçlerinde belki de bizi en çok zorlayan konu, sosyal ilişkilerimizi de ertelemek oldu. Halbuki çekirdek ailemizle evlerimizde güven içinde oturabiliriz, eğitimlerimiz ve işlerimizin büyük çoğunluğu evden de yürütülebiliyorken biz her şeyden vazgeçtik ama bir arada olmaktan vazgeçmeyi kabullenemiyoruz. Yan yana gelmek, birbirimize ruhen dokunmak, aynı ortamda bir arada olmak aslında ne kadar değerliymiş. Biz bir arada tamammışız, birlikteyken çoğalırmışız, paylaşınca güzelleşirmişiz bu süreçte gördük.
Tek başına olmak da güzel, kendi kendine yetmek de… Ama gördük ki kendi kendine yetmek her şeye yetmiyormuş, bir diğerine yani ‘öteki’ insana ihtiyacımız varmış. Başkaları olmadan da yaşanırmış evet ama başkaları olmadan çorak bir toprakmışız. Dostlarımız, arkadaşlarımız, komşularımız, akrabalarımız hayatın bin bir rengiymiş, onlar olmayınca soluk bir eski fotoğrafa dönüvermişiz. İş çıkışı, okul çıkışı gitmek için can attığımız evlerimiz bir anda hapishaneye dönebilirmiş, hep aynı yerde, hep aynı işleri yaparak tek başına hayat, çok da yaşanılası değilmiş…
Bu süreç elbet bitecek, biz çok daha güzel günleri göreceğiz. Yine yan yana, can cana olacağız. O zamana kadar sabırla beklerken bence bu süreçten almamız gereken dersleri temize çekmekte fayda var.
Her şeyi yapabiliyor olmak, kendine yetmek güzel ama her şeye yetmiyor.
Çok kullanıyoruz, zaman zaman başka tanımlamalarla karıştırıyoruz peki nedir kişilik ve kişilik bozuklukları?
En temel tanımıyla kişilik; bireyi diğer insanlardan farklı kılan tutumlar, davranışlar, duygu ve düşüncelerden oluşan, kendine özgü olan tüm özelliklerin toplamı ve bireyin kendisini tanımlayış ve algılayış biçimidir. Kişilik aynı zamanda dışımızdaki her şeyle ve her bireyle olan ilişkimizi de belirler. Kişiliğimizi oluşturan özelliklerin bir kısmı genetik aktarımla şekillenirken, bir kısmı yaşanmış olaylarla, deneyimlerle, öğrenilenlerle ve sosyal çevrenin etkisiyle belirlenir. Kişilik bozuklukları da bu kişilik özellikleri ile dış çevrenin uyuşamaması, çatışması, bireyin tutum, algı, duygu, düşünce gibi özelliklerinin aşırı esnek ya da aşırı katı olması durumunda ortaya çıkabilir.
Kişilik bozukluklarında birey, çevresindeki olayları algılamakta sorunlar yaşamakta, inşalarla ilişkilerinde ve yaşantılar arasında bağlantı kurmakta zorlanmaktadırlar. Sağlıksız bir düşünme ve tutum dikkat çekicidir ve bu tutum bireyin sosyal ilişkilerinde ve eylemlerinde, iş ve okul hayatında sorunlara yol açabilir. Kişilik bozukluğunda kişi genellikle yaşadığı sorunun farkında değildir ya da bir sorun yaşadığını kabul etmez ve genellikle diğer bireyleri suçlama yoluna gider.
Kişilik bozukluklarının; sınırda kişilik bozukluğu, narsisistik kişilik bozukluğu, bağımlı kişilik bozukluğu, antisosyal kişilik bozukluğu, şizoid kişilik bozukluğu, obsesif kompulsif kişilik bozukluğu ve paranoid kişilik bozukluğu gibi pek çok farklı türü vardır.
Paranoid kişilik bozukluğu
Paranoid kişilik bozukluğu da son zamanlarda sıklıkla duyduğumuz bir kavram. Paranoya ise, Yunanca'da, ‘paranous’ yani "düpedüz delilik" anlamına gelir ve aşırı kaygı ve korkuyla ortaya çıkan mantıksız kuruntuları ifade eder. Paranoyalar aynı zamanda sanrılar olarak da tanımlanır ve gerçek olduğuna dair bir kanıt olmadığı halde inanmaya devam edilen gerçeklikten uzak düşünceleri tanımlar.
