Musa Dede

Dataizm…

4 Mart 2018
Bu yazımızın konusu “Dataizm” kavramı, bildiğim kadarıyla ilk olarak 2013’te “NewYork Times” yazarı “David Brooks” tarafından kullanılmış. Kavram, yaygın biçimde tartışılmaya başlanmasını İsrail’li tarihçi/sosyal bilimci/düşünür Profesör Yuval Noah Harari’ye borçlu. Çok satan kitabı “Homo Deus”ta sözkonusu kavramı etraflıca ele alan Harari ülkemize de gelmiş ve geçtiğimiz sene “Davos”ta etkili bir sunum yapmıştı.

Geçen haftaki yazımızda kısaca değindiğimiz gibi “Dataizm”, “veri-tapıcılık/vericilik” anlamında bir felsefe ve dijital çağla yükselişe geçen yapay zeka güdümlü makinelerin yaşantımıza etkisiyle birlikte ele alınıyor. Çünkü dijital çağın veri toplanması ve depolanmasında açtığı çığır, internet, ve yapay zekanın kullanımındaki algoritmaların işleme kabiliyetiyle birleşince insanlık tarihinde devrimsel sonuçların meydana gelmesi kaçınılmaz olmuştur.

Burada “data/veri” bir araçtır, aynı zamanda olası bir silahtır, dolayısıyla güçtür ve insan güce tapmaya eğilimlidir. Mutlak güç ile, maneviyatı ile bağı zayıflayan insan, böylece tek boyutluluğa doğru düştükçe doğal olarak o boyutun güç unsuruna tapınmaya başlayasıdır (tersi de geçerli). Bu noktada amaca yönelik araçlar amaca perde haline gelir ve aracın kullanımını elinde tutanların manipülasyonuyla istikamet değişir. Nihayet istikameti sapan insan değersizleşir.

Amacının bizi veri-tapıcılığın tehlikelerine karşı uyarmak mı yoksa uyumlamak mı olduğu tartışılabilecek Harari’nin anlatısına göre mealen; “Dataizm”, evrenin ‘veri akışı’ndan oluştuğunu ve her varlığın değerinin ‘veri işleme sürecine yaptığı katkı’ ile belirlendiğini öne sürer. Veri işleme ise yapay zeka(Y.Z.) algoritmalarının en iyi yapacağı bir iştir. Zaten insan da karmaşık algoritmalardan oluşan bir varlıktan ibaretti. Bu onu diğer varlıklara üstün kılmıştı. Daha karmaşık algoritmalardan oluşan bir şeyin insanı tahtından etmesi doğal olacaktır..

“Dataizm”e göre; veri üretmesi şimdilik insana ibadet olarak kafidir. Veri paylaşmamak (e o zaman mahremiyet de) bu ‘dinimsi’nin küfürüdür. O halde sahip olduğumuz tüm verileri sisteme yükleyince ve Y.Z. de belli bir gelişim eşiğini geçip insan zekasının sınırlarını aştıktan sonra(singularity) insanın artık bir varlık sebebi kalmayacak mıdır? Ve o zaman da son ibadetimiz yerimizi usluca Y.Z.’ya terk etmek mi olacaktır?

Halihazırda pek çok iş kolunda zaten insana neredeyse gerek kalmamıştır; 2013’te Oxford Üniversitesi Mühendislik Bilimi Departmanı’nın bir araştırması 10-20 yıl içerisinde şimdiki mesleklerin %47’sinin otomasyonla yapılacağını öngörmüştü. “Arterys” bir radyoloğun 45 dk’da yaptığı işi 15 sn’de yapabiliyor. “STAR”(smart tissue autanomous robot) bir cerrahtan daha iyi ameliyat edebiliyor. Bir kısım avukatlık, finansçılık, gazetecilik, tercümanlık vb. şimdiden Y.Z. tarafından insanın becerdiğinden daha başarılı şekilde halledilebiliyor. Rusların geliştirdiği savaşçı hümanoid robot “Fedor”u duymuşsunuzdur. İngiliz gizli servis uzmanı, 2025’te Amerikan ordusunda insandan fazla robot olacağını söylüyor. Çalışanların 1/3’ü, 10-15 yılda iş değiştirmek (ya da işsiz kalmak) durumunda. Pilot, şöför, hatta oyuncu, bestekar, eğitmen robotlar, yoldalar…

Ve Harari diyor ki; Böylelikle “değersizler” diye yeni bir sınıf oluşmuş olacak, yapay zekanın sağlık, daha konforlu bir yaşam vs. alanında insan lehine yapacağı katkılar ise tüm insanlığa uyarlanmak yerine seçkin bir kesimin “süper-insan” olmaları yönünde değerlendirilebilecektir. Geçiş sağlanana kadar da, toplanan verileri bizden daha başarıyla işleyebildiği varsayılan Y.Z.’ler bizim yerimize ‘ne yememiz, nerede çalışmamız, neyi seçmemiz, kiminle evlenmemiz’ gibi bir çok hayati konuda hüküm verebilecektir(artık “hayır” kavramı nasıl tanımlanmışsa!). Yani gerekli düzenlemeler yapılmadığı taktirde Dünya, “big data”yı(büyük veri) elinde bulunduranların yönettiği bir dijital diktatörlüğe evrilecek, insan kendi eliyle kendi sonunu getirecektir.

