Çocuk kışın terlikle dışarı çıkmak istediğinde, gece çıplak yatmak istediğinde, kahvaltıda pilav yemek istediğinde, boyalarla duvarı çizmek istediğinde ve bunları “yapma” dediğimiz halde gözümüzün içine baka baka yaptığında ne yapacağız?
Ceketsiz dışarıya çıkmak için kendini yerlere atan çocukla nasıl iletişim kuralım? Ya da bale ayakkabılarıyla yağmurda dışarı çıkmak isteyen çocuğa izin mi verelim? İnatlaşan çocuklara nasıl yaklaşalım?
İnatlaşmak ve çocuğu kendi haline bırakmak; ikisi de fiziksel ve duygusal ihmal içerebilir. Ne mutlu ki, ikisinin arasında bir yer var. Haydi, biraz bu yer hakkında konuşalım. Ayağımız alışsın. Zor zamanlar geldiğinde tekrar o yeri hatırlayalım.
Çocuklar iki yaşından sonra kendini anne babadan ayrı bir birey olduğunu deneyimlemek ister. Kendi bireyselliğini istekleri yoluyla ispat etmeye çalışır. İstekler son derece tuhaf ve uygunsuz olabilir. Banyo suyunu içmek, yerdeki çöpü yemek, kakasını mıncıklamak vesaire… Neticede dünya hakkında henüz kısıtlı bilgisi olan insancıklardan bahsediyoruz. Zararlı İstekleri toptan bir şekilde reddetmek çocukta “isteklerim önemsiz” algısına ve değersizlik duygusuna yol açabilir. Diğer yandan zararlı şeylere maruz bırakmak da olacak iş değil.
Bütün bu çıkmaz yolların okuduğum kitapların ve deneyimlerin sonunda benim bir anne olarak vardığım nokta şudur: neyin ne kadar zararlı olduğuna ve ne dereceye kadar izin verilebileceğini ölçen içimizdeki hassas teraziyi kullanmak. Bu öyle bir terazi ki, şefkat, yaratıcılık, esnek düşünme ve problem çözme becerileriyle çalışıyor. Örnek bir olay üzerinden gidersek, çocuğumuz kış vakti ayakkabısını giymeyi reddediyor. Çocuğu ikna edebiliyorsak ne güzel! Edemiyorsak hem onun hem de bizim istediğimizin olduğu bir çözümü şefkatle sunmayı deneyebilir miyiz? “Terlikle dışarı çıkarsan hasta olursun” gibi belki de gerçekliği olmayan bir düşünceyi sorgulayabilir miyiz? Yan sokaktaki okula terlikle giderse hasta olmayacaktır. Ancak uzun süre dışarıda kalacaksa başka bir çözüm üretmemiz gerekebilir. O zaman da “sokak kapısına kadar terlikle yarış yapalım. İlk giden ayakkabısını giyer” gibi duruma göre uyarlanabilecek çözümler üretebilir miyiz? Hayatta sonsuz olasılık var. Bizim ise bu olasılıkları görebilmemiz için kendi duygularımıza kapılmadan anda kalabilmeye, ağlamaları tolere edebilmeye ve olanı kabul edebilme gücüne ihtiyacımız var.
Bazen de hiçbir çıkar yol yoktur ve o zaman duygularını kabul ederek isteğini reddederiz; “Evet bunu çok istediğini görüyorum. Kahvaltıda şeker yemediğin için üzüldün,” diyerek onun görülme, duyulma ve anlaşılma gibi duygusal ihtiyaçlarını karşılamaya devam edebiliriz. Hayatta hayal kırıklıkları da vardır. İsteklerinin genel olarak ailesi tarafından kabul gördüğünü bilen çocuk için bunun gibi kaçınılmaz hayal kırıklıklarını göğüslemek daha kolay olabilir.
Bizim bu şefkatli ve beceri gerektiren alanı çocuğa sunabilmemiz için kendi fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarımıza da çocuğumuzunkiler kadar gözetmemiz gerekiyor. Çocuğun ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarımızın önüne koyarsak yavaş yavaş tükeniriz. Bazen mola alarak, bazen kendimize vakit ayırarak, bazen geri çekilerek “şimdi neye ihtiyacım var” diye kendimize sorarsak, sevme, esnek düşünme, çocukla uyumlu olma, problem çözme ve hayattan keyif alma kapasitemiz artacak.
Resim yapıyorum ama ressam olmak için değil. Şarkı söylüyorum ama solist olmak için değil. Dans ediyorum ama dansçı olmak için değil. Top oynuyorum ama futbolcu olmak için değil. Duvarlara tırmanıyorum, atlet olmak için değil. Taklit yapıyorum ama tiyatrocu olmak için değil. Oyuncakları söküp takıyorum diye mühendis olmam gerekmiyor. Hepsini çok iyi ya da kötü yapıyor olabilirim. Hepsini olabilirim ya da ileride şu an henüz ismi bile olmayan bir mesleği seçebilirim. Dünya hızla değişiyor. Ben büyüdüğümde nasıl bir dünyada yaşayacağımızı kim biliyor? Bugün var olan meslekleri, gelecekte belki de robotlar yapacak ve yepyeni meslekler olacak dünyada.
Anneciğim, babacığım;
Bu belirsizlikte, benim en büyük yeteneğim, kendimi tanıma ve hayatı keşfetme merakım, sezgilerim ve duygusal becerilerim. Siz de bu becerilerinizi geliştirin ki bana yoldaşlık yapabilin. Siz de benimle kendini tanıma yolculuğuna çıkın ki, bana bu belirsiz dünyada yol göstermeniz kolaylaşsın. Siz de benimle hayatı yeniden keşfedin ki, yanımda olduğunuzu hissedebileyim. İçimden geleni olduğu haliyle ortaya koymama izin verin. Kendimi ifade etmekten, eğlenmekten, hayatı deneyimlemekten, kabul görmekten ve cesaretlendirilmekten başka bir beklentim yok. Ne olur anne, baba sizin de olmasın…
Gerçekten bir etikete ihtiyacım var mı? Bırakın, gelecekte ne olacağımı çocukluğun kapısından çıkarken o güne dek kalbimde ve zihnimde biriktirdiklerim söylesin. Siz kendi beklentilerinizle, isteyip yapamadıklarınızla, korku ve kaygılarınızla yolumu kapatmayın, görüşümü bulanıklaştırmayın. Gelin, birlikte daha geniş bir pencereden bakalım. Pencereden gördüklerimizle “Ne işime yarayacak bu, vakit kaybı,” diye düşünmeden, ekranlara esir olmadan özgürce oynayalım. Hala vakit varken birlikteliğimizin keyfini çıkaralım.
Bana alan açın. Öyle bir alan olsun ki, oyunlarla, masallarla, hikâyelerle, sanatla, müzikle, bilimle dolu olsun ve sizin koşulsuz varlığınız ve rehberliğiniz ile korunsun. Orada, beni yenilgilerimden ve başarılarımdan bağımsız olarak koşulsuzca sevin ki, deneyip yanılabileyim. Sizi memnun etmeye çalışmak yerine, özümden gelenin çağrısına kulak verebileyim. Sonucu ne olursa olsun, çabalamanın kıymetini bileyim.
Belki sizin böyle bir alanınız olmadı. Hep bir sonuca takılı kaldınız. İçinizden gelenle