Musa Dede

Tatmayan bilmez!..

31 Aralık 2017
“Ne içki içti ne de meyhaneye girdi. Fakat üzümün bedelini görünce kendinden geçti”(Necmeddin-i Daye)

Yeni yıla girmeden, sarhoşum şimdiden, selamlar Edirne’den… Dost meclisinde sarhoş olmamak ne mümkün; şarap içtik dost elinden! Yeni yıl geliyor ya, ahir zaman gibisi; ahirettir sonrası, umut taşıyalım heman. Çün ânı yaşamayana ya geçmiştir ya ahirdir hep zaman. Halbuki an bu an! O bakımdan, isteriz bize olsun her dem yeni gün, nasıl ki O’nun oluşu hep ayrı şan! Madem O’nunla olmaktır âli(yüce) makam, olmayan kalır nadan(bilgisiz)! İnan da bari, vasıl(vesile) olsun 2017’den kalan gam ve gelsin gönüllere 2018 ile Sultan… Selametle varolsun insan!

 

Bazı Sufiler remzetmişler ki; ilahi manaların tadına varmak “zevk”, bulunan makamın hakkını vererek bir üst makama yükselmek “şürb”, vuslatın(kavuşma) devamlı oluşu “reyy”dir. Zevk sahibi yarı sarhoş, şürb sahibi tam mest, reyy’i bulup bu hale kanan ise hakikatin ayırdında, ayıklıktadır(sahv). Şühud(şehitlik/şahit olma) derecelerinin başı sonu böyledir. “Rableri onları tahur(tertemiz) bir şarab ile suvarır(sakyeder: ayette geçen ‘sekahüm’dür)” (İnsan 76;21)…

 

Nitekim Tasavvuf edebiyatında “şarap” metaforu Yaradan’a duyulan muhabbeti kastedecek şekilde “aşk şarabı” anlamında sıkça kullanılmıştır. Sakyeden yani “Saki”; can veren Allah ve dahi vesile ettiği Hakk dostlarıdır. Can; kadeh, meyhane ise; O’nun anıldığı “Dost Meclisleri”dir. “Bana içirdiler de ‘şarkı söyleme’ dediler. Halbuki bana içirdiklerini Huneyn Dağları’na içirseler onlar bile şarkı söylerlerdi” (İbn’ül Farız) Bu ve bu gibi manalardaki inceliği anlamayanlar da o aşıklara bühtan ederler(kara çalarlar). Bir de şu vardır; “Kendi içmez, içeni kınamaya bayılır / Yüzünden aldatmaca, sahtekârlık yayılır / Şarap içmiyor diye, kasılıp gezer ama / Yedikleri yanında şarap meze sayılır!”(Ömer Hayyam)…

 

Öyleyse halimizi mazur gör kardeşim, bu yolun mestlerini kınama da, işine bak, aşk ateşi ile yumuşamıyorsa gönlün, ehline kızacağına bence otur da kendine ağla. Bizim suçumuz değil kendine zulüm edişin, unutma “isteyin ki vereyim” diyor Rabbin. Niyetin salih olsun yeter, Allah’ın izniyle ayak senin; benlik kapısını kapa da gel, esas kapın başka senin. “O kapıyı kapa. Gayret kemerini kuşan. Bize can şarabını sun. Bu meyhaneye aşık kişileriz biz, hem çok uzaklardan geliyoruz bak, çok uzaklardan.. O kapıyı kapa. Gel sen asıl bizi gör, gör halimizi, acı. Bir başka kapı aç, işte na şurda, bir gizli kapı. Bir büyük sağrak bul getir bize. Sonra doldur şarabı eski dostluğumuzun şerefine. O kapıyı kapa. Gel bizi yıka, arıt.. Hani bir gün, bilmem unuttun mu, biz hepimiz uykudaydık. Sen bir tekme atmıştın bize, derken bir, bir daha. Sıçramış uyanmıştık uykudan. Oturup şarap içmiştik sonra. Şarap başımıza vurmuştu. O zaman olmuştu işte ne olduysa. Denizleri yüksük gibi gören timsahlarız artık, tirit, mercimek, aş erleri değil. Haydi inadı falan bırak, inadı bırak da kendine gel, bize şarap ver, şarap”…(Mevlana Celaleddin Rumi)

 

Yazının Devamını Oku

Şeb-i Yelda(en uzun gece-ler)…

24 Aralık 2017
Geceler uzadıkça, bizim yarıkürede kışlamaya başlayan o zorlu geceleri ısıtacak, hem ışıtacak şeylere ihtiyacı da artmış insanların. Ve umudu hatırlatan her şey kıymete binmiş tabi. Masallar, öyküler, şarkılar, şiirler yazmışlar ki insanlar, taşınsın nesillere umut dolu hikayeler; öncelikle de karanlığı kesen ışın kılıcının en doğal kahramanı güneşe övgüler… Az olsun şenlenir olmuş böyle geceler, ah katran karası geceler…