Aslında bu olası distopyanın(kara ütopya) gerçekleşmesinin önünü, nefsini ruhuna, maddeyi manaya tercih eden, yanlış yorumlanmış ölümsüzlük arzusuyla kendini Yaradan yerine koyan ve bu uğurda indirgenmiş bir bilim anlayışını dogmalaştıran insanoğlu açmakta. Özgürleşmek isterken, farkında olmaksızın köleliğe doğru koşmakta. Bilinçsiz zeka… “Analog(benzer, eş, kesintisiz) iletim/iletişim”in yerini, daha ucuz olan (ama durağan ve kesintili) “dijital”e(sayısal) bırakmasıyla 0’lar ve 1’ler arasında seyreltilmiş gerçekliğimizin yorumu bizi hakikatsiz şeriata, hikmetsiz veriye mahkum bırakmakta..

Belki de, “Y.Z. potansiyel olarak nükleer bombadan daha tehlikeli” diyen Elon Musk’ın ortaya attığı doğru bir iddia; “Gerçeği yaşıyor olma ihtimalimiz %0.1!”.. Bir simülasyonun içinde sanrılanmaktayız. Ya da zaten bir üst sürümünü bekleyen yapay zekalarız. Ki fiziksel olarak kurgulanmış bir simülasyonun içindeysek meğer, yazılımın izin verdiği sınır değerlerin ötesine geçilemez. Bu sınırlar evrensel sabitlerle belirlenmiş matematiksel değerlerdir; ışık hızı, mutlak ısı, kütleçekim katsayısı, minimum zaman aralığı olan Planck zamanı, diğer Planck değerleri gibi…

Yazının Devamını Oku

Dadaizm’den Dataizm’e

25 Şubat 2018
“Da-da!”; Bebek sesi… 1.Dünya Savaşı yıllarında, savaşın getirdiği yıkım ve umutsuzluk hisleriyle, başını “Tristan Tzara”nın çektiği bir grup sanatçı yerleşik sanat formlarına meydan okuyan, devrimci “Dadaizm” akımının öncüsü oldular. Bu “sanat akımı” öncelikle şiir alanında yeşermeye başladı. Öncüleri, “bireyci anarşizm” felsefesinden etkilenerek, insanın düşünmesinin ve bu doğrultuda bir düzen oluşturma çabasının savaşlara sebep olarak insanlığa zarar verdiğini savlayarak “düzen-bozucu” bir eğilimle “sanat” yapmaya giriştiler.

“Dada” sözcüğü, bazı sanat tarihçisine göre sözlükten rastgele seçilen bir kelime iken bazısına göre de henüz mantık yürütmeyi bilmeyen bebeğin safiyane biçimde çıkardığı anlamsız seslere gönderme yapar. Dadaistlere göre sanat da bu şekilde yapılmalı, büründüğü elitist yapıdan soyundurulmalı, insan kendisine dayatılan tüm kalıplardan özgürleşmelidir. Ne de olsa; “yaşam saçmadır”(!)…

1923’te sona erdiği kabul edilen bu kısa ömürlü akım ardında “altı çivili ütü, üzeri hayvan tüyleri kaplı kaşık, bıyık ve keçi sakalı çiziktirilmiş Mona Lisa tablosu” gibi “ikonik” eserler bıraktı. Duchamp’ın “Çeşme” adını koyarak üzerini imzalama dışında bir şey eklemeden sergilettiği pisuvar pek çok Batılı sanat eleştirmeni tarafından 20.yy sanatının dönüm noktası ve çağın en önemli sanat eseri kabul edilir. Post-modern çağa kapı aralayan ve “Pop Art”tan “Kavramsal Sanat”a kadar derin etkileri görülen “Dadaizm”, sonrasında yerini düşüncenin aklın denetimi olmadan ve ahlak gibi engelleri hiçe sayarak ortaya konmasını savunan “Sürrealist”(Gerçeküstücü) harekete terk etti.

 

Bu süreçler yaşanırken teknoloji hızla gelişiyor, Dünya küreselleşmenin etkisiyle bir büyük köy haline geliyordu. “Tanrı” inancının gündelik yaşama etkisini, insanın ilerlemesinde bir zaaf olarak kodlayan yeni medeniyet artık külli akla tabi olmayı reddederek, “Hümanizm”i ve dolayısıyla cüzi aklı(akl-ı meaş) merkeze alan yeni felsefesini büyük Dünya köyünün yeni dini olarak dayatacaktır. Bu taze hava önceleri umutla karşılanmış lakin meselenin, dini sömürenlerin kılık değiştirerek “Hümanizm”i suistimal edecek makamlara kurulmasından ibaret olduğu anlaşılmıştır. Bu arada “Tanrı”, insanlık nezdindeki yerinden edilmiş olmuş, sömürünün önü daha bir açılmıştı.