İşte ben de bu annelerden biriydim. Şu anda 16 yaşında olan kızım yaklaşık 10 yıldır neredeyse her gün bir kedi sahiplenmek için beni tam anlamıyla yedi bitirdi, ben de onun bu taleplerini karalılıkla geri çevirdim. Bu cümlem hayvanları sevmediğim şeklinde bir yargıya varılmasına sebep olmasın, aksine evde kuş, su kaplumbağası, hamster, akvaryum balıkları olmak üzere pek çok hayvana ev sahipliği yapmış bir anneyim. Kedi ya da köpek sahiplenmeyi reddetmemin sebebi, bu hayvanların hareketli ve gezinen hayvanlar olması nedeniyle evde yalnız kalamayacaklarına, onların sorumluluğunu taşıyamayacağıma yönelik kaygılarımdı. Sabah kapıyı kapatıp akşam eve dönen bir aile olarak tüm gün onları evde yalnız bırakmak kabul edebileceğim bir şey değildi. Kendime göre oldukça da haklıydım.
Ta ki bu pandemi sürecine kadar. Kızımın, hatta tüm hayvansever dostlarımın bütün ısrarlarını ve ikna çabalarını kararlılıkla savuşturabilmiş bir insan olarak, evimin hemen yanında bulunan ve sık sık gittiğim kuaförümde üzerinde pireler uçuşan, zayıf, yavru bir sokak kedisiyle yakınlık kurunca bütün direnişlerim son buldu. O yavru kediyi görmek ve sevmek için bir hafta boyunca günde üç kez kuaföre gitmeye başlayınca bu yavrucuğa aslında evde de bakabileceğimizi fark ettim. Kediciği hemen yanı başımızdaki veterinere götürdüm, aşılarını ve ilaçlarını yaptırıp evimize aldık. O gün kızımın yaşadığı şok inanılmazdı. Kızım şaşkınlıktan ve mutluluktan iki gün boyunca tepki dahi veremedi. 7 Eylül 2020 bizim Simba’mızla yeni bir hayata başladığımız ve bana göre hayatımızın da değiştiği gündür.
Kızım neredeyse her gün kediyle olan ilişkim konusunda ‘anne, en çok karşı çıkan sendin, şu an en çok seven sensin’ diyor. Kedimize yemek hazırladığımda hele hele gecenin saat 2’sinde kalkıp tavuk haşladığımda ‘annemden beklenmedik hareketler’ diyerek benimle çok eğleniyor. Bunda da çok haklı. ‘Mümkün değil, bakamayız, ben bu sorumluluğu alamam’ dediğim günlerden, ‘yaş maması bitmesin, kumu temiz olsun, tezgahta, yerde bir şey bırakmayalım, camları açık unutmayalım’ söylemlerine geçtik hep beraber. Eve gelen, ilk önce ‘Simba nerede?’ diye soruyor. Evin bütün enerjisi değişti, herkes bir şefkat böceği durumunda. Tatlı tatlı kedi kiminle uyuyacak, kediyi kim kucağına alacak çekişmeleri yaşanıyor. Sahiplendiğimizde zaten hasta olan miniğimizi 5 hafta boyunca neredeyse her gün veterinere götürdük, ateş düşürücü iğneler oldu, vitamin takviyeleriyle iyileştirdik. Onun hastalığı hepimize dert oldu, biz iyileşsin diye onun gözünün içine bakarken, o minnetle, sevgiyle bize sarıldı. Evdeki varlığı hepimizi değiştirdi. Biz artık 5 kişilik bir aileyiz.
Sevgili Simba’mızı nasıl sahiplendiğimizi uzun uzun anlatmamın sebebi, tam da bu salgın sürecinde sıradanlaşan, birbirimizden uzaklaştığımız zamanlarda o rutin hayatlarımızı başka canların varlığıyla renklendirmenin size, evininize, çocuklarınıza ve hayatınıza katacağı enerjiyi anlatabilmek içindi. Özellikle çocukların, sorumluluğuyla, bakımıyla, temizliğiyle ilgileneceği bir canlı çocukların hayatında pek çok olumlu etki yaratacak. Paylaşmayı, karşılıksız sevgiyi, vermeyi, emek harcamayı, sürdürülebilir sorumlulukları öğrenmelerini sağlayacak. Basit birkaç kurala dikkat etmenizin dışında evde hiçbir zorluk ve sorun yaratmadan sizinle hayatı paylaşan başka canlara yuva olmak sizi de değiştirecek. Salgınla beraber daralan hayatlarınıza yeni bir soluk, farklı bir enerji getirecek. Bana hep söylenen bir sözle bitirmek istiyorum yazımı: ‘Evde bir kediyle yaşamadan bilemezsin ne demek olduğunu.’