Evvel-i Şeb-i Yelda ile Ahir-i Şeb-i Yelda arasındaki haftanın zirvesi olan 21 Aralık gündönümünde, güneş ışınlarının Oğlak Dönencesi’ne dik açı vermesi, Kuzey Yarımküre’de en uzun gece ile kışı başlatır. Uzun geceler 21 Mart Nevruz’a kadar kısala kısala devam edecektir. Bazı geceler o kadar uzun gelir ki, şaire “Bu şeb-i yelda’nın yok mu bir sabahı?” dedirtir, isyan ettirir. Ve bilen bilir ki zaman göreceli, uzun gece ise sadece bir teşbihtir, ancak sevgiliden uzak geçen zamanın gamını bildirir. Nitekim Bosnalı Sabit(17.yy) de meşhur dizeleri “Şeb-i yelda’yı müvakkit, müneccim ne bilir / Müptela-i gama sor kim geceler kaç saat”i demek bu hal üzere not etmiştir..

 

Efsanelere bakarsak; uzun karanlık gecelerde kötülük tanrısı “ehrimen” zulmünü arttırmaktadır, zemheri soğukları da onun soğuk elinin gölgesindendir. Bu sırada umutperverler de geceleri ateş yakarak onun ışığına ve sıcaklığına sığınmaya çalışır, bir anlamda kötülüğe direnirler. Ta ki iyilik ve nur tanrısı “yezdan/hürmüz” bu gecenin sabahına doğarak yardıma gelir ve karanlığın dünyaya egemen olmasını engeller..

O aynı zamanda Sümer mitolojisindeki güneş ve ışık tanrıçası Mitra’dır, muhtemelen bu coğrafyaya göçebe Aryenler’le birlikte gelmiştir. Üstlendiği anlam yer yer değişmekle birlikte etkileri Zerdüştlük’te, Mecusilik’te vs görülür. Mitra, kah Anadolu’ya gelip tanrıça “Kibele” ile birleşir, kah Romalılar’ın pagan inançlarına karışır; kim öncedir kim sonra, efsaneler işin içinden çıkmayı neredeyse imkansızlaştıracak kadar iç içe geçmiştir..

Eski Yunan’daki “Kronos bayramı”, Nordik halkların eski inançlarına göre valkyrie’lerin(melek misali varlıklar) “yule”(kış gündönümü) boyunca, valhalla’ya(cennet misali mekan) götürmek üzere ruhları araması, Yahudiler’in bu günlere denk gelen “ışık bayramı-Hanuka”, Hazreti İsa’nın doğum tarihi olarak belirlenen “Noel” vb ile gözlemlenen paralel çeşitlilik, adeta nerede olursa olsun insanın aydınlık özleminin, dolayısıyla uzun gecenin ardından gelen gündüz müjdesinin iç dünyamızda önemli bir karşılığı olduğunun kanıtıdır. Belli ki özdeki hakikat birdir, aynıdır!

 

Yakın coğrafyamızda, özellikle de İran’da, Azerbaycan’da halen -horrem ruz/kutlu gece olarak- yad edilen “Şeb-i Yelda” süresince mesela bereketi temsilen nar yenir, karpuzlar kesilir, davetler, eğlenceler tertip edilir. Yeni yılın başlangıcı sayılan bu gecelerde aile, dostlar biraraya gelir, ince sazla kulakların pası giderilir, sabaha kadar muhabbet edilir.. Azerbeycan’da, Farsça 40 rakamından türetmeyle “çile geceleri” olarak da adlandırılan uzun geceler, en sert kış günlerini temsil etmektedir. Bizde de “erbainin başlangıcı” olarak anılan mevzu geceler çile çıkarmakla benzeştirilir. Muhakkak ki aşk çileyi tatlandırır, aşıkların sözleri bazen derde dert katsa da öylesi dert aslında devadır. Her halükarda bu gecelerde aşıklardan şiirler okumak gelenektir; bilhassa da “lisanü’l gayb” diye anılan Şemsuddin Muhammed Hafız-ı Şirazi’den:

“Dostluk ağacını dik, murat meyvesi verir / Düşmanlık fidanını sök, sayısız dert getirir // Meyhaneye konukken hürmet göster rintlere / Yoksa ey can sarhoşluktan çıkınca başın ağrır // Sohbet gecesini ganimet say çünkü bizden sonra / Daha çok döner dünya, çok geceyle gündüz gelir // Leyla'nın ayın beşiği hükmündeki mahfesini taşıyana / İlham ver Rabbim, onu Mecnun'un yanından geçir // A gönül, ömrün baharını dile, yoksa bu bahçe her yıl / Nesrin gibi yüz gül bitirir, bülbül gibi bin kuş getirir // Yaralı kalbim sözleşti zülfünle, Allah aşkına / Bal dudağa emret de ona tez istikrar versin // Irmak kıyısında oturup bir serviye sarılmayı / Artık bu bahçede, ihtiyar Hafız Allah'tan istemekte”..(Şirazlı Hafız/ç.Hicabi Kırlangıç)