Nihayet Dünya savaşları.., ve paralelinde ortaya çıkan “Dada” gibi akımlar insanı insan yapan “akıl, ahlak” gibi kavramları da “özgürleşme” adına alaşağı etmeye giriştiler. “Tanrı”yı (haşa) satan insanın -doğaldır ki- kendini koyduğu zirvede durması imkansız olacaktır. Nitekim ters orantılı olarak maneviyatı düştükçe dünyeviliği artan insan, teknolojiyi yücelterek gitgide haz odaklı ve bencil bir yaşama doğru yuvarlanmaktadır. Vahiyle desteklenen hikmet yerini bilgiye bırakmış ve şimdi de bilginin yerini veriye bırakmasının zamanı gelmiştir.. 

 

Artık bebekler yeni akımı hecelemekteler; “da-ta, da-ta”… “Data” yani “veri”, içinde bulunduğumuz dijital çağın en kıymetli metası halindedir. Bilgisayarların, yapay zekanın, internetin gelişmesiyle birlikte her iki günde bir sisteme dahil olan “data/veri”, bildiğimiz zamanın başlangıcından 2000 yılına kadar toplanan veriye denk olmaktadır. Bugünün toplam kullanılabilir veri yükü olan 5 zettabyte’ın 2020’de 50 zettabyte’a ulaşması bekleniyor..

Teknolojik insanın ne yapsa ardında bırakır olduğu dijital iz şimdilik bu veri birikiminin başlıca kaynağı. Ancak makinalar arası data aktarımı da önemli girdilerden. Veri akışını artırmak üzere, sistem dışı hiçbir şeyin kalmaması için tasarlanan “şeylerin interneti” ise geleceğimizin olası sürprizlerinden..

Yazının Devamını Oku

Niyazi Mısri ilmihalinden damlalar…

18 Şubat 2018
Gazetedeki haberin başlığı şu idi geçen gün: “Kiminle vakit geçirirsek beynimiz onunkine benziyor!” ABD’deki Northwestern Üniversitesi’nde, beynin elektrik sinyallerinin senkronizasyonu konusunda çalışan nöroloji uzmanı Prof.Dr.Moran Cerf’in araştırmalarının sonucunu pek güzel özetliyor bu cümle.. Fakir de 400. doğum yıldönümü vesile; Niyazi Mısri Hazretleri’yle vakit geçirmedeyim bu günlerde. Maneviyatı, dipdiri eserlerinde ve hem sevenlerinin gözbebeklerinde..

Bir menkıbesini okuyorum, vaktiyle gördüğüm bir mana anlam kazanıyor zihnimde. Niyet edip divanını açıyorum “Hu” diye, halden hale geçişlerime cevaben “Gah nasara(nasıralı) gah yahudi gah tersa(hıristiyan) gah mecusi / Gahi şia gah olur sunni, müselman olurum” dizeleri önümde(not: burada mevzubahis tasavvufi makam geçişleridir).. Erenlerin nefesiyle soluklanan eserler sözkonusu olduğunda “tefeül” denilir bir adet vardır geleneğimizde. Müşkülün neyse yahut bazen de salt sohbet temennisiyle bir sayfa açılır eserden ve rabıtan(bağlantın) yerindeyse münasip bir karşılık geliverir hemen. Özde birlik, hissedilir…

 Yaşayan eserler en iyi yaşayarak anlaşılır elbet.. Nitekim geçen hafta sözleştiğimiz gibi, “Mustafa Tatcı” Hoca ile buluşuyoruz. O, kırk yıldır Niyazi Mısri’nin izinde, bir çok eserini telif etmiş, nicedir halleniyor Hazret’in haliyle, demlenmiş hikmetleriyle. Bu yazı için niyetim olan “Mısri Hazretleri’nin kendi şiirlerinden(‘nükte-i ilahiler’ diyor Tatcı Hoca) temel meselelerimize cevap çıkarmak” üzere fakire rehberlik ediyor. Buradan sonraki bölüm sohbetimizin izdüşümleri olacak;

 “Kimdir insan? Kimiz biz, bu dünyada ne ederiz?” diye sormaya, sorgulamaya başlayan insana hitaben: “Gel ey gurbet diyârında esîr olup kalan insân / Gel ey dünyâ harâbında yatıp gâfil olan insân // Gözün aç perdeyi kaldır duracak yer mi gör dünyâ / Kati mecnûn durur buna gönül verip duran insân // Kafesde tûtîye(papağana) sükker(şeker) verirler hîç karâr etmez / Aceb niçin karâr eder bu zindâna giren insân // Ne müşkil hâl olur gafletde yatıp hîç uyanmayıp / Ölüm vaktinde Azrâîl gelince uyanan insân // Kararmış gönlün ey gâfil nasîhat neylesin sana / Hacer’den katıdır kalbi öğüt kâr etmeyen insân // Bu derdin çâresin bul var elinde var iken fırsat / Ne assı sonra âh u zâr edip hayfâ(eyvah) diyen insân // Niyâzî bu öğüdü sen ver evvel kendi nefsine / Digil kim gayrıya, andan tuta her işiden insân” diyerek Mısri de -başta kendi nefsi- hepimizi bir yol bulup bu dünya gurbetinden hakikate uyanmaya davet ediyor..