Evet, evde yaşamadan anlaşılacak, bilinebilecek bir şey değilmiş bu sevgi. Lütfen kendinizden ve çocuklarınızdan bu güzel duyguyu esirgemeyin. Çocuklarınızın çocukluk anılarında böyle güzel dostluklara yer açın. Doğada pek çok canla birlikte yaşıyorsak ve doğa ortak yaşam alanımızsa o zaman evinizde, yüreğinizde ve duygularınızda onlara da yer açabilirsiniz.
Sevgiyle, hep artan sevgilerle…
ABD’de 2003 yılında kurulan Lİnkedin, Mayıs 2003’te web sayfasını açtı. 2004 yılında Facebook, yine ABD’de üniversite öğrencileri arasında iletişimi sağlamak amacıyla kuruldu. 2005 yılında YouTube, 2006’da ise Twitter oluşturuldu. Dikkat ederseniz hepsi neredeyse birer yıl arayla hayatımıza girmişler. 2010 yılında ise bugün çoluk çocuk pek çok insanın yer aldığı Instagram ve Pinterest gündemdeki yerini aldı. Bunlar en bilinenleri ve en çok kullanılanları olduğu için kısaca özetlemek istedim. Yine çok bilinen pek çok sosyal medya ağı daha var ama konumuz bunlar olmadığı için ayrıntılandırmayacağım.
Bütün bu sosyal medya ağları vasıtasıyla, televizyonla olan tek yönlü iletişimden farklı olarak çoklu iletişim ya da çok kanallı iletişim olarak tanımladığımız bir ilişki ve iletişim tarzıyla tanıştık. İşin belki de en cazip tarafı bu oldu çünkü önceden belli saatlerde bize sunulan içerikleri izlemek, o saati beklemek ve sadece edilgen durumda kalmakla sınırlanan bizler, bir anda içerik üreticisi konumuna geçtik. Bu aslında müthiş bir gelişmeydi, çünkü farkında olsak da olmasak da artık teknolojiye erişimi olan her birey aynı zamanda yayıncı, içerik üreticisi, hatta haberci olma özelliği kazandı. Günün herhangi bir saatinde tanık olduğumuz bir olayı, bir kazayı telefonlarımızla kaydederek ya da hemen o anda canlı yayın yaparak, henüz haber kaynakları olayı duyup yayınlamadan milyonlara duyurabiliyoruz. Artık ‘yurttaş gazeteciliği’ diye kavram var. Nedir yurttaş gazeteciliği? Aslında gazeteci olmayan kişilerin sahip oldukları dijital iletişim teknolojileri vasıtasıyla haber veya içerik üretim sürecine katılmalarını ifade ediyor. Elbette bu yöntem, bireyleri haberci ya da gazeteci yapmaz ancak bu imkana ulaşmış durumdayız ve artık neredeyse herkes kendi içeriğini üretebiliyor. Özellikle son yıllarda birçok sosyal medya platformunda kısa ya da uzun süreli canlı yayınlar yapılabilmesi olayı çok daha başka boyutlara taşımış durumda.
Günümüzde ise Covid-19 salgını ile beraber her eylemin, eğitimin, iş hayatının, sosyal ilişkilerin de dijital araçlar yoluyla yapılması hepimizi akıl almaz bir noktaya getirmiş durumda. Karantina süreciyle başlayan bu teknoloji-yoğun hayatlar, çok kafa karıştırıcı oldu. Zira daha önceden özellikle çocukların bilgisayarla, cep telefonları ve tabletle olan ilişkilerini belirli saatlerle sınırlamaya çalışan anne babalar ve eğitimciler için konu iyice içinden çıkılmaz bir hale geldi. Şu anda çocuklar ve gençler bütün eğitimlerini internet üzerinden bilgisayarları vasıtasıyla alıyorlar ve günün en az 5-6 saatini sadece ders etkinlikleri için ekran başında geçiriyorlar. Kafamızı karıştıran nokta da tam olarak burası aslında. Odaklanmamız gereken şey ekran süresi mi, ekran içeriği mi olmalı?