Yazının Devamını Oku

Mevlana’dan Mevla’ya…

17 Aralık 2017
Varlıkta yok olduk mu ki, yoklukta var olalım?..

Baş gözüyle mürşidimi görmek, eteğine yüz sürmek yoktu geçen senede, kardeşlerimle kolkola tevhid edecek meydan yok, çevremizde barış, rahat yok, toplumsal huzurumuz yok, kolay bir geçim yoktu… Ve şimdi de 8 sene düzenli ziyaret sonrasında bir kez daha “Şeb-i Arus” için Konya’da olup, -başta Mevlana Hazretleri- sevdiğim tüm o beldenin ermişlerini ziyaret edip tazelenme imkanı, o da yok. Nefsimin tutunmayı sevdiği görünürlerin birçoğunun hızla ellerimin arasından kaydığı, türlü zahiri putun kırıldığı, iç huzuru korumayı dış şartlardan bağımsızlaştırma gayretimi arttırmak zorunda kaldığım, zor bir sene… “Ne varlığına sevinirim, ne yokluğuna yerinirim” hali, nerede? Biliyorum; “Allahta zorluk yok!”, zorluk nefsimin direnci nispetinde. Tam teslim olabilsek keşke…

 

“Hürriyet” gazetesinde yazarlığa başlamamın 6. sene-i devriyesi ve her sene bu günlerde Şeb-i Arus hakkında, Hz.Mevlana hakkında bir yazı yazmışım mutlaka. Alışmışım! Hazreti Şems-i Tebrizi’nin, Konevi’nin, Ateşbaz-ı Veli’nin, Tavus Sultan’ın, Nasreddin Hoca’nın, Mahmud Hayrani’nin, Rumi’nin huzurunda olmaya.. Öpmeye, dokunmaya, koklamaya.. Yanımda “Derviş Baba”… Yok! Olsaydı derdi ki belki; “Evladım, kişi gönlündekiyle beraberdir nasılsa” Yoksa nasıl olacaktı bu ölümlü dünyada? Nice kimse var ki bedenen yakın, manen uzak ve nicesi de var ki bedenen uzakta ama manen hep yanımızda… Görmediğimiz bir Allah’a kulluk etmeye çalışıyoruz burada! Bir kez bilmişiz ya “Kalu Bela”da…

 

Manevi eğitimim boyunca maddeyi vesile kılıp da manaya ermeyi talim etmişim, zahirden batına yol aramışım. İlerlemişim, ilerleyememişim; sınanmadan bilemezmişim. Ve acaba neleri put edinmişim, sevdiklerimi ne kadar gönlüme indirebilmişim, ne kadar Allah rızası için sevmişim; zamanı gelince görmeliymişim. Çünkü putlar zaten kırılmaya mahkum, çünkü ahiret azığım ancak gönlümü neyle doldurduğum, çünkü Allah rızası için olmayan sevgi zaten gölge misali, hayali.. Fakir değil mi ki ebedi olana, hakikate meftunum? O zaman sızlanmaya hakkım yok! Ya çıtayı düşüreceksin, ya bedeli ödeyeceksin! Ver putları, al Mevla’yı.. Geç suretten, gör sireti.. Gel yakına yakına, ateşe giden pervane misali.. Yok olan yokluktan başkası değil, yakınma… Ve “Bana en sevimlileriniz ve kıyamet gününde bana en yakın olacak olanlarınız, ahlâkı en güzel olanlarınızdır”ı (Hz.Muhammed(sav)-hadis/Tirmizi,Sünen,Birr 71) iyi anla!

 

Biliyorum, ne ilkim ne de son. Onca gittim geldim. Huzurunda ağladım, hallerine imrendim. Şimdi haldaş olmaya gelince ise, isyan eder, istemezim; Şems’i gittikte nice haldeydi koca Mevlana? Çare mi kaldı onunla gönülde buluşmaktan başka? Rabıta dedikleri, yalnızca o gün için bir alıştırma. Gerçek olan da bu galiba.. Zikretmek gönüllerde zikredileni; Allah Ya Kafi! Ve tüm sevenleri, sevilenleri orada O’nunla, sonsuza dek birarada. Öyleyse “…La Tahzen, (innallahe meassabirin -Bakara 2;153), innallahe meana…”(Tevbe 9;40); “Hüzünlenme, (muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir), muhakkak ki Allah bizimle beraberdir”…

 

Yazının Devamını Oku

Mukaddesatımız için…

10 Aralık 2017
Osmanlı’nın tasfiye edilmesinden sonra İslam kültürel birikiminin Dünya üzerindeki etkisi hızla zayıfladı. İslam ümmetini bir arada tutan değerler bütünü “modern dünya” önermesi karşısında yetersiz ve hatta engel görüldü. Bu “yeni dünya”nın geçerlilikleri; yalnızlığı getiren bencillik, aşırı tüketimle ikame edilmek istenen parçalanmışlık ve eksiklik, yetersizlikten beslenen ve bizi korku içinde yaşamaya zorlayan güvensizlik, insanları ele muhtaç bırakan nihilist bir umarsızlık, yahut uyuşuk bir öfke ve içi boş isyan oldu. Tek havucu da konformist bir dünyevi teknoloji yığınağı üstünde tepinme imkanı… İnsanoğlu cennete karşın cinneti tercih ediyordu!