 Bu uyanış, insanın kendini bilmeye başlamasıyla birlikte Rabbini bilmeye başlaması yani kulluğunun idrakiyle olasıdır. “Güçdür kati Hakk'ın yolu dergâhı hem gâyet ulu / Sıdk ile olmazsan kulu, etmez yolu âsân(kolay) sana // Kulluğa bel bağlar isen şâm u seher ağlar isen / Sular gibi çağlar isen tîz bulunur ummân sana” diyen Mısri, Hakk yolunun doğruluk, samimiyet, sadakatle kolaylaşacağını, kulunun ziyan ettiği emanetlere ağlamakla kalbinin temizlenesi ve menziline yaraşır bir gayret göstermekle hasretinin çabuk bitesi olduğunu bildiriyor.

 

Bu yola cehdeden kul artık, nefsini terbiyede ahlakını örnek aldığı, kulluğun en yüce Sultanı, Peygamberi Hazreti Muhammed’in(sav) “fakr(nefsinin Rabbi karşısındaki yoksulluğunu bilmek) benim övüncümdür” hadisini düstur edinecektir; “Nefsini bilen erermiş bir tükenmez devlete / ’Fakru fahri’dir Niyâzî bil o devletden garaz”.. Bu hususta kula, aynasında kendini ve nihayet “Nur-u Muhammedi”yi görmede vesile olacak bir “Mürşid-i Kamil” bulmak gerektir, çün; “Mürşidi kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş”, velhasıl ‘Allah’ta zorluk yoktur!’

 Yolda süluk eden kişi, artık ariflerin yoluna girmiştir; “Mekteb-i irfâna gir oku bu ilmin aslını / Gör ki nice derc olupdur bu ilimde dört kitâb”.. Salik, bu yolda iki bacakla yürüyecektir, bunlar ilim ve aşktır. İlim ile ilgili “Zât-ı ilme Mustafâ esmâya Âdem'dir emîn / İkisinden zâhir olmuşdur ulûm-ı enbiyâ” demekle Mısri, esma ilminin Adem’e(ve ona varis olan insanoğluna), Zat ilminin ise Hz.Peygamber Muhammed Mustafa’ya(sav) emanet edildiğini haber veriyor.

 Bu ilimlere dair hikmetler canımız içredir ve bunları uyandırmaya vesile canlar kıyamete değin aramızdadır; “Kandedir cehl ile zulmet nefs-i subânındadır / Kandedir ilm ile hikmet bil anı cânındadır(Cehâlet ve karanlık nerdedir bilir misin? Onlar senin ejderhaya benzeyen nefsindedir. Yine ilim ve hikmet <hakikat bilgisi> nerdedir bilir misin? Onlar da senin cânında gizlidir) // Zulmet-i cehli bırak sen iste nûr-ı hikmeti / Cennetin zevkin dilersen cümle irfânındadır(Ey sen! Hakk'ı bilmemekten kaynaklanan câhillik karanlığından kurtul, eşyânın hakikatiyle ilgili bilginin nûrunu arzula! Cennetin zevkini istiyorsan bil ki onun zevki tamamen irfânında yani elde ettiğin Hak bilgisinde mevcuttur)..

Yazının Devamını Oku

400. doğum yıldönümünde Niyazi Mısri Hazretleri

11 Şubat 2018
İçinde bulunduğumuz 2018 yılı, irfan geleneğimizin ve dahi edebiyatımızın kilometre taşlarından, büyük mutasavvıf Niyazi Mısri Hazretleri’nin 400. doğum yıldönümüdür. Kutlu olsun!

Malatya doğumlu Mehmed bin Ali, genç yaşta içine düşen Allah aşkıyla hakikat ilminin peşinde Diyarbekir, Mardin, Kerbela, Şam derken Mısır’a varır ve medrese eğitimini orada, Camiü’l-Ezher’de tamamlar. Sonrasında “Mısri” mahlasıyla anılacak olması bu sebeptendir.

Evvelce gördüğü mananın etkisiyle genç Mısri, aksi azgın bir köpek suretinde aynasına vuran nefsini zincirleyip kendisini rahatlatan zat-ı muhteremi aramaya devam etmek üzere, Kahire’de kendisine teklif edilen tarikat hilafetini de geri çevirerek yeniden yola revan olur.

İskenderiye, İstanbul, Bursa… ve nihayet Uşak’ta, rüyasında görmüş olduğu gönül kalaylayıcısı, vaktin kamili Halveti Şeyhi Ümmi Sinan Hazretleri’ne kavuştukta sene 1647, Mısri de 29 yaşındadır.