Eğer ekran süresine odaklanacaksak, o zaman eğitim amaçlı da olsa çocukların saatlerce ekran başında olmaları onları tamamen teknoloji bağımlısı yapmış olmuyor mu? Bizim de yıllardır saat sınırlamaları koyarak önüne geçmeye çalıştığımız şey aslında bu değil mi? Bu salgın süreciyle beraber gördük ki hayatımızı daha lokalize ve dar alanlarda kalarak sürdürmeye çalışmak ve dış dünyaya hep şikayet ettiğimiz bu teknolojik cihazlar üzerinden ulaşmak yapılabilecek tek yöntem. Özellikle eğitim, psikoloji ve iş odaklı merkezlerin şu an bütün işlemlerini internet üzerinden yürütüyor olması ise çok düşündürücü. Evlere kapandığımız son aylarda anlaşıldı ki teknoloji kullanımını içerikten bağımsız olarak sadece süreye indirgeyerek düşünmek sağlıklı değil. Şu an çocuklar ve gençler eğitim almak adına saatlerini internet üzerinde geçiriyorlar ve hiç kimse onların ekran bağımlısı olduğunu söyleyerek şikayet etmiyor. Aksine ders çalıştıkları için gayet memnunuz. Demek ki süreden çok asıl mesele, bireyin ne yaptığıyla, neyle ilgilendiğiyle ilgili. Aslında yapılan pek çok araştırma gösteriyor ki, ekran bağımlılığı ya da bilgisayar bağımlılığı olarak tanımladığımız kavram ağırlıklı olarak dijital oyun ya da online oyunlar için geliştirilen bir kopamama durumu. Kimse, teknolojik cihazlar üzerinden bilgi edinmeyi, ihtiyaçlarını gidermeyi, araştırma yapmayı, eğitim almayı ya da iş üretmeyi ve çalışmayı, sosyal ilişkiler yürütmeyi bağımlılık sınıflaması içinde görmüyor.
Özellikle bu son aylarda yaşadığımız süreç çok net bir durumu ortaya koydu. O da şu ki dünyanın ve elbette ki ülkemizin geldiği noktada her bireyin teknolojiye erişiminin olması ve iyi bir teknolojik hakimiyetinin bulunması. Yapay zekanın, robotik sistemlerin konuşulduğu günümüzde, geçtiğimiz hafta Elon Musk’ın açıkladığı ve insan beyni ile bilgisayarın birleştirilmesini amaçlayan Neuralink projesi bilimin geldiği ve bizi getirdiği nokta olarak çok çarpıcı oldu. İnanılmaz hızıyla yol alan bilim, nöroloji ve yapay zeka çalışmaları geleceği bugüne taşıyan buluşları ile karşımızda dururken bizim hala ekran süresine takılı kalmamız çok da anlamlı değil. Üstelik meslek seçiminde bile çocuklarımıza geleceğin mesleği olarak kodlama, yazılım gibi bölümleri önerirken bir yandan da onları teknolojiden uzak tutmaya çalışmak mantıklı değil. Bütün mesele biz ebeveynlerin hazır olmadığımız bu dijital dünyaya, çocuklarımızın doğdukları andan itibaren girebildiklerini kabul etmek. Sonrasında da yapılacak şey onları engellemek, durdurmak, yasaklar koymak değil, doğru yönlendirebilmek. Kısacası bireyin ekranda kaldığı süreden daha çok o ekranda ne yaptığına odaklanmak. Araştıran, öğrenen gençleri engellemek ne onlara ne de topluma katkı sunar. Mesele araştıran, öğrenen ve keşfetmeye meraklı bireyler yetiştirebilmekte. Bugün internetle, teknolojiyle ilgili bildiğimiz ne varsa çocuklarımızdan öğrendiğimizi unutmayalım.