Halbuki bize verilen “Din”den maksat hikmet değil miydi? İnsan’ın ulaşabileceği en yüksek düzeydeki bilgelik… Kendini bilme, Rabbini bilme, hakikati özümseme, fıtratına, kudsiyetine en uygun düşünüş, eyleyiş, yaşayış üzere olmakla barış ve huzura erme… Kendini kısıtlayan tüm suniliklerden aşkınlaşma ve gerçek değerini bulma, ikiliklerden sıyrılarak tevhid(birlik) içre olma… Bunun yol ve yordamına dair bir yardım, ancak özgür iradeyle tercih edilecek bir teklif, yaradılış ile uyumlanmanın ilahi formülü, hidayet rehberi… Kavuşmak isteyene…

Sanırım yanlış anlatıldı yahut yanlış anlaşıldı. Bu yanlışlıkta ısrar, cehennemî bir yokoluş tarafından yutulmaya mahkumdu. İçteki yozlaşma dışta da kendini gösterecekti. Mânasız şekil, kof, hayatiyeti olmayan bir kabuk misali çürümeye yüz tuttu. Önce, tüm insanların bir hikmet üzere bir arada oluşu unutuldu. Bizi zenginleştiren farklılıklarımız, ulus-devlet düzeni üzerinden -ancak çıkar ilişkilerinin geçici bir süre ayakta tutabileceği- hasımlıklara dönüştü. İnsanların kardeş oluşuna dair izleğimiz önemsizleştikçe birbirimizi tüketmenin önünde engel kalmıyordu. İnananların da arasına nifak girdi nihayet. Oysa bizi birleştiren şeyler ne kadar daha çoktu. Museviyet, İseviyet, Muhammediyet… Bana göre hepsi İslam şemsiyesi altında kutluydu.

Yeni dünya düzeni silahşörlerinin hücumu bu şemsiyeye olmuştu. Yerine de elle tutulur bir muadilini koymadan. Konulabilir sandık, beter oldu. Şemsiyenin sapını biz tutuyorduk en son, hakkını veremedik demek ki, elimiz kırıldı. Sonra da kendilerini “Müslüman Devletler” diye niteleyenlerin birbirine düşürülmesi. Biz elimiz alçıda iyileşmeye çalışaduralım, bu esnada bir baktık ki etrafımız kan gölü, içimiz huzursuz, paramparça, lokmamız hırsızların tabağında, kutsallarımız namahrem ellerin eğlencesi artık. Buna “dur” deyecek babayiğit yok mu? Kim olacaktı bizden başka. Biz bu alemin son yiğitleri idik. Son feta(Kuranî bir kavram; delikanlı, yiğit, civanmert anlamında)…

Çıkmadık candan ümit kesilmez ya, batıl davalarının ardısıra canımızı çıkarmaya azmetmişlerin hücumlarını şiddetlendirmeleri de normal aslında. Ve bu arada yaralı aslanın etrafında dişe dokunur ne bulursa koparmaya çalışan çakallar. Çünkü insanı insan yapan değerlerin yokluğunda hayvandan beter olasıdır insanlar. O değerler ki kutsaldırlar, şeytani güçlerin temsillerine saldırması doğal.. Demek elimizde hala temiz kalan -kıymeti bilinesi- birşeyler var!

El Kuddus; Allah’ın “kutsal”(temiz, pak, eksiksiz) anlamına gelen bir güzel esması. Ve başından geçen onca şeyden sonra, yüzyıllarca Osmanlı’nın -İslami değerler ışığında- barış içinde idare ettiği bir kadim şehrin adı. Tam yüz yıl olmuş sınırları bu değerlerin garantörlüğü altından çıkalı, elimizden alınalı. Biz zaten emanetçiydik, ne olur ki başkaları idare etse, kutsallığına layık bir şekilde, huzur, barış, insaniyetle yönetilse; başımız üstüne. Tüm insanlığa bir birlik vesilesi olabilse keşke. Gel gör ki yeni düzenin egemen güçlerinin egoistçe politize etmesiyle irkildik fena halde..

Çünkü Jeruzalem(Yeruşalayim - Rabbiyle kulu arasındaki barış antlaşmasının, tamlığın remzi) bizim için “Ur(ir) Selim”, yani “selamet beldesi(şehri)”, “akl-ı selim”in arzdaki temsiliyeti.. “Şalom” yani “Selam” yurdu, bir zamanlar; emanetçileri mevcudiyetine ihanet edene kadar “Sekinet”in meskeni. Yeniden ihya olmalı.. İsmi bile sanki bize Hz.İbrahim’den Hz.Musa’ya, ondan Hz.Muhammed’e(sav), “Din”in adının hep “Slm”, “İslam” üzere anıldığının bir kanıtı. Vaktin tevhid peygamberi kimse, onun tebliğ ettiği hep aynı hikmet; ayrılığa, kavgaya ne hacet! Ama bu anlayışın temsilleri kendilerini seçkin gören bir kesim tarafından yalnız onlara mal edilmeye çalışılırsa, kutsalı için kıyama kalkmak inananların inançlarının gereği ve hakkaniyet uğruna mücadelenin ortaya konan delili sayılmalıdır diye düşünürüm fakir de.