 

Ümmi Sinan Hazretleri’ne derviş olan Mehmed Mısri Efendi, Elmalı’daki 9 yıllık manevi eğitimi boyunca zorlu bir nefs mücadelesi içinde riyazat(nefsini hevesattan men), zikir ve erbain(çile) ile meşguliyetin yanı sıra hizmet için de “tıpkı Hz. Yunus Emre gibi sırtında tekkeye odun, buğday veya su taşıma vazifesini üstlenir. Öyle ki sırtı, elleri, ayakları hep yara olur fakat ‘elbette bu da manevi feyzimizin husulüne sebeptir’ diyerek sabreder, asla şikayet etmez”.

Türlü sınav, yüzleşme ve mücahede sonrasında Mısri, 101 günlük son halvetinden ihvanın tekbirleri arasında “saçı, sakalı ağarmış, latif ve nurani bir hal ile fevkalade değişmiş olarak” meydana çıkar ve hilafete nail olur.

 

İlk önce Uşak’ta vazifelendirilen Niyazi Mısri Hazretleri yoğun ibadet ile erbaine devam ettiği süreçler neticesinde pek çok ledünni sırların mazharı olmuştur. Daha sonraları Çal, Kütahya, Bursa… ve Hz.Pir, Şeyhi Ümmi Sinan’ın “söyle, korkma!” hitabıyla nutkunun açılmasından beri gerek gördüğü yerlerde hesapsızca “Hakikat-i Muhammedi”yi kendi yüksek edebi zevkiyle nefes etmiş, bu haliyle nice gönlün uyanmasına vesile olmakla beraber bazı din uleması ve kimi siyasi nüfuz sahiplerini de rahatsız etmiştir.

Yazının Devamını Oku

Bir değil!

28 Ocak 2018
Ben de barış istiyorum! Kim istemez ki?

Aşk olsun istiyorum! Kim istemez ki? Lakin bu yaşa gelene kadar edindiğim fakirane tecrübeler bana öğretti ki aşk dahi yakıyor; nefsinden taviz vermeden olmuyor. Sevdiğin için mücadele etmeden aşkın delili ortaya konmuyor.. Buna seve seve katlanıyor gerçek aşıklar. Çünkü göğüs gerilen sıkıntıların hangi amaç için olduğunu biliyor. Bu pazarda talip olunan değerin gerekirse varını yoğunu ortaya koymaya değdiğini anlıyor, kabul ediyor. Aşk pahalı, barış da öyle.. İstiyorum demekle olmuyor, gayret gerekiyor!

Barış da yakıyor; işte barışın yakıcı kısmına “savaş” deniyor. Barış için savaşmayı göze almak, barış isteyenin samimiyetini gösteriyor… Rahatı bozulan nefs bunu istemiyor tabi, o bedel ödemeden almaya alışık, liyakatı bedava sanıyor. Öyle ki arzusu onu kör edebiliyor, gayri meşru yollara, kendi tatmini için hırsızlığa, zorbalığa dahi tevessül edebiliyor, hakkaniyetten uzaklaşıyor. Bu şekilde gasp edilerek erişilen bir barış asla içselleşemez, kalıcı da olmaz zaten, değeri bilinemez çünkü. Keza bu sınav yurdunda hiçbir şey boşa değil. Ayırdında olanlara…

Hak ile batıl bir değil. Barış için savaşmak zorunda kalmakla, yağma için savaşı istemek bir değil. Zalimle mazlum bir değil. Cesaretle saldırganlık, masumiyetle ahmaklık, tevazuyla eziklik bir değil. Bilenle bilmeyen bir değil. Bencillikle diğerkamlık, baş olma sevdası gütmekle önderlik etme sorumluluğunu üstlenmeyi bilmek bir değil. Vatanseverlikle faşizm, kimliğine sahip çıkmakla mikro-milliyetçilik bir değil. Zorbalığa karşı sesini yükseltmekle, toplumda kargaşa çıkarmak bir değil.. Şeytan da insan da sırat-ı müstakim üzere ama istikamet bir değil. Oturmakla ilerlemek bir değil.. Bir ile sıfırı toplasan bir ediyor ancak bunun mimarı sıfır değil…

Nihayet Allah’tan başka kimse mükemmel değil. Biz de değiliz.. Doğru yol üzere istikamet için gayretkeş olmamız bizi kardeş yapıyor. Hakk yolcuları ümmettir. Ulusal birliğimizin en temel yapıtaşı da bu olsa gerektir. Bu yolda kader birliği içinde olanlar birbirine destek olma mesuliyeti taşırlar, kabiliyetimiz neyse, gücümüz yettiğince.. Ve bu desteğin ortaya konulması gereken zamanlar olur, ki kader birliği içinde olanlar birbirini daha iyi bilsin, saflar pekişsin. Ki birimizin başarısı hepimizin olsun, kendi içinde birliği yakalayanlar diğerlerine de örnek olsun…

