Prof. Dr. Güliz Onat

Anne yarası ve emzirme

9 Nisan 2019
Mükemmel anne olmaya çalışmaktan vazgeçin.

Kadın atalarımızdan bize miras kalan, adeta kara bir bohça gibi anneden, kız evladına, ondan kız çocuğa nesiller boyu aktarılan, içinde acı, hüzün, gözyaşı kadar, sevgi, şefkat, umut gibi tohumları serpiştireceğimiz bir o kadar armağanları da olan “anne yarası”ndan bahsetmek isterim.

Hasta olanın ötekileştirildiği, yalnızlaştırıldığı modern toplumlarda anne olmak ne üstesinden gelinmesi zor bir gelişimsel ödev oldu kariyer de yapıp, çocuk da doğuran günümüz kadınlarına…Kız kardeşlerimize…

Şamanik toplumlarda, hastalığın kişiye değil, topluma ait olduğuna inanılırmış. Şifa yine toplumun, hastayı şefkatle sarıp sarmalamasıyla gelirmiş. Günümüzde öyle mi?

Annelik, bir kadının yaşamında bir milat gibi… Anne olunca hiçbir zaman daha önce birinin annesi olmama durumuna geri dönemeyiz.

Yıllardır kadınlarla çalışan biri olarak günümüzde toplumun kadınlara annelik sürecinde yeterince destek vermemesinden, destek yerine köstek olmasından tutun da, kadının bu süreçte ne kadar yalnız ve çaresiz bırakılmasına kadar pek çok dinamiğe şahitlik ettim.

Ve doğum sonu depresyon oranlarının ve emzirme problemlerinin artış nedenlerini anlamam kolaylaştı. Bir yavru köpeğin kolunun bacağının kesilmesi caniliğini de.. Artan şiddet ve suç oranlarını da… İstismar ve tacizi de… Sevgisiz bir toplumun/insanlığın aynaya yansımalarıydı bunlar…

İyikilerim de arttı… Bu dünyaya geliş amacı kızkardeşlerime hizmet etmek olan, hizmetli kullardan oluşuma şükranım da…

Mesela anlatılan korku dolu doğum deneyimleri… Kara bohçanın olmazsa olmazı… Peki genç kızlara anlatılan ilk gece korkusuna ne demeli? Peki, anneliğin dünyanın en zor şeyi oluşuna yönelik dillere pelesenk olmuş ifadeler? Ya da çocuk sahibi olamayan kadına takılan lakaplar? Bohçada daha neler var neler? Bu saydıklarım sadece üreme sağlığı açısından baktıklarım… Ataerkil düzende kadınların yok sayılması, baskı ve kontrol altına alınıp, değersizleştirimesi, red edilmesi… Ne yaralar açtı kadın atalarımızda… Ve bize aktarıldı.. Biz de kendi çocuğumuza aktarıyoruz…

Yazının Devamını Oku

Doğum travmasından özgürleşmek

4 Mart 2019
Bazen, hayalimizdeki gibi bir doğum yapamayabiliriz. Bu nedenle Dr. Michel Odent “bir kadının her türlü doğum senaryosuna hazır olması gerektiğini” söyler. Ya da her şey istediğimiz gibi gitse bile, doğum kendi başına bir travma kabul edilebilir. Ancak travmanın, her zaman olumsuz bir sonuç doğurduğu genellemesinin doğru olmadığını söylemek isterim. Travma, bizi büyüten bir hayat olgusudur kimi zaman ve bundan iyileşerek çıkmak mümkündür. Post travmatik stres bozukluğu, travmadan iyileşemeyenlerde görülen bir durumdur.

TRAVMA, İYİLEŞTİRİLEBİLİR

Travma üzerine uzun yıllar çalışan Dr. Levine “travma iyileştirilebilir ve bununla da kalmayıp doğru destek ve rehberlikle dönüştürücü de olabilir” der. Çünkü bedenimiz, doğuştan şifacıdır. Bedenimizin sahip olduğu o müthiş ilkel ve zeki yeteneği sayesinde, başımıza gelen hayat olaylarından büyüyerek çıkarız. Tıpkı deride çıkan küçük bir yarayı, bedenin orda bazı kimyasal tepkimeleri başlatarak, kendi kendini onarması gibi… Ruhumuz da bu onarımı yapabilir. Son yıllarda “travma sonrası büyüme” kavramı buradan gelmektedir.

TRAVMA SONRASI BÜYÜMEK

Travma sonrası büyüme kavramı, sevgili Hacer Ünver’in doktora tezinde belirttiği üzere yüksek düzeyde stres içeren ve travmatik etkileri olan yaşam krizlerinde kişide yarattığı olumlu yöndeki değişimleri kapsar. Bu değişimler üç boyutta yaşanabilir:

DOĞUMDA, YENİ BİR KADIN DOĞAR

Doğan sadece bebek değildir. Doğumda aynı zamanda, bir kadın da doğar. Doğum; yaşam ve ölüm arasında öyle bir noktadır ki, kadın ölümlülüklerine ve incinebilirliğine dair artan bir farkındalıkla “hayatın değerini” kendine göre yeniden anlamlandırır.

Trama sonrası büyümede ilk boyut, “kendilik algısında dönüşüm”dür. Bunu doğum travması üzerine örneklendirecek olursam; doğumda kadın başına gelenler karşısında kendini kurban olarak değil, hayatta kalan güçlü biri olarak algılamaya başlayarak, dönüşür. Aslında kadın, doğum yaparken, sadece bebek doğmaz, doğum yapan kadından, yeni bir kadın doğar: “Anne”. Kadın yeni ve daha güçlü bir kadın olarak doğar. Kendilik algısıyla ilgili bir diğer dönüşüm “incinebilirliğin fark edilmesi ve kabülü”dür.

YENİDEN DOĞAN KADIN, BEBEĞİNDEN EMPATİYİ ÖĞRENİR

İkinci dönüşüm kişilerarası ilişkilerde görülür. Önce kişi kendi ile ilişkisini gözden geçirerek, kendine güvenme becerisi ile kırılganlığını fark etmeyi içinde barındırır. Doğumdan sonra hem daha dayanıklı ve güçlü, hem de lohusayken sınırları ve zayıflıklarını kabul eder ve bu hisleri büyük bir şefkatle kucaklarsa, travmadan iyileşmiş olarak çıkar.