Bir çocuk ya da genç, hayatıyla ilgili, okuluyla ilgili sorumluluklarını yerine getirebiliyorsa, yeme ve uyku bozuklukları yaşamıyorsa, sürdürülebilir hobileri ve sosyal ilişkileri varsa bilgisayar başında zaman geçirdiğinde sadece süreye odaklanıp onları bağımlı olarak tanımlamayalım. Artık bütün kavramların yeniden tanımlandığını ve normal olarak bildiklerimizin bile eski normal olmadığını da unutmayalım. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaksa, eski tutumlarımızla yenilikleri kucaklayamayız, bu yeni dijital hayatlar içinde var olamayız. Yazımı Maria Montessori’nin bir sözüyle bitirmek istiyorum: ‘Teknoloji sorunun bir parçası olabilir ancak çözümün de bir parçası olabilir.’
Bir sonraki yazımda dijital hayatlara dair başka bir konuda görüşmek üzere…
Bu durum sadece ülkemize ya da belirli bir şehre ait bir endişe değil, bütün dünyanın aynı anda mücadele ettiği bir küresel salgına dönüştü. Günün 24 saati her an her dakika corona hakkındaki haberlere maruz kaldık. Artık her günkü vaka sayılarını, iyileşen ya da ne yazık ki hayatını kaybeden insanların sayılarını takip ediyoruz.
Bütün çabamız bir an önce ‘normal’ yaşantılarımıza, eski hayatlarımıza dönmek ve her şeyin kaldığı yerden devam etmesine dair umudumuzu korumak. Ancak görünen o ki, normal kavramı da değişti ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Örneğin artık ‘sosyal mesafe, dezenfektan, hijyen’ kavramlarına aşina olduk, maskeler evden çıkarken çantamız, telefonumuz, kimliğimiz kadar elzem bir hale geldi. Hem toplum olarak hem de ayrı ayrı bireyler olarak bu süreci atlatmaya ve önlemler çerçevesinde var olmaya çalışıyoruz. Bu süreçte Dünya Sağlık Örgütü’nün, ülkemizdeki uzmanların, ilgili ve yetkili kurumların ve kişilerin açıklamalarını takip ediyoruz. Kontrollü olarak ve özellikle sosyal mesafelere dikkat ederek olabildiği kadar ‘normal’ bir şekilde hayatlarımızı sürdürmeye gayret ediyoruz. Karantina süresindeki katı kurallar yavaş yavaş gevşetilince ve seyahat kısıtlamaları da kalkınca gördük ki bazılarımız bütün önlemleri bir kenara atıp sanki hiç virüs tehdidi yokmuş, sanki hiç haftalarca karantinada kalmamışız, sanki her şey eski haline dönmüş gibi tamamen normale dönmüşler. Ve yine kurallara dikkat eden, önlemleri harfiyen uygulayan bazılarımız ise bunlara dikkat etmeyen herkesi sorumluluk taşımamakla, dikkatsiz ve özensiz davranmakla, cahillikle, umursamazlıkla suçlamaya başlamış. Evet, bir kesim böyle olabilir ama herkesi aynı şekilde değerlendirmek çok da doğru olmayabilir. Neden mi?
Psikolojide ‘savunma mekanizmaları’ olarak bilinen bir kavram var. Buna göre kişiler, kendilerinde eksiklik ya da yetersizlik olarak gördükleri alanlardaki bu zayıflıklarını başka bir alandaki güçlü tutumları ile kapatmaya, doldurmaya çalışırlar ve bu şekilde de var olan kaygılarını yöneterek bir takım endişelerinden kurtulmaya çabalarlar.
-Bastırma
-İnkar (Yadsıma)
- Yansıtma
- Ödünleme
Nerede yaşadığımızın, gelişmişlik düzeyimizin ne olduğuna bakılmaksızın dünya üzerindeki her insan bu gözle göremediğimiz minicik virüsün tehdidiyle burun buruna geldi. Elbette ki bu süreç kendine özgü birtakım sorunları ve değişimleri de getirdi. Hatta literatüre yeni tanımlar girmeye başladı. Salgın döneminde kendimizi korumamız için yapılan uyarılara, görüntülere, önlem amaçlı uygulamalara günün neredeyse 24 saati maruz bırakılmamızın, geleceği öngöremiyor oluşumuzun, yaşam tarzlarımızın kısıtlanmış olmasının, engellenmişlik duygusunun ve hastalıkla sürekli yan yana, dip dibe yaşama kaygısının sonucu koronafobi tanımı da hayatlarımızın orta yerine yerleşti.