O günler bu günler! Herhangi bir halka karşı değil, barışseverlere karşı hiç değil; içimizi kemiren sömürgeci bir zihniyete karşı mücadelenin yoğunlaştığı günler. İnsanlığın hakettiği değere bir adım daha yaklaşabilmesi için fedakarlık edilecek günler.. Barış kavramının içinin özgürlükle doldurulabilmesi için ve bunun tüm halklar nezdinde daha adil bir paylaşımı getirmesi için, kurtuluş için…

O kibirli tepeden bakışlarıyla, tüm gözü doymazlıkları, ahlaksızlıkları, yalanlarıyla herkesi zorbaca kendi sarmalları içinde boğmak isteyenlerin temsillerine karşı, hem içimizde hem dışımızdaki zalim nefsihana karşı; savaştayız! Belki istemeden, mecburen ama gerçek barışın yolunun buradan geçtiğini bilmekle gönlümüzü teskin ederek… Sefer bizden, zafer Allah’tan! 

Buna karşın “Dervişlik” anlayışını Batı’dan ithal, kasıtlı bir bakışla yorumlayıp da cahilce bilmişlik ederek veya bizi sindirmek maksadıyla, “Yahu bu olanlardan sizin gibi ‘Ehl-i Beyt’ yolunda fakir, miskin Tasavvuf muhiplerine ne?” diye sorgulayan hariciler olacaksa ve başlıca rol modelimiz Hz.Peygamber(sav)’in “Ya Haydar-ı Kerrar, gayrı ferrar” hitabına mazhar olan Hz.Ali(ra) Efendimiz örneği de kafi gelmiyorsa, cevaben (“Zeki” kardeşimin pek güzel derlediği gibi):

“Anadolu Erenleri” geleneğimizin nice fetası arasında bulunan; Şeyh Edebali’den, Sultan II. Murad’ın İstanbul kuşatması sırasında yanında olan Emir Şemsettin Buhari’ye, İstanbul’un fethi sırasında Fatih Sultan Mehmed’in yanındaki hocası Akşemsettin’den, Kanuni Sultan Süleyman’a Zigetvar Seferi sırasında eşlik eden Şeyh Muslihüddin Efendi’ye, Ferhat Paşa ile Tebriz seferine katılan Aziz Mahmut Hüdayi’den, Sultan II. Osman’ın Lehistan seferi sırasında yanında bulunan Şeyh Beşir Efendi’ye,, yetmedi İştibli Emir Abdülkerim Efendi’nin Estergon, Galata Mevlevihane’si Postnişini Adem Dede’nin Hotin, Muhammet Nazmi Efendi’nin Uyvar, Derviş Çelebi’nin Kamaniçe seferine katılmalarına, bunlardan başka Vani Mehmet’in Viyana kuşatmasında ordu vaizi olarak görevlendirilmesine, Sultan II. Mustafa’nın Avusturya seferinde Bosnalı Mustafa Efendi ile birlikte Himmetzâde Abdullah Efendi’nin ordu vaizi olarak görev almasına… pek çok örnek getirilebilir. Horasan erlerinden, Çanakkale, Kurtuluş Savaşları esnasındaki derviş alaylarına kadar misal çoktur da, fazlasına şimdilik gerek yoktur. Yolun düsturu bellidir..

Yazının Devamını Oku

Rüya Sineması

21 Ocak 2018
Arapça “reâ” fiili, “görmek” anlamında kullanılır. Malumunuz olduğu üzere “görmek” gözler vasıtasıyla gerçekleşen bir eylem. Gözlerimiz açık olunca görür olabiliyoruz ancak bu alemi. Gel gör ki aynı fiilden türeyen “(uyku sırasında) görülen şey” anlamındaki “rüya” esnasında gözlerimiz örtülüdür. Yoksa gözlerimizin dışa kapanıp da içe açılmasıyla görülen şey midir aslında “rüya”?

“Saklının da saklısıdır görmek dediğimiz şey; henüz rüyadadırlar rüyada uyanık olanlar, ama bunu kabul etmezler” (Galib)

Mana içinde mana, rüya içinde rüya… Bu konudaki literatür ciltleri dolduracak evsafta.. Üzerinde anlaşabileceğimiz bir şey varsa o da; ehlince tabire muhtaçtır rüya! “İşte görmüş olduğum rüya, Rabbim onu gerçek çıkarttı” demişti ya Hazreti Yusuf daha önce tabir edilen rüyasının sonunda(Yusuf 12;100).. Nitekim “alem”, “belirti, işaret” de demek ya.. İbret alınmadan tabir olunur mu hiç alemet-i rüya, Alem-i Dünya? Kişisel dünyalarımız da ve -eğer ahirete nispetle “rüya” misaliyse gerçekten- yaşantımız da; ibretlik delildir, alana.. Nihayet ölünce burada, dirilince sonrasında, uykudan uyanan kimsenin -tabir edicinin kelamına göre gerçekleşmesi beklenen- rüyası gibi, tabir ve tevil edilecek hayatımız, umarız hayrımıza…