Bu dönüşümler, etrafla kurduğu kişilerarası ilişkilerine de yansır. Kendini açma ve doğumu, duyguları hakkında kendini ifade etme, etrafındakilerle bağını derinleştirir. Bu noktada annenin güvenli bir alanda olması son derece önemlidir. Etrafta öz güvenini sarsıcı cümleler sarf edilmesi, travmayı iyileştirmek yerine, derinleştirebilir. Anne etrafında DOĞRU DESTEK sunan kişilerin varlıklarının önemini ve güçlü insani ilişkilerin değerini güvenli bir alanda fark eder.

Anne, fark ettiği bu paha biçilmez ilişkileri için emek ve çaba harcadıkça, ihtiyaçları fark edebilme ve empati becerisini geliştirir. Bu gelişime, anne-bebek ilişkisi çift yönlü hizmet eder. Kimi zaman bebeğinin ihtiyaçlarını karşılayarak, ona sunum yapar, kimi zaman bebeğinden öğrenerek, empatisini geliştirir.

YENİDEN DOĞAN KADIN ARTIK “ANNE”DİR

Son olarak travma sonrası büyümede, yaşam felsefesinde dönüşümler görülür. Daha önce fark etmediği sıradan görünen şeylerin şükranını duyabilir. Mesela, bebeğinin sürekli uyanması ile uykusunun kendisine verilmiş değerli bir armağan olduğunu anlar. Kaliteli uyuduğu zamanlara şükreder. Doğum anında gelişen herhangi bir sağlık durumu, “yaşamın değeri ve hayattaki önceliklerini” sorgulatabilir. Anlam arayışına girebilir, ardından annede ruhsal büyüme gelir. Bebeğiyle geçirdiği zamanlarda anne “an’da kalmayı”, “yaşamaktan daha çok zevk almayı” deneyimler.

UZMANLA, DOĞUM HİKAYENİZİ PAYLAŞIM, “DOĞUMUNUZ TAMAMLANSIN”

Doğum anını annenin bir uzmanla paylaşması, ona ihtiyacı olan güvenli alanı sunduğu gibi aynı zamanda doğumun gerçekten tamamlandığını da hissettirir. Doğum anına yönelik yeniden anlam kazandırılır. Anne duygularını ifade ettiğinde doğum ruhsal açıdan da tamamlanır.Doğum anına ait varsa yas süreci, artık travmatik bir yaşantı olarak geçmişe ait bir parça olur ve hayatın merkezi olma özelliği bu tamamlanmışlık hissi ile ortada kalkar.

EŞSİZ ŞEKLİMİZİ YARALARIMIZ VERİR, ONLARLA KUCAKLAŞMAK DEĞERLİDİR

Genç bir ağaç yaralandığında, o yaranın etrafını dolaşarak, büyür. Budaklı gövdeler ve şekilsiz gibi görünen dallar, yaraların ve engellerin zamanla aşıldığını anlatır bize. Büyüme biçimi, onun eşsiz özgünlüğüne, karakterine ve güzelliğine katkıda bulunur (P. Levine, Kaplanı Uyandırmak). Yaralarımızı sevmek, onları kucaklamak bu yüzden değerlidir. Bize eşsiz şeklimizi onlar verir.

Emzirme sorunlarında yukarıda anlattığım bakış açısıyla yaklaşırsan, bu süreçten ikiniz de büyüyerek çıkar ve kendi eşsiz hikayenizi oluşturabilirsiniz.

Travma üzerine uzun yıllar çalışan Dr. Levine “travma iyileştirilebilir ve bununla da kalmayıp doğru destek ve rehberlikle dönüştürücü de olabilir” der. Çünkü bedenimiz, doğuştan şifacıdır. Bedenimizin sahip olduğu o müthiş ilkel ve zeki yeteneği sayesinde, başımıza gelen hayat olaylarından büyüyerek çıkarız. Tıpkı deride çıkan küçük bir yarayı, bedenin orda bazı kimyasal tepkimeleri başlatarak, kendi kendini onarması gibi… Ruhumuz da bu onarımı yapabilir. Son yıllarda “travma sonrası büyüme” kavramı buradan gelmektedir.

Travma sonrası büyüme kavramı, sevgili Hacer Ünver’in doktora tezinde belirttiği üzere yüksek düzeyde stres içeren ve travmatik etkileri olan yaşam krizlerinde kişide yarattığı olumlu yöndeki değişimleri kapsar. Bu değişimler üç boyutta yaşanabilir:

Doğan sadece bebek değildir. Doğumda aynı zamanda, bir kadın da doğar. Doğum; yaşam ve ölüm arasında öyle bir noktadır ki, kadın ölümlülüklerine ve incinebilirliğine dair artan bir farkındalıkla “hayatın değerini” kendine göre yeniden anlamlandırır.

Trama sonrası büyümede ilk boyut, “kendilik algısında dönüşüm”dür. Bunu doğum travması üzerine örneklendirecek olursam; doğumda kadın başına gelenler karşısında kendini kurban olarak değil, hayatta kalan güçlü biri olarak algılamaya başlayarak, dönüşür. Aslında kadın, doğum yaparken, sadece bebek doğmaz, doğum yapan kadından, yeni bir kadın doğar: “Anne”. Kadın yeni ve daha güçlü bir kadın olarak doğar. Kendilik algısıyla ilgili bir diğer dönüşüm “incinebilirliğin fark edilmesi ve kabülü”dür.

İkinci dönüşüm kişilerarası ilişkilerde görülür. Önce kişi kendi ile ilişkisini gözden geçirerek, kendine güvenme becerisi ile kırılganlığını fark etmeyi içinde barındırır. Doğumdan sonra hem daha dayanıklı ve güçlü, hem de lohusayken sınırları ve zayıflıklarını kabul eder ve bu hisleri büyük bir şefkatle kucaklarsa, travmadan iyileşmiş olarak çıkar.