Koronafobi, bireylerin virüs kapma ve hastalığa yakalanma endişesiyle sürekli bir stres, gerginlik yaşama ve hayatın normal akışını tamamen engelleyecek şekilde kaçınma davranışları sergilemesini tanımlayan bir ifade. Birey, virüsten korunabilmek adına daha fazla önlem alma, diğer insanlardan ya da ortamlardan abartılı biçimde uzak kalmaya çalışmak gibi davranışlar geliştirebilmektedir. Bu tip bir kaygıda ise basit bir halsizliği, soğuk algınlığını ya da başka bir rahatsızlığı virüs kaptığını düşünecek şekilde abartarak sürekli olarak hastanelere gidebilmektedir. Elbette tedbirli olmak gerekir, elbette ki kendimizi korumalıyız. Burada önemli olan nokta yoğun bir kaygı olması durumudur.
Salgın sürecinde daha önce takıntıları olan bireylerin bu takıntılarının artması, daha yoğun kaygı yaşamaları, zaman zaman paniğe kapılmaları da sık görülebilir.
Corona salgınıyla beraber neredeyse tüm sosyal ilişkilerimiz ve eğitimlerimiz de değişime uğradı. Artık günün 24 saati çevrimiçi iletişim halindeyiz. Her türlü işimizi teknolojik cihazlar üzerinden yapıyoruz. İş zamanı ve aile zamanı kavramları da karmakarışık bir hal aldı ve işin ne zaman başlayıp bittiği, aile hayatımızın sınırlarının ne olduğu iyice belirsizleşti. Belki son birkaç ay içinde bu sürece yavaş yavaş uyum göstermiş olsak da normal şartlarda akşam 19.00-20.00’den sonra ev hayatlarımız başlarken, şimdi tam da bu saatlerden sonra özellikle biz yetişkinler için iş hayatı devam ediyor, hatta eğitimler alıyor, eğitimler veriyoruz. İşte bu belirsizlikler psikolojik ve biyolojik olarak bizi zorlasa da bu noktada çok başka ve çok önemli bir sorun daha gündeme geldi. Sürekli internette olduğumuz bir sanal-sosyal dünyada güvenliğimizi nasıl sağlayacağız? Üstelik bu sadece kişisel bir güvenlik sorunu değil; şirketleri, ülkeleri içine alan çok büyük bir sorun durumunda.
Bilgi İşlem Daire Başkanlığı, internetteki güvenlik tehditlerine yönelik aşağıdaki linkte çok açıklayıcı bilgiler vermiş. Özellikle kişisel bilgilerimizi korumak, dikkatli bağlantılar kurmak, bilinçli bir internet kullanıcısı olmak, bağlandığımız sosyal medya hesapları, şifreler, aldığımız gerçek veya sahte elektronik mesajlar konusunda çok dikkatli olmak ve internet söz konusu olduğunda ani, aceleci ve kontrolsüz iletişime geçmemek gerektiği çok ayrıntılı olarak anlatılmış:
bid.ankara.edu.tr/2018/10/02/siber-guvenlik-farkindaligi/
Artık eğitimlerin de internet üzerinden verilip alındığı bu dönemde, ebeveynlerin çok dikkatli olması gerekiyor. Çocukları bekleyen tehlikeler arasında;
Yine bu salgın sürecinde kendilerini sağlık veya araştırma kuruluşu ya da çalışanı görünümü veren saldırganların kullanıcılara e-mail yoluyla ulaşmaya, hesaplarını ele geçirmeye ya da dolandırmaya çalıştığı görülüyor. Şirketlerin kullandığı uzaktan erişim sistemleri ve video/tele-konferans sistemleriyle ilgili olarak da ciddi risklerin bulunduğunu göz önünde bulundurmak gerekiyor. Uygulamadaki bir hata, eksiklik ya da kesinti, kuruluşa ait önemli bilgilerin kötü niyetli kişilerin eline geçmesine yol açabilir. Şirketlerin kullandıkları sistemlerin güvenlik açıkları vermesi, bilgilerin başkalarının eline geçmesi, sistemi kullanan kişilere ait tüm bilgilerin de korunmasız olacağı anlamına gelir ki bu da geri dönülemez sorunlara ve çok ağır bedellere yol açabilir. Bu nedenle kuruma ait dosyaların şifrelenmesi ve yetki sahibi olmayanların girmesinin engellenmesi çok önemli.