Hayra yorulabilsin diye keşke, rüyaya müdahale etmek, onun içinde, görürken; marifet istiyor. Kişi hangi alışkanlıkları edinmişse, gönlünde neler yer etmişse, fikrini ve zikrini hangi istikamete doğru genişletebilmiş, nefs mücadelesinde hangi merhaleleri geçebilmişse, ruhunun uyanıklığı oranındaki kabiliyeti de o derece.. Ve doğru kimseye, iyisi mi bir Hakk dostuna, neticede ‘O -basiret sahibi- dostlar Dostu’na tevil ettirilesi yaraşıklı manalar(kalp gözü ile görülen rüyalar) biriktirebilmek esas mesele… Derdim o ki; ahirette, filmimiz başa sarılıp gösterildiğinde, utanıp sıkılmadan izleyebilsek birlikte gerçekleşeni, keyifle…

“Bir rüyadır hayat, bir rüya, uyursun / şu dünya denen sahnede / gölgeler misali süzülüp kaybolursun / dalgalar üzerinde // Bir yerde ve bir zamanda atarsın / adımlarını miskin / (bilmezsin) o an tam ortasındasın / ezel ile ebedin” (Johann Gottfried Herder)

Fakat bir sorunumuz var bence şimdilerde. İyi film pek az çıkıyor sanki bu devirde. Tektipleştiriliyoruz bir yerde. Rüyalarımız bile fakirleşiyor mu ne? Belki de yalnızca bir vesvese… Ancak kabul edelim ki gözlerimizin dışa dönük oburluğunu kışkırtacak şeylerin artmış olması da ciddi bir mesele. Halbuki gerçek “Alem-i Misal” başka yerde; içte…

Günümüz insanı artık giderek ekrana bağımlı bir halde. Yaşantılarımızın izdüşümleri kara ekranlardan gözümüz, kulağımıza, oradan da zihnimize ve ruhumuza aktarılanlarla fazlasıyla karışık. Topluca gördüğümüz, standardize edilmiş bir ‘ara rüya alemi’ne hapsolmak üzere gibiyiz adeta. Bu -nispeten- suni veri bombardımanı bizi o kadar meşgul ediyor ki, hayatı yaşayışımızı özgün kılacak biçimde yönetebilmemiz bir yana, ruhumuzun özgürleşebildiği ve nefsimize haber iletebildiği rüya alemlerimiz dahi bu durumdan etkileniyor olumsuzca. Ve insanlar ister istemez hakikatiyle temas ettiği ortamlardan uzaklaşmaya başlıyor..

Rüya içindeki rüya sineması rüyanın yerini, rüya da hakikatin yerini alıyor gitgide. Çünkü sorumlusu olduğumuz bir rüyanın görücü ve anlatıcısı olmaktansa, sorumlu olunmayan seyirliklerin figüranı olmak daha kolay geliyor bize. Bir yandan da verili kalıpların tüketicisi ve yorumlayıcısı olmakla, geleceğimizi şekillendirmek isteyenlerin sığ projeksiyonlarına katkı sağlıyoruz faydasızca..

“Tüm kahinler, senin soruyu sorduğun dilden konuşurlar” (Ernst Bertram)

Yazının Devamını Oku

“Neo Yobazizm”

14 Ocak 2018
İnsan eğer “yobaz” olmak istemiyorsa; sürekli, “geçmişin dayattığı kalıpları sorgulamak, gerekeni yıkmak ve yerine daha iyi bir yenisini inşa etmek”le bıkmadan, usanmadan meşgul olmak durumundadır.

Daha da iyisi bundan heyecan duyması, keyif almasıdır. Bu içsel dinamizm onu paslanmaktan koruyacak, ışıldatacaktır. İnsan kendi kendini böyle güncellemekle artık, “kendini biteviye güncelleme itkisi” dışında bir put edinemez olur. O put da ancak gerçek inşa edeni bilip, O’nun her an ayrı bir şanda oluşuna teslimiyetle ortadan kaldırılırdır. Ola ki kendini Yaradan’a adayan kimsenin şeriatı bu şekilde kemal bulur. İnşaallah…

 

“Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz” (Herakleitos)

 

Zaman, akan bir nehir gibidir. Ona tabi oldukça hiçbir şey aynı kalmaz, kalamaz. Ancak insan çevresine, içinde kendini konforlu hissedebileceği duvarlar örmeye, basit de olsa kendini tanımlayabileceği kalıplara bağlanmaya pek yatkın.. Hakikatin dinamik bilinmezliğini fethetmek ise bize korkutucu ve zor gelir. Hayatın evrimci doğasını görmezden gelme pahasına kolaycılığı severiz, dolayısıyla statükoyu da. Halbuki çoğu zaman bağlandığımız kalıplar bizim bile değillerdir. Verilmiş, dayatılmışlardır. Ekseriyetle arkasında bundan nemalananların güçlü pazarlama stratejilerinin olduğu ve dolayısıyla hızla popülerleşebilen türlü dayatmayı benimsemek, bizlerin toplumsal kabul görmemiz bakımından pek avantajlı görünür. Neticesinde toplumsal yobazlıklar oluşur; körler, sağırlar, birbirini ağırlar..