Keza şehrin bir başka güzel ismi olan “Kudüs”, yani “kutsal/mukaddes” için şöyle yazıyor NND sözlükte; “Güçlü bir dîni saygı uyandıran veya uyandırması gereken, kutsi, mukaddes. Tapınılacak veya yolunda can verilecek derecede sevilen. Bozulmaması, dokunulmaması, karşı çıkılmaması gereken, üstüne titrenilen. Tanrı'ya adanmış olan, tanrısal olan, bütün var olanların, yeryüzüne ilişkin olanın üstünde yükselen, ondan bütünüyle başka olan. (Ve) Ahlaksal yetkinliğe ulaşan, bu yolla Tanrı'ya yakınlaşan kişilerin niteliği”.. Elbet asıl makamı gönülde, gönül sahipleri nezdinde…

O halde tüm bunlar oluyorsa sormalı; yapılanlar Allah rızası için mi? Bugün kim Müslüman, kim Nasrani, kim Yahudi? Değerlendirmeli; içimizdeki mukaddesat ne alemde, ‘akl-ı selim’imiz ne halde? İçte bu hasletler olması gerektiği gibi değilse, dıştan gelen saldırılara karşı elden gelmez çare. Ve akıl elden giderse, sonrasında belki kalp de tehlikede. Fakir için onun da yeryüzündeki temsili mekanı, “Kabe”. Halihazırda o beldeyi yönetenlerin de ne kadar hikmet üzere olduğu düşünüle… Ola ki bu bir fırsat, bıçak kemiğe dayanana dek sabredebilen, istikamet sahibi mazlumlar için yakındır necat..

Yazının Devamını Oku

Davamız var; duamız var!

3 Aralık 2017
Dua ibadettir, dua muhabbet; kuluyla Yaradanı arasında bir hoş sohbet. Biz duayla iddiacı olduk Ya Rabb, çünkü sen bize buyurdun ki; “Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti(kulluğu) bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir”(Mümin 40;60). Bize duayı kulluğun bir nişanesi kıldın. Velhasıl biziz duaya muhtaç kullar; O bizim duamıza asla muhtaç değil.. O halde bizim davamız “Selam”, “Sübhan”(her türlü noksanlıktan âri) olan Rabbimize ettiğimiz “duanın sonu da ‘Elhamdülillahi Rabbi’l Alemin’dir”(Yunus 10;10)…

Onlar “arif” idiler. Yapraklardan bahsediyorum. Bir sonbahar sabahı, yerde, düşmüş, kurumuş ve parmak uçları göğe doğru kıvrılmış, Rabbini tesbihle bir ömür geçirmiş yapraklar. Alenen dua ediyorlar, hal diliyle. Değil mi ki “Halkın duası lisanla, zahitlerinki fiille, ariflerinki ise hal diliyledir”. Yapraklığını bilmişler; kendini bilmekten daha arifane ne ola? Ah biz de bilsek kulluğumuzun hakikatini, insandaki irfan pek âlâ… “Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçan kuşlar, gerçekten Allah'ı tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini şüphesiz bilmiştir. Allah, onların işlediklerini bilendir”(Nur 24;41)

 

Dua çağırmaktır. Ya biz miyiz çağıran? Çağıran, çağırılan… O anda birdir inan. Şöyle buyurdu Yaradan; “O halde siz beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, nankörlük yapmayın”(Bakara 2;152).. Öyleyse çağıralım seni, Derviş Yunus(ks) gibi; “Dağlar ile taşlar ile / Çağırayım Mevlâm seni / Seherlerde kuşlar ile / Çağırayım Mevlâm seni // Sular dibinde mâhiyle / Sahralarda âhû ile / Abdal olup yâhû ile / Çağırayım Mevlâm seni // Gök yüzünde İsâ ile / Tûr dağında Mûsâ ile / Elimdeki asâ ile / Çağırayım Mevlâm seni // Derdi öküş Eyyûb ile / Gözü yaşlı Yakûb ile / Ol Muhammed mahbûb ile / Çağırayım Mevlâm seni // Hamd-ü şükrullah ile / Vasf-ı Kulhüvallah ile / Daima zikrullah ile / Çağırayım Mevlam seni // Bilmişim dünya halini / Terk ettim kıyl ü kâlini / Baş açık ayak yalını / Çağırayım Mevlâm seni // Yûnus okur diller ile / Ol kumru bülbüller ile / Hakkı seven kullar ile / Çağırayım Mevlâm seni”.

 

“Dua kelimesi, ‘çağırmak, seslenmek, istemek; yardım talep etmek’ mânasındaki da‘vet ve da‘vâ kelimeleri gibi masdar olup, ‘küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya vâki olan talep ve niyaz’ anlamında isim olarak da kullanılır”(TDV İslam Ansiklopedisi).. Madem ‘küçükten büyüğe’dir duanın edebi, küçül Rabbin karşısında ey nefis; madem ‘aşağıdan yukarıya’dır edebi duanın, sen aciz, sen zelil, sen fakirliğini bil ki kısalsın yolun. “Şüphesiz Rabbiniz haya sahibidir. Kulu kendisine ellerini kaldırırsa, iki elini boş ve hüsrana uğramış bir şekilde geri çevirmekten haya eder”(Hadis, Ebu Davud 1488-Tirmizi 3556-İbn Mace 3865).