Bu dönüşümler, etrafla kurduğu kişilerarası ilişkilerine de yansır. Kendini açma ve doğumu, duyguları hakkında kendini ifade etme, etrafındakilerle bağını derinleştirir. Bu noktada annenin güvenli bir alanda olması son derece önemlidir. Etrafta öz güvenini sarsıcı cümleler sarf edilmesi, travmayı iyileştirmek yerine, derinleştirebilir. Anne etrafında DOĞRU DESTEK sunan kişilerin varlıklarının önemini ve güçlü insani ilişkilerin değerini güvenli bir alanda fark eder.

Yazının Devamını Oku

Yumurtalık ve rahmi alınan, doğum yapmayan bir kadın emzirebilir mi?

29 Ocak 2019
Bilinenin aksine, kadın doğurmadan da emzirebilir. Hatta yumurtalıkları ve rahmini alınan kadınlar bile emzirebilir. Düşük yapan, bebeği karnında ölen, menopoza girmiş kadınlar dahi emzirebilir. Çünkü süt üretiminin bu tür anatomik ve fizyolojik durumlarla bir ilişkisi yoktur. Çünkü emzirmek beynin ve kalbin yaptığı bir iştir. Çünkü, kadın bedeni bilgedir. Her yeni duruma uyumlanabilir. Kalbi, beyni, memesi olan her kadın, emzirebilir.

Geçenlerde duyduğum bir hikaye var. Bir anneanne, menopoza da girmesine rağmen, kızı vefat edince, yenidoğan torununu kendisi emzirmiş. Bir kadın bedeni o kadar bilgedir ve harika bir uyum yeteneğine sahiptir ki; ihtiyaç halinde emzirmek her zaman bir kadın için mümkündür.

Yakın zamanda 2,5 aylık bir bebeği evlat edinmiş bir anne ile çalıştım. Onunla emzirme sürecinde izlediğimiz yolu, diğer annelerle de paylaşmak için bu makaleyi yazmaya niyet ettim.

Emzirme için gerekli hormonlar, yumurtalık ya da rahimden değil, beyinden salınıyor. Ortada bir sevgi ortamı varsa, bilge kadın bedeni, sevgi ve annelik hormonlarını beyinden salgılayıp, yavruyu hayatta kalması için beslemeye programlanıyor.
Özellikle annesi ölen bir yavrunun bir başka kadın tarafından emzirilmesi, hayat kurtarıcıdır. Ya da evlat edinilmiş bir bebeğin, yeni annesi ile bağlanmasını sağlayan, ilişkilerini geliştiren en önemli şey emzirmektir. Dokunulmak, bir bebek için hayati önem taşır. Kucaklanmadan mahrum kalan bebeklerin, kilo alma ve hayatta kalmakla ilgili çeşitli sıkıntıları olduğu gösteren yığınla çalışma vardır.

Eğer evlatlık bir bebeğin varsa, bebeğinin ilk ihtiyacı sana GÜVEN’mektir. Süt yapımı ve emzirmek, sonra gelir.

Laktasyon indüksiyonu denilen süt yapım sürecinin iki yöntemi var. Birincisi memeleri gebelikteki değişimleri taklit ederek süt yapımına hazırlayan farmakolojik (ilaç) yöntemler; diğeri ise meme uyarısı ile. Ancak farmakolojik yöntemler, meme uyarısı yapılmaksızın kullanılamaz. Her durumda meme uyarısı şarttır. Ülkemizde Ankara’da konuyla ilgilenen bir relaktasyon (yeniden süt yapımını sağlamak) ünitesi var. Ya da benim gibi uluslararası kurul sertifikalı bir emzirme danışmanıyla da kişiye özel hazırlanmış bir programla destek almak mümkün. Saari ve Yosuf (2014)’un çalışmasında, 12 evlat edinen annenin ilk süt yapımlarının 2. haftada başladığı bildirilmiştir. Bebek biberon ve emzikle tanışmamışsa, emzirmek daha kolaydır. Ancak 10 aylıkken bile emen bebekler olduğunu, anne yaşının da emzirmede bir engel teşkil etmediğini biliyoruz.

Evlatlık bebeklerde, en temel ihtiyaç annesine “güvendir”. Bu tür bebekler bağlanma problemleri riski taşırlar. Bağlanmanın kalitesi çocuğun sosyal, duygusal ve fiziksel gelişimini etkiler. Çokça yer değiştirmiş ve bakıcı değiştirmiş çocuklarda güvenli bağlanma döngüsü zarar görür. Bu da yeni anneye güvenmeme sebebi oluşturur.

Pek çoğu ihmal edilmiş ya da istismar edilmiş olabilir, hastanede kalmış, bakım vericiler tarafından yeterince şekfatle kollanmamış olabilirler, çocuk esirgeme kurumlarında farklı farklı kişilerce bakım görmüş olabilirler. Bu yüzden annesiyle sağlıklı ilişki kurabilmesi için öncelikle annesine GÜVEN’meye ihtiyaç duyarlar.

Yazının Devamını Oku

Bebeğin ilk tanıştığı yiyecek çok önemli!

16 Kasım 2018
Mikrobiyota; bedenimizde deri, ağız, vajina, bağırsaklar gibi bölgelere yerleşen mikroorganizmalara verilen isimdir. Orada olması gerekir çünkü üstlendiği bazı yararlı fonksiyonlar vardır. Bunlar dost bakterilerdir ve eski adıyla “flora”, yeni adıyla “mikrobiyota” olarak anılır.

İNSAN YAVRUSU NEDEN ANÜSE YAKIN BİR BÖLGEDEN DOĞAR?

Bu sorunun cevabını vermek için sizi bir kavramla tanıştırmak istiyorum: “Mikrobiyota.'' 

2 KİLOLUK BAKTERİLERLE BİRLİKTE YAŞIYORUZ

Bir insan bedeni; ortalama 500 farklı çeşit mikroorganizmanın da yaşadığı dinamik bir ekosistemdir aslında. Bağırsaklarımızda birlikte yaşadığımız bakteriler 2 kilo ağırlığında.

Dost bakteriler için bağırsaklar geniş bir yaşam alanına sahip olduğundan, en çok buraya yerleşir. Aynı zamanda dost bakterilerin beslenebilmesi için; zengin besin maddeleri de içerir. Bağırsak florası, bu iki sebepten dolayı bedenimizdeki en yoğun ve en zengin bakterileri barındırır.