 

Fransız filozof/yazar Roger Garaudy, dilimize “Yobazlıklar” adıyla çevirilen eserinde, her türden yobazlığın temel karakterini şöyle tanımlıyor; “Bir metodu, bir dini, bir siyaseti, tarihlerinin önceki bir döneminde bürünmüş olduğu bir şekle bürüyüp, o şekle indirgemek… Bu dogmacılığın kaçınılmaz sonucu ise engizisyondur (yani karşı çıkanları yargılayıp en ağır cezalara çarptırmaktır). Çünkü ben mutlak hakikate sahip olduğumdan yüzde yüz eminsem, bu hakikati reddeden kimse ya bir hastadır ve kendisi bir psikiyatri kliniğine yatırılmalıdır, ya da hakikati bile bile reddeden bilinçli bir bozguncudur ki kendisi ya hapse atılmalı veya idam edilmelidir.. Zafere eren bütün yobazlıkların varıp dayandıkları mantık işte budur”…

 

Yazının Devamını Oku

İran’dan ibretle, birliğe davet…

7 Ocak 2018
“Öyle bir fitneden sakınınız ki, o hiç de sizden sadece zulmedenlere dokunmakla kalmaz”(Enfal 8;25)

Şimdi de İran.. Ne yazık ki “İslam Dünyası”nda fitnenin ardı arkası kesilmiyor. Bizler de artık olanlara coğrafi bazda yahut ülke bazında, etnisite bazında bakar olduk. Zira yaşanan sıkıntıları “İslam Dünyası”na yönelik olarak değerlendirebilmemiz için birlik halinde bir “ümmet”ten bahsetmek gerek. İslam’ın koyduğu ideal bu olmakla beraber ümmet, ümmet bilincinden uzak görünüyor. Yine de üzerimize gelenler bu birlik potansiyelini taşıdığımızın farkında, belki de bizden fazla. Her ne kadar hakim propaganda bizi ayıranların, birleştirenlerden daha fazla, daha önemli, daha devasa olduğuna inandırmaya çalışsa da…

 

Rivayet edilir ki; Hazreti Selman Farısi bir gün sohbet etmekte olan bir grup sahabenin yanına geldi. Tamamı Arap kökenli olan bu topluluk o sırada aralarında bir cahiliye adeti olduğu üzere soylarının üstünlüğü üzerine sohbet ediyor, hepsi sırayla atalarının silsilesiyle övünüyor, hangisinin daha evla olduğunu tartışıyorlardı. Nihayet Selman-ı Farısi Hazretleri’ne onun soyunu sopunu, kimin evladı olduğunu sordular. Kendisinin Farsî olduğu bilinmekteydi. Lakin şu ibretlik cevabı verdi Hazret; “Ben, İslam’ın evladıyım!” Ve diğerleri başını önüne eğdi. Bu konu da bir daha asla gündeme gelmedi… Yoksa nasıl olsundu ki Selman Farısi’yi, Bilal Habeşi’yi, Abdullah İbn-i Selam ve nicelerini kuşatan İslam ümmetinin birliği…

 

Velhasıl “İslam şemsiyesi” dediğimiz; aslında -kavramsal olarak- tüm inananları, inancına uygun yaşamayı dünyevi heves ve hevaların üstünde tutanları, hatta din, dil, ırk, cinsiyet farkı gözetmeksizin insana yaraşır üstün bir ahlakla barış içinde varolmayı arzulayanları içine alabilecek en meşru, kapsayıcı olgudur. Bu idealin karşısında yer alanlar; kibirleri kolayca kendilerine galebe çalan, cahilce ve bencilce (gerekirse gayrimeşru) başka çıkarları üstün tutan, dolayısıyla bu doğrultuda bölüp parçalayarak, zulmederek “ötekiler”i yönetmekten, sömürmekten fayda umanlardır. İçeride ve dışarıda, etiketleri ne olursa olsun…

 

Oysa ki; Sevilen bir olunca sevenler de bir olur! Ancak sevdiğimiz ve yücelttiğimiz, fani dünya’nın ucuz, yakıcı hazları oldukça, hayal kırıklıkları kaçınılmazdır ve bu, manipüle edilmeye oldukça elverişli bir durum ortaya çıkarır. Çağımızın batıl ideolojileri bir yandan patentini ve işletme haklarını elinde bulundurduğu beyhude bağımlılıkları körüklemekte öte yandan da bu durumdan dolayı derunumuzda hissettiğimiz “hakikatimize ihanet” hislerini, -kaynağını bulandırarak- aslında üstün değerleri başka olan toplumumuzda fitne çıkarmak üzere yönetmeye çalışmaktadır.

 

Yazının Devamını Oku