 

“Gayret bizden, takdir Allah’tan” derler ya, biz(sizi tenzih ederim) takdirine de kafa yorarız oysa ki. İnsanlar sabırsız, bilselerdi halbuki; “…Bir kulun dünyada yaptığı hangi dua varsa hepsi karşısına çıkartılır, ancak dünyada iken kabul olan dualar hariç. Dünyada iken yaptığı dualar kabul edildiyse zaten karşılığını almıştır. Kabul edilmediyse ahirette alacaktır. O gün kul der ki ‘Keşke (dünyada) hiçbir duam kabul edilmeseydi”(Hadis, Hakim 1819). Güvenmeli…

 

Yazının Devamını Oku

Tenbihler

26 Kasım 2017
Bu hafta sizlerle 14.-15. (miladi) asırlarda yaşamış olan Şeyh Ahmed bin Muhammed bin Ahmed Hazretleri’nin “Münebbihat”(Uyandıranlar. Tenbih(tembih) edenler. Uyuşukluğu giderici olanlar. NND) adlı eserinden seçme “tenbihler” paylaşmak istedim. Bu zat İslam Dünyası’nda “İbn-i Hacer el-Askalani” olarak nam bulmuştur ve hadis alimlerinin büyüklerinden olup, Şafii mezhebinin de meşhur bir fıkıh alimidir.

Kelime kökenindeki yakınlık fakire en önde gelen tenbih edicilerin “Nebi”ler olduğunu hatırlattı, ve tabi bu mesleğin günümüze değin uzanan mirasçıları, Allah dostları, hikmet sahipleri… Onlar inandıkları, yaşadıkları şeyleri tenbih ettiler ve “dinde zorlama yoktur” düsturunca bizler de umulur ki -kendi hayrımız ve dahi toplumun hayrı için- bunları kalbimize nakşedici olabilir, yaşantımızda gereğini yapabiliriz;

 

* Hazreti Süfyan-ı Sevri(ra) buyurdu ki: Şehvete bağlı günahların affı ümit edilir. Kibirden ileri gelen günahların affı ümit edilmez. Çünkü şeytan’ın Allah’a isyanının kaynağı kibirdir. Adem(as)’ın zellesinin kaynağı şehvettir.

* Denildi ki: Arif kişinin ameli, Allah’ın şanını övmek, yüceltmektir. Zahid olan kişinin ameli ise duadır. Çünkü arifin arzusu Allah, zahidin isteği ise kendisinedir.

* Hikmet sahibi bir zat şöyle söylüyor: Allah’tan daha iyi bir dostu olduğunu düşünen kimse, Allah’ı hakkıyla tanıyamamış demektir. Nefsinden daha büyük bir düşmanı olduğunu düşünen kimse, nefsinin nasıl büyük bir düşman olduğunu bilememektedir.

* Denildi ki: Günahtan uzak duran kimsenin kalbi yumuşar. Haramdan uzak duran ve helal yiyen kimsenin düşüncesi berraklaşır.

* Yine denildi ki; İbadetiyle Allah’a yakın olan kimse, insanlar arasında garip kalır.

* Hazreti Ömer buyurdu ki: Kendini insanlara güzellikle sevdirmek, aklın yarısıdır. Yerinde ve güzel soru sormak, ilmin yarısıdır. Yerli yerince tedbir almak, rahat geçimin yarısıdır.

Yazının Devamını Oku

Karanlıkta yazmak…

19 Kasım 2017
Karanlık kendini bilmez. Karanlık kendini bilmezliktir. Halbuki bilinmeyen yer yok hükmünde.. Ancak aydınlıkla var olacak. Yükselen güneş karanlığı yırttığında gün doğuyor. Sanki gecenin geçiciliğini ispat etmek istercesine her sabah.. Gecede zaten umut vardı ışığa dair; ay, yıldızlar… Ve insanlar onlara gelen ilhamla gece yakacak ışıklar bulmuştular, sabaha dek sabretmeyi kolaylaştıracak…

Gece geldiğinde henüz aydınlığın hatırası canlıdır. Ev gündüzden kalma, sıcak, bir süre daha.. Özlem, özlenene değer katacak. Ama sabahın tekrar geleceğini unutsak, umutsuzluk az sonra üzerimize basar. Ve yokluk, varmış gibi zannedilmeye başlar. Zulmet, ele geçirdiklerini kölesi yapar. Karanlığın hapsettiği kıvılcımlar.. Artık onlar, -karanlığa aydınlık veren mumların zıttı- aydınlık vakti geldiğinde dahi karanlık adına hizmet yapmaya programlanmışlar. Ölümün yaşamdaki kuklaları, övdürürler kötülüğü, çarpıtırlar gerçekliği, örterler, örtülmüşler.. Zombidir onlar, kara gözlüklerle gündüz bile yaşar, hem kara gözlük satarlar. Gerekse zorla, hileyle, sihirle, rüşvetle, kinle, nefretle ve aklımızın ermediği türlü yöntemle…

Güçlü bir ışık tutulsa, nüfuz etse derinlerine belki yeniden canlanacaklar. Ama o ışıktan, önce canları yanar, sabredeni az bulunur, istemezler çoğunluğu. Yokluğun uyuşuk konforu yok mu! Işık tutanı düşman, bu işi kötülük sanar bunlar. Ve senden istedikleri iyilik, kötülüktür de bilmezler, seni suçlarlar. Sus isterler.. Hazırdır savaşa kamuflaj, meşrudur müdafaa, müdafaa edilen zulmet de olsa, nefse kılıf olmaya yeter bu dava… Ah şu kara delikler!

 

Fitne ve nifak etrafı sardığında, sular bulanıp yalan rüzgarları estiğinde ve iftira taşları yağdığında, -vakit Hz.Musa zamanı gibi- büyünün yerini teknoloji, büyücülerin yerini teknolojik silahlarla üzerine çullananlar aldığında bakarsın; adaletsizlik meşrulaşmakta, terör estirenler Firavun’un askerliğini yapmakta, nevi-zuhur çakma dinlerin sponsorlu sahte tanrıcıkları ortada cirit atmakta.. Ne yapayım ki? Muhammed İkbal-i Lahori’nin “Darb-ı Kelim” şiirini hatırladım şimdi, “İçinde yaşadığımız yüzyıla savaş ilanı”; “Hür yaradılışın feveranları, bir yerde durup oturmakla bağdaşamaz. Bahar rüzgarı dalgası gibi gezip dolaş, en iyisi budur. Bir cezbe ile ‘Musa Vuruşu’nu ele geçir. Yolunun üzerindeki taştan binlerce çeşme fışkırır…”

Kolay mı “Musa” olmak! O sabah zulmetten payını aldı fakir de. Gününü lanet etmekle geçiren ve -bu yüzden midir acep- bir türlü gün yüzü görmeyen, ‘kendi gibi olmayan herkesten’ diyeceğim amma kendinden dahi nefret eden, sürekli cinnet geçirmeyi zevk bilen bir komşusu yokladı yine, sebepsiz küfür ve hakaretin karşılığı yokmuş şükür ki fakirde, sırladım penceremi, düşündüm mahzun “acep neden?” diye. Halbuki “Deme şu niçin şöyle. Yerincedir o öyle. Bak sonunu seyreyle. Mevla görelim neyler. Neylerse güzel eyler”… Yoksa “ilm-i ledün” peşinde, Hz.Musa da Hızır’a sormuştu her seferinde; “şu niçin şöyle”… Bu sorular peşinde koştukça fakir, güç yetiremezdi istese de!

 

Bilim, rüyaları kontrol edebilmenin bir yolunu bulduğunu açıklamış! Suudi Arabistan’da adeta devrim yaşanmış, prensler tutuklanmış, ABD ile kolkola olduğu bilinen Krallık artık “Ilımlı İslam” politikasını benimseyeceklerini duyurmuş! Mississippi'de ilk Afro-Amerikan ve beyaz Amerikalı evliliği 3 Ağustos 1970'de gerçekleşmiş! Domuz genini insan embriyosuna enjekte etmişler, ilk domuz-insan hibridi laboratuvarda üretilmekteymiş! ‘Biohacker’lar süper-insan olmak için ‘CRSPR’ kullanarak kendilerine genetiği modifiye edilmiş DNA enjekte ediyorlar ve durdurulamıyorlarmış! Avustralya'da 1960'lara kadar Aborjinler, ‘Flora and Fauna Yasası’na göre, bitki ve hayvanlarla birlikte sınıflandırılmış! Batı’da, İranlı Bahai kökenli adamın biri Latin Amerikalı şamanların kullandığı halüsinojen içki “Ayahuasca”yı baz alan, Mazdacılık, Tantra, beyaz büyü, Kabala, İslam, ne varsa karıştırdığı bir (sözde) Sufi tarikatı kurmuş. Gitgide popülerleşen (sözde Hz.Fatıma’nın dişi gücünden feyiz alan) bu tarikat gün gelip İran’da İslami rejim yıkılınca oradaki insanları da özgürleştirecekmiş! BBC'nin özel araştırması, 250 önde gelen IŞİD militanı ve ailelerinin, ABD-İngiltere öncülüğündeki koalisyon ile Suriye Demokratik Güçleri'nin(SDG) ortak operasyonuyla Rakka'dan güvenli bir şekilde tahliye edildiğini ortaya koymuş! Türkiye’de Yoga’nın yaygınlaşması için çalışanların başında gelen bir hoca ve stüdyo işletmecisi sevinçle “Yoga’nın, yaşaması için dahice kapitalizm içine gizlendiğini ve bu sayede 2 milyar insanın aydınlandığını” beyan etmiş! CIA ajanı Robert David Steele Türkiye’deki birçok saldırı ve suikastin arkasında ABD’nin olabileceğini söylemiş! Norveç’teki NATO tatbikatında bazı askerler ateş edilecek hedeflere Atatürk ve Erdoğan’ın resimlerini yerleştirmiş. Alman yapımı, vampir ailesini “kötü” vampir avcılarının elinden kurtarmaya azmetmiş çocuk kahramanını yücelten tatlı çizgi film “küçük vampir” vizyona girmiş vs… “Nee, nasıl, niçin, niye, annee!”; deme öyle, deme…

 

Yazının Devamını Oku

Ahit Sandığı’nın Meskeni ve Üsküdar’da bir Kitapçı…

12 Kasım 2017
Son zamanlarda gündemi meşgul eden haberlerden biri de Tarsus’ta resmi makamlarca, yüksek güvenlik önlemleri altında yaklaşık bir senedir sürdürülen gizemli kazı…

Kazının başlatılmasında görünür sebebin 2012’de, -uluslararası bağlantıları olduğu iddia edilen define arayıcılarının bölgeyle ilgili girişimlerini araştıran(?)- polis memuru Mithat Erdal’ın öldürülmesiyle açığa çıkan bilgiler olduğu biliniyor.. CHP Mersin Milletvekili Sn.Aytuğ Atıcı’nın kazı alanını ziyareti ve orada yüksek önem arzeden bir şeyler döndüğü şüphesini dillendirmesi, meseleyi kamuoyunda daha merak edilir hale getirdi. Ancak kazı, alınan karar uyarınca gizlilikle sürdürülmekteydi. Ve nihayet geçtiğimiz hafta neticelendirildi. Açılan kazı çukurları kapatıldı. Hazırlanan rapora göre bulunanlar topu topu; “bir adet bronz sikke, kırık sütun parçası, etütlük durumda seramik parçaları” idi.

Halbuki söylenceler “Tek kapılı büyük bir yeraltı şehrinde Dakyanus Hazinesi”nin bulunmasından, Tarsus’lu Aziz Paul’un kayıp (orijinal) İncil’inin ortaya çıkmasına ve dahi Kuran ve Tevrat’ta bahsi geçen kutsal “Ahit Sandığı”nın keşfine kadar uzanıyordu. Bu derece gizlilik, özel harekat polislerinin koruması altında devam eden kazılar, sırlı bir cinayet, iddia edilen FETÖ bağlantıları, MİT’in dahli, İngiltere, İsrail parmağı şüpheleri, Vatikan’ın “alakamız yoktur” açıklamaları, çevreye yayıldığı söylenen yüksek radyasyon, Dünya gündeminde eşzamanlı değişen parametreler, bazı mâna ehlinin bir süre önce, hararetle aranan (beklenen Mehdiyi işaret edici olmasıyla kıyamet alametleri arasında kabul edilen ve eline geçirene zamanın son savaşında büyük manevi güç kazandıracağı belirtilen) “Ahit Sandığı”nın zannedildiği gibi Kudüs’te değil de kuvvetle muhtemel Anadolu’da ortaya çıkacağı ile ilgili öngörüleri… Ve şimdi açıklanan raporla dağ fare mi doğurmuş oldu, yoksa bilmediğimiz başka şeyler mi vardı?

 

“Peygamberleri onlara şöyle dedi: ‘Onun hükümdarlığının alameti, size o sandığın gelmesidir. Onda Rabbinizden bir güven duygusu ve huzur ile Musa ailesinin, Harun ailesinin geriye bıraktığından kalıntılar vardır. Onu melekler taşımaktadır. Eğer inanmış kimselerseniz, bunda şüphesiz sizin için kesin bir delil vardır”(Bakara 2;248)

 

Cuma günü katıldığım açılışta kafamda yazmak üzere bu konuyu irdeliyordum ki meseleye ilgi duyanın yalnızca ben olmadığım ortaya çıktı. Manevi hazinelerle yüklü tarihi semtimiz Üsküdar’da sahilde, değerli araştırmacı, akademisyen, mutasavvıf Sn.Mustafa Tatcı Hoca’nın önderliğinde epey bir süredir yayın hayatımıza can katan “H Yayınları”nın yeni yer açılışında idik. Burası bilhassa da irfan geleneğimize dair kıymetli eserleri ve gönül dostlarını biraraya getirmesiyle müstesna bir platform. Sermayesi Yunus Emre Hazretleri olan ve adeta rahmetli Ahmed Yüksel Özemre’nin kült eseri “Üsküdar’da bir Attar Dükkanı”ndaki attar dükkanının bir başka gömlekten baş gösterdiği, sevgili Leyla İpekçi’nin dünkü yazısında “Meslek-i Muhammedi’lerin mekanı” diye nitelediği bir kitapçı/kahve/kültür mekanı..

Haliyle şimdiden gönlümü ısıtan ahbaplıklara vesile oldu. Tarsus’tan taze haberler getiren sevgili yol arkadaşım yanımda, kafada da malum konu olunca, Tatcı Hoca’nın tanıştırdığı -yönetmen- Semih Kaplanoğlu ve -senarist- İsa Yıldız’la sohbetimiz “Ahit Sandığı”nı da içine aldı. Ya da belki Ahit Sandığı mı bizi içine almıştı! Kafamda film oynamaya başladı…

 

Yazının Devamını Oku