BAĞIRSAKLARIMIZ İKİNCİ BEYNİMİZ 

Çünkü sağlıklı yaşamanın en temel unsurlarından biridir. Hani artık yaygın bir slogan haline gelen “ne yersen, o’sun” ifadesi var ya... İşte bu slogan; tam da bağırsak floramız ve sağlıklı yaşam arasındaki ilşkiye değinmek için biçilmiş bir kaftan adeta.

ŞEKER TÜKETİMİ UZUN VADEDE ÜZÜNTÜYE EĞİLİMİ ARTIRIR

Mikrobiyota, bağışıklık sistemimizi oluşturur. Hatta ruh halimiz üzerine bile etkilidir. Mesela sağlıksız beslendiğimizde; yorgunluk, tükenmişlik, depresyon gibi duygular yaşamamız, floradaki ideal yapının bozulmasıyla ilişkilendirilmektedir. Uyku düzenimizde yine bağırsakta zararlı bakterilerin artışına bağlı bozulabilir.

Çünkü mutluluk hormonu olarak bilinen serotoninin %80’e yakını bağırsak duvarı tarafından salgılanır. Bağırsaktaki flora ne kadar ideale yakınsa, depresyon, mutsuzluk, uykusuzluk gibi ruhsal problemleri o kadar az yaşarız. Yetişkinlerde bağırsak floramızı bozan düşmanlardan biri şekerdir.

Tam da bu nedenle artık barsaklarımız “ikinci beyin” ismiyle anılıyor, günümüzde yeni bir “endokrin ya da metobolik organ” olarak tanımlanıyor ve “bağırsak sağlığı” üzerine pek çok yayın yapılıyor.

DIŞKI TRANSFERİYLE FARELER ZAYIFLATILDI

Bu kısımda, çok etkilendiğim bir deneyi paylaşmak isterim. Mikrobiyotanın sadece ruhsal etki ve bağışıklık sisemindekiler dışında, tüm metobalizmaya etkisini gözler önüne seren güzel bir deney bu. Fareler üzerinde yapıldı. Obez olan ve zayıf olan farelerin bağırsak içerikleri karşılaştırıldı ve zayıf farelerin feçesleri (dışkıları), obezlere transfer edildi. Obez farelerin zayıfladığı görüldü.

ŞİMDİ GELELİM DOĞUMLA İLGİLİ KISMA

Bir bebek doğduğunda bağırsaklarında henüz mikrobiyota oluşmamıştır. İlk temasla birlikte bağırsaklarında bakteriler yerleşmeye başlar. O nedenle burayı ilk kapan bakterilerin, dost mu yoksa düşman mı (hastalık yapıcı) olduğu oldukça önem taşır. Çünkü bu ilk yerleşenler büyük oranda, kişinin hayatı boyunca var olacak bağırsak florasının içeriğini belirler. Bir bebek için dost bakteri, dokuz ay annesinin karnında yaşadığı ve ona tanıdık olan bakteriler yani annesinin derisindeki bakterilerdir. Bebeklerin anüse yakın yerden doğmasının nedenlerinden biri de budur. Doğarken, ilk olarak annesinin vaginal mukoza ve derisindeki, anüs etrafındaki florası ile ilk teması yaparak, kendi florasını da dost bakterilerle şekillendirir.

VAGİNAL YOLDAN DÜNYAYA GELEN BEBEKLER, ANNELERİNİN İMZALARINI TAŞIR

Bu nedenledir ki, bebeğin doğumda ilk temas ettiği kişinin annesi olmasını isteriz. Doğumdan hemen sonra bebeğin tensel temasla annesinin göğsüne yatırılmasını benimseriz. İlk temasın anne ile sağlanarak, bebeğin florasının dost bakterilerle ilk olarak tanışmasını sağlarız. Sezaryenle doğanlara kıyasla, vaginal yoldan dünyaya gelen bebekler, annelerinin imzalarını taşır.

SEZARYENLA DÜNYAYA GELEN BEBEKLERDE “VAGİNAL TOHUMLAMA” YÖNTEMİ

Herhangi bir tıbbı ya da acil gereklilikten dolayı vaginal doğumla dünyaya gelemeyen bebekler için, annesinin vaginal florasındaki dost bakterilerle tanışmak için son yıllarda henüz deneme aşamasında olan “vaginal tohumlama” yöntemi tartışılmaktadır. Bu yöntemi önermek için henüz yeterli çalışma yok, avantaj ve dezavantajların net olarak henüz bilinmediği bir dönemdeyiz. Ancak yöntem kabaca şu: Annenin vaginasından sürüntünün, sezaryenle doğan bebeklerin cildine, yüzüne, ağız ve gözlerine sürülmesi işlemi. Bu işlemin rutine konması için daha fazla sayıda çalışmaya ihtiyaç var.

BEBEĞİN TANIŞTIĞI İLK YİYECEK ÇOK ÖNEMLİDİR

Bazen bebeğin yoğun antibiotik tedavisine maruz kalması bağırsak florasını bozar ve bebekte ishaller bu nedenle görülebilir. Tek doz bile olsa antibiotikten sonra, florasının eski halini alması kabaca yüz gün sürebilir. Bebeğinizin ilk başlangıç yemeği de hayatı boyunca edineceği florasını şekillendiren önemli bir unsurdur.

İlk besini mama olan bir bebeğin florası ile, anne sütü olanın florası birbirinden farklıdır. Mama ile beslenen bebeklerde kabızlık, gaz sancısı, ağlama nöbetlerine sık rastlanmaktadır. İnfeksiyonlarda sık görülebilmektedir. Nedenini, aşağıdaki kısmı okuduktan sonra daha iyi anlayacaksınız.

BAĞIRSAKLAR ASLINDA BEDENİMİZİN KALESİ, MİKROBİYOTA DA KALENİN NÖBETÇİ ASKERLERİDİR

Bağırsak mikrobiyotasının nasıl oluştuğunu anladıktan sonra şimdi gelelim fonksiyonuna. “Ne yersek o’yuz” çünkü yediklerimiz bağırsak kalemizden geçer. Bağırsak kalemizdeki nöbetçi askerler ne kadar fazla ise, zararlı bakterileri kaleden içeri almaz yani bedenimize sokmaz. Ancak nöbetçi askerler ne kadar az ise, hastalık yapan bakteriler, kaleden içeri girer ve bedenimizde hastalık yapar.

ANNE SÜTÜ ALANLARIN NÖBETÇİ ASKERLERİ DAHA FAZLADIR

Anne sütü alan bebeğin bağırsak florası “bifidobakteri” adı verilen dost, zararsız bakterilerle zaman içinde şekillenir. Bu bakteriler bağırsak pH’ını asidik tutarak, zararlı bakterilerle savaşırlar, savunma sistemini oluşturur, sindirimi kolaylaştırır. Bir kez dahi mama verilen bebeğin florası ise değişmeye başlar. Mama devam ettikçe de pH’ı alkalene doğru kayar ve savaşma yetenekleri azalır. Zamanla bifidobakteri azalır, “enterobacteri” denilen zararlı flora çoğalmaya başlar. Anne sütüyle beslenen bebeklere günde bir kez mama verilse bile, bağırsak florası mama ile beslenen bebeklerin florasına dönmeye başlar. Tekrar sadece anne sütü verilse bile, floranın eski haline dönmesi 2-4 haftayı bulur.

Anne sütünde bulunan “oligosakkaritler” doğal savunma mekanizmalarıdır ve mamalarda yoktur. Mamalarda bulunmayan oligosakkaritler sayesinde, kalemizdeki nöbetçi askerleri yani bifidobakterileri anne sütü ile bebeğimizi besleyerek, arttırabiliriz.

Kıssadan hisse;

Bebeklerimizin sağlıklı bir yaşam sürmesinde ilk adım onları (tıbbi/acil gereklilik olmadığı sürece) normal doğumla dünyaya getirmektir. Anne sütü ile beslemeli/emzirmeli ve mümkün mertebe gereksiz antibiotik kullanımından kaçınmalıyız.

Bu sorunun cevabını vermek için sizi bir kavramla tanıştırmak istiyorum: “Mikrobiyota.'' 

Bir insan bedeni; ortalama 500 farklı çeşit mikroorganizmanın da yaşadığı dinamik bir ekosistemdir aslında. Bağırsaklarımızda birlikte yaşadığımız bakteriler 2 kilo ağırlığında.

Dost bakteriler için bağırsaklar geniş bir yaşam alanına sahip olduğundan, en çok buraya yerleşir. Aynı zamanda dost bakterilerin beslenebilmesi için; zengin besin maddeleri de içerir. Bağırsak florası, bu iki sebepten dolayı bedenimizdeki en yoğun ve en zengin bakterileri barındırır.

Çünkü sağlıklı yaşamanın en temel unsurlarından biridir. Hani artık yaygın bir slogan haline gelen “ne yersen, o’sun” ifadesi var ya... İşte bu slogan; tam da bağırsak floramız ve sağlıklı yaşam arasındaki ilşkiye değinmek için biçilmiş bir kaftan adeta.

Mikrobiyota, bağışıklık sistemimizi oluşturur. Hatta ruh halimiz üzerine bile etkilidir. Mesela sağlıksız beslendiğimizde; yorgunluk, tükenmişlik, depresyon gibi duygular yaşamamız, floradaki ideal yapının bozulmasıyla ilişkilendirilmektedir. Uyku düzenimizde yine bağırsakta zararlı bakterilerin artışına bağlı bozulabilir.

Yazının Devamını Oku

Uyurken doğum yapan bile var!

9 Kasım 2018
Aslında bilinenin aksine doğum o kadar da korkutucu bir şey değildir.

KORKULU BİR DOĞUM HİKAYESİ DAHA FAZLA İLGİ ÇEKER

Kadından kız evladına ya da akranlar tarafından aktarılan korku dolu doğum hikayelerini duymayanınız yoktur. Peki, ya filmlerdeki doğum sahneleri nasıl ama!

Sanki doğum anında ne kadar çok acı çekersen, o kadar kahraman gibi algılanırsın ülkemizin bazı bölgelerinde… Özellikle kadınlar aile içinde bunu bir statü elde etmek için daha da abartarak anlatabilir ki; kayınvalidesi tarafından takdir edilsin ve ailede itibarı yükselsin, kocasına sözü geçsin. Özellikle doğuma karşı bilgisi az olan kadın, bu hikayelerden nasibini alır, filmlerdeki görüntülerdeki olumsuz mesajlara karşı daha savunmasızdır. Böylece “doğum korkusu” nesiller boyu sürer gider.

“TARLADA ÇALIŞIRKEN DOĞUM YAPTIM, SONRA DA İŞİME GERİ DÖNDÜM”

Aslında bilinenin aksine doğum o kadar da korkutucu bir şey değildir. Doğumu, doğal yaşamın bir parçası, doğal bir süreç olarak gören toplumlarda, bazı Afrika kabilelerinde kadınlar, bizim film sahnelerinin aksine yumuşacık doğururlar. Hemen de evlatlarını emzirip, günlük yaşamlarına geri dönerler. Bizim de anneanne ve babannelerimizden çok duydum “tarlada çalışırken çekildim bir kenara doğurdum, taşla da göbek bağını kesip, işime devam ettim” tarzında hikayeleri….

Az bilinen bir gerçek var ki; tüm kültürlerde bazı kadınların ağrısız doğum yapabileceği…

UYURKEN DOĞURAN BİLE VAR

Literatürde uç bir örnekten bahsedilir. 1828’de Dr. Douglas, Londra’da bir aile için doğuma çağrılır. Ancak bebek, o gelmeden önce doğar. Kadın, uyurken doğurmuştur. Bunun farkına ancak, 5 yaşındaki kızının uyandırmasıyla varır.

Tek örnek bununla da kalmaz. Dr. Dick-Read “Korkusuz Doğum” kitabında 1913’te, bir tıp öğrencisiyken tanık olduğu bir durumu anlatır. O zamanlar doğumun ağrılı olduğuna inanılırdı ve ağrı kesici olarak kadınlar kloroform koklatılarak, bayıltılırdı. İlk defa bir kadın bunu red eder. Dr. Dick-Read nedenini sorduğunda; lohusa kadın hemen cevap vermez. Başını, ona yardım eden yaşlı kadından (muhtemlen ebe), günün ilk ışıklarının içeriye dolduğu pencereye doğru çevirerek:

- “Acımadı ki”

Sosyal medyadan bana ulaşan doğumda uyuduğunu bildiren bir başka annenin mesajı da burada

Peki, aynı fiziksel eylemin; tamemen farklı şekillerde deneyimlenmesi nasıl mümkün?

Eğitimle sevgili anne :)

Bunu sağlayan en önemli şey kadının “doğuma atfettiği anlamdır”. Doğum olayını algılayış biçimidir. Günümüzde “farkındalıkla doğum”, “hypnobirting” gibi teknikleri kullanarak yürütülen doğuma hazırlık sınıflarında ve kişisel danışmanlıklarımda doğum korkusu dönüştürülmeye çalışılır. Örneğin; acı kelimesi yerine “doğum dalgası” ifadesi kullanarak başlamak bile fark yaratır çünkü beyin söylenene inanır. Ya da acının bedenimizde yolunda gitmeyen bir şeye dikkat çekmek süretiyle, aslında “bedenden beyne gönderilen bir bilgi” olduğu ve bu bilginin hayat kurtarıcı rolü olduğu kavratılır, mesela parmağımız yandığında acı duyarız ve bedenden beyne gönderilen bu bilgi sayesinde elimizi çekerek, daha fazla yanmaktan kurtuluruz. Bu eğitimlerde acı ile başetme çalışmaları yapılır. Mesela buzlarla dolu bir kaba eller daldırılarak, nefesimize odaklanma yolu ile günden güne ağrı ile daha fazla kapasitede mücadele etme becerisi kazandırılır. Seri halde farkındalık ve içsel çalışmalar, nefes çalışmaları ve meditasyon pratikleriyle çiftlerin doğuma hazırlanmaları sağlanır.

DOĞUM SIRASINDA ORGAZMA BENZER DENEYİMLER YAŞAYAN KADINLAR VAR

Öncelikle doğum ve cinsellik eylemi arasında büyük benzerlikler olduğunu belirtmekle söze başlamak isterim. Basitçe bakarsak; cinsellik eyleminin bir sonucudur doğum. Ancak her ikisinde de mahremiyet ihtiyacı gibi, kasların gevşemesi için zaman gerekmesi gibi, loş ışıkların, hoş bir kokunun, yumuşak dokunuşların her iki eylemde de faydasının olması gibi ortak yanları da var. Bu iki eylem arasında fizyolojik bağıntılar da var. Örneğin doğumda rahim kasılmalarını uyarmak için suni sancı dışında doğal bir yöntem kullanılmak istenirse, meme başı uyarısı yapılır. Doğum daha etkili ilerler. Ya da post tem olarak adlandırdığımız 42. haftasında olmasına rağmen doğmayan bebeklerde cinsel ilişki önerilir. Görüldüğü gibi cinsel eylemlerin doğum olayıyla yakından ilgisi vardır. 

BUGÜNE KADAR “ORGAZMİK DOĞUM” KAVRAMINI DUYMAMIŞ OLABİLİRSİNİZ

Son 30 yılda doğum olayına yaklaşımın değişmesiyle birlikte; bazı kadınların doğum anına ilişkin orgazma benzer duygular yaşadıkları belirlenmiştir. Doğumun kendinden geçirecek kadar mutluluk verici ve coşkulu olduğunu hisseden kadınlar vardır. Amerika’da bir doğal doğum merkezinde orgazmik doğum yapanların sayısı %20 olarak bildirilmiştir. Bugüne kadar “orgazmik doğum” kavramını duymamış olabilirsiniz. Bunu çoğu sağlık peroneli de bilmeyebilir ya da yüksek beklenti oluşturmamak için size bahsetmemiş olabilir.

EĞİTİM ALAN KADINLAR ORGAZMİK DOĞUMLARA DAHA MEYİLLİ

Doğum dalgalarını anlamak ve onlarla baş etmek için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan ve yukarıda bahsettiğim doğuma hazırlık eğitimlerinden geçmiş kadın orgazmik doğum yapmaya eğilimli oluyor.

Ayrıca sosyal medya üzerinden bana ulaşan mesajlarda Türk kadınlarının da adına “orgazmik” demeseler bile, benzer coşkuları yaşadıklarını anlamak mümkün. İşte birkaç örnek:

“Öyle güzeldi ki doğurmak…Ne acı, ne ağrı hatırlamıyorum”“Doğum anı gibi müthiş bir an daha hatırlamıyorum…Doğum anı çok rahatlatıcıydı”“Harika bir his…Mutluluk var, huzur var…”“Çok rahat doğum oldu…şiddetli bir ağrı değil, defalarca uyudum”“Dalgalar canımı acıtmadı…Doğumla birlikte inanılmaz bir enerji patlaması yaşadım” (Dalgalar ifadesini kullanmasından eğitim almış bir anne olduğunu anlıyoruz.)

Haydi sevgili anne, sen de eğitim al ve bu mucize deneyimi korkarak değil, keyifle yaşa, bebeğini aşkla besle...

BEBEĞİM NE ZAMAN DOĞACAK?

Kadından kız evladına ya da akranlar tarafından aktarılan korku dolu doğum hikayelerini duymayanınız yoktur. Peki, ya filmlerdeki doğum sahneleri nasıl ama!

Sanki doğum anında ne kadar çok acı çekersen, o kadar kahraman gibi algılanırsın ülkemizin bazı bölgelerinde… Özellikle kadınlar aile içinde bunu bir statü elde etmek için daha da abartarak anlatabilir ki; kayınvalidesi tarafından takdir edilsin ve ailede itibarı yükselsin, kocasına sözü geçsin. Özellikle doğuma karşı bilgisi az olan kadın, bu hikayelerden nasibini alır, filmlerdeki görüntülerdeki olumsuz mesajlara karşı daha savunmasızdır. Böylece “doğum korkusu” nesiller boyu sürer gider.

Aslında bilinenin aksine doğum o kadar da korkutucu bir şey değildir. Doğumu, doğal yaşamın bir parçası, doğal bir süreç olarak gören toplumlarda, bazı Afrika kabilelerinde kadınlar, bizim film sahnelerinin aksine yumuşacık doğururlar. Hemen de evlatlarını emzirip, günlük yaşamlarına geri dönerler. Bizim de anneanne ve babannelerimizden çok duydum “tarlada çalışırken çekildim bir kenara doğurdum, taşla da göbek bağını kesip, işime devam ettim” tarzında hikayeleri….

Az bilinen bir gerçek var ki; tüm kültürlerde bazı kadınların ağrısız doğum yapabileceği…

Literatürde uç bir örnekten bahsedilir. 1828’de Dr. Douglas, Londra’da bir aile için doğuma çağrılır. Ancak bebek, o gelmeden önce doğar. Kadın, uyurken doğurmuştur. Bunun farkına ancak, 5 yaşındaki kızının uyandırmasıyla varır.

Tek örnek bununla da kalmaz. Dr. Dick-Read “Korkusuz Doğum” kitabında 1913’te, bir tıp öğrencisiyken tanık olduğu bir durumu anlatır. O zamanlar doğumun ağrılı olduğuna inanılırdı ve ağrı kesici olarak kadınlar kloroform koklatılarak, bayıltılırdı. İlk defa bir kadın bunu red eder. Dr. Dick-Read nedenini sorduğunda; lohusa kadın hemen cevap vermez. Başını, ona yardım eden yaşlı kadından (muhtemlen ebe), günün ilk ışıklarının içeriye dolduğu pencereye doğru çevirerek:

Yazının Devamını Oku

Emziren anneler diyetinde nelere dikkat etmeli?

30 Ekim 2018
Emerken kendini geriye atarak, ağlayan bebeğin varsa; emzirme, sürekli bu ağlamalar yüzünden kesintiye uğruyorsa, emzirme zamanları uzun vakitler sürüyorsa, emzirme ikiniz için de keyifsiz hal almaya başladıysa, bebeğin yorgunluktan yenik düşüp, uykuya dalıyorsa, uykuları kısa süreli ve kalitesiz ise; bu makaleyi senin için yazdım. Sana ve güzel yavruna şifa olmasına niyet ediyorum.

Bebekler bunu iki nedenle yaparlar:

Bir çişi/kakası gelmiş olabilir. Kendini kirletmeme içgüdüsüyle doğan bebek, bezine yapmamak için anneye tuvaletinin geldiği sinyalini bu yolla verir. Bu sinyali doğru okuyan anne, tuvalet iletişimi* yöntemini kullanıyorsa, bebeğini çişe tutar. Bebek boşaltım ihtiyacını giderdikten sonra mutlu, mesut emmeye devam eder. Hatta barsak gazını da çişe tutulan pozisyondayken çıkararak, rahatlar.

Emzirme yöntemiyle ilgili yapılan hatalar 

Bebeklerde “gastrokolik refleks” adı verilen bir durumdan bahsetmek isterim. Bu refleks, emme sırasında barsakların faaliyete geçmesi refleksidir. Yeni besinlere yer açmak için vardır ve olmalıdır da. Sindirim sistemini bir boru gibi düşün güzel anne, bir ucunda dil, diğer ucunda rektum (barsağın son kısmı) var. Emerken yaptığı dildeki dalgalanma hareketinin aynısı, beslenme sırasında barsakta da olur. Bazı bebeklerde sindirimle ilgili bazı enzimler henüz salgılanmadığından, gaz şikayetleri yoğun olabilir. Bir besinin ağızdan sonra rektuma kadar olan yolculuğu, besinden besine değişmekle birlikte, çocuklarda yaklaşık 33 saat, yetişkinde ise yaklaşık 53 saattir.*

Emerken, gaz sancısından muzdarip olan minik yavrun, sık sık memeyi bırakarak ağlar, emzirme kesintiye uğrar. Tam da bu refleks sayesinde, emerken aynı anda kakasını yapabilir. Bu refleks 3-6 aylık bebeklerde emzirmeden hemen sonra devreye girer ve o zaman kakasını yaparlar. Biraz daha büyük bebeklerde beslendikten 10-15 dakika sonra devreye girer.

Annelerin, bu durumda yaptığı en yaygın davranış, bebeği diğer memeye geçirmektir. Dün yine bu tarz bir yöntemle bebeğini aşkla besleyen genç bir anne ile çalıştım. Sağarak veriyordu. Ancak sağdığı sütleri birleştiriyordu. Memeyi tam boşaltmadan sadece önsütleri sağdığı kaba, iki memenin de önsütünü koyuyordu. Fazladan önsüte maruz kalan henüz dokuz günlük bebeği, çığlak atarak ağlıyordu ve sonunda yorgunluktan uykuya yenik düştü. Ancak huzurlu bir uyku uyuyamadı çünkü sindirim şikayetleri devam etti. Bir sonraki emzirme sırasında, bebek sancılanacağını düşünerek, memeye gelmek istemez, anne de bunu meme grevi/reddi gibi algılayabilir. Benden destek isteme deneni de tam olarak buydu.

Oysaki yapılması gerekenleri sıralayalım:

Her öğünde tek memeden beslemelisin güzel anne. Bir meme tamamen boşaltıdığında diğerine geçerek, bebeği fazla önsüte maruz kalmaktan korursun, sindirimi kolay yağlı kısmı da aldırarak, midesinde dengelenmesini sağlarsın.

Yazının Devamını Oku

Bebeğin tek memeden emme sorunsalı

1 Ağustos 2018
Bazen bebekler, annenin daha rahat ettiği tarafta, annenin sakinliğine bağlı o tarafta daha rahat ve güvenli hisseder. Diğer tarafta anne pek rahat edemiyor ya da panik içinde emziriyorsa, bebek almak istemeyebilir.

İnsan bedeninde tıpkı gözler, kaşlar gibi bazen memeler de simetrik olmayabilir, bu gayet normaldir. Bazen bir memenin ucu, diğerine göre daha çıkıntılı olur ve bebek kolaylıkla kavrar, diğerinin düz, içe çökük ya da meme başının yenidoğanın ağzına göre büyük ve uzun kalmasından kaynaklı, bebek kolay olanı seçer, diğerinde ağlar, huzursuzlanır ya da almaz. Bebeğin aldığı meme daha çok süt üretirken, diğerinde süt azalır.

Öneri olarak; süt azlığını önlemek için diğer memeyi de tıpkı emzirirmişçesine sağabilirsiniz (çok sık değil), sağdığınız sütü; bebeğin kilo almı tek memeden beslenmeyle yeterliyse, buzluğa atabilir ya da bağış yapabilirsiniz. Biberon kullanmaksızın, kaşık, damla, enjektör ya da bardakla bebeğinize verebilirsiniz.

Bazen bebekler, annenin daha rahat ettiği tarafta, annenin sakinliğine bağlı o tarafta daha rahat ve güvenli hisseder. Diğer tarafta anne pek rahat edemiyor ya da panik içinde emziriyorsa, bebek almak istemeyebilir. Mesela doğum sonrası serum takılı olan kolundaki rahatsızlık, bebeği güvenli tutmasına engel olup, bebeğin o tarafı red etmesine sebebiyet verebilir.

Bazen meme küçültme ya da büyütme operasyonlarında, oksitosin refleksini uyaran sinir, istemeden zarar görmüş olabilir. Bu refleks yok ise bebek ne kadar çekerse çeksin, süt transferi güç olabilir. Bazen sinir zedelenmesi tek taraflı olur ve bebek o taraftan almak istemeyebilir. Bazen bu refleksin red edilen memede yokluğu gibi aşırı fazla oluşu da sorun yaratabilir. Son bölümde neler yapabileceğinize yer verilmiştir.

Mastit gibi bir enfeksiyon geçirdiğinde, o taraftaki sütün tadı biraz daha tuzlu olacağından, almak istemeyebilir.

Ya da tıpkı parmaklarımız, kaşlarımız gibi memeler de asimetrik olabilir (Biri diğerine göre daha büyük olabilir). Sütün daha fazla depolandığı memeyi tercih edip, sütü depolayan hücrelerin az olduğu diğer memeden almak istemeyebilir.

Bazen reddedilen memedeki piersingler, benler ya da tüylerde bebeği rahatsız edebilir.

Nadiren meme kanseri, tek taraflı meme almama nedeni olabilir.

Yazının Devamını Oku

Yas sürecinden nasıl aşkla beslenebiliriz?

11 Nisan 2018
Size iyi gelen dostlar biriktirin, halden anlayan... Diğerlerini de silkelenin gitsin...

Yakın zamanda anneannemi kaybettim… Pek çok insanın “bu durumlarda ne denir, tam bilemiyorum, nasıl davranmak lazım” gibi ifadeler kullanması üzerine; “KAYIP YAŞAYAN BİREYE NASIL YARDIM EDEBİLİRİM?” diye öğrenmek isteyenlere adadım bu makaleyi… Şimdiden konuya merak duyarak, okuyanlara teşekkür ederim, bu büyük resme yaptığınız şifalı katkıdan dolayı şükranlarımı sunarım. Bu sorunun cevabını birlikte öğrenelim istedim bu makalede… Bu hassas konuda öğreti vermek haddime değil, sadece başımdan geçen bu demeyimde bana nelerin iyi geldiğini paylaştım yüksek sesle…

Anadolu’da bir deyiş vardır… “Kara bayram”… Yası olan bireylerin, kaybından sonraki ilk bayram “kara” olarak nitelenir ve o sürece dek kayıp yaşayan kişilerle “birlikte” olunur. Sadece fiziksel birliktelik değil, duygusal birliktelik de aynı zamanda… Hatta bu paylaşımın çok derin ve güçlü olduğunun adeta bir kanıtı gibi, ilk bayram, alışkın olunan bayram coşkusuyla geçmez. Herkez acılı ailenin/bireyin acısını paylaştığını göstermek için bayram sevinçlerinden feragat ederler. Ancak bu aynı zamanda artık iyileşme zamanın da “start” aldığının bir göstergesidir. Baharın geldiğinin müjdeleyicisidir adeta… Güzel Anadolum… Sen ne güzelsin… Ne anlamlı geleneklerin var hatırlanması gereken….

Öncelikle “kayıp” kavramını iyi anlamalıyız. Bir kişinin yası illaki kaybettiği bir yakını, sevdiği bir kişinin ölmesi anlamı yaşımıyor. Eşlerin/hayat arkadaşlarının boşanması/ayrılığı, yıllardır beslediği bir evcil hayvanın kaybolması, taşınma sebebiyle yaşadığı ve sevdiği dostlardan ayrılışı da birer kayıptır aslında… Savaşta şehit düşen askerlerimiz.. Deniz kenarına vuran küçücük bedenler... Şiddete kurban giden, ezilen kadınlarımız... Çocuk gelinlerimiz… İhmal ve istismar edilen yaşlılarımız… Hepsi kayıptır. İnsanlık kayıplarıdır.

Hele ki anne kanında ölen hiç doğmamış bir bebek…Buna “düşük” der, geçeriz… Ya da kürtaj olan bir annenin yasını hiç anlamayız bile… Ya da bebeğini çok isteyip de emziremeyen anneler… Onların da yaşadığı kimi zaman lohusalık hüznü, kimi zaman lohusa depresyonu ile karıştırıldığı şey aslında kayıptır, yasıdır. Bazen bana danışan annelerde çoğu zaman, aslında emzirme sorunu gibi kendini gösteren şeyin aslında özgürleştirilmemiş duyguları olduğunu bilir ve seansın son kısmını sadece onu dinlemeye ayırırım. Ardından bir mesaj alırım. Artık emzirme sorunu büyük oranda çözülmüştür.

Ya da tüp bebek girişiminden sonra, hamile kalamayan, hayal kırıklıkları yaşayan, doğmamış bebeğine üzülenlerimiz yok mu? Herbir başarısız girişimin daha büyük acıları da beraberinde getirdiği... Umutları söndürdüğü… Anne olamamanın yasını yaşarlar… Farkedilmeden kimi zaman…

Peki hiç doğurmamış kadınlar? Kariyer yapmıştır ama çocuk yapamamıştır. Annelik duygusunu hiç tatmamış olanlar? Onların yaşadığı duygular ne acaba? Kimi zaman kendilerinin de bilemedikleri…

Ya meme gibi, rahim gibi “kadın varoluşunun” simgesi olan organ kayıplarını yaşayanlar? İçlerinde bir yerlerde garip bir hüzün hissettiler mi? Yüksek lisans tezimi rahmi alınan kadınlar üzerinde yapmıştım. Çoğunun kullandığı ortak ifade “kadınlığımı kaybettim” şeklindeydi…

Yazının Devamını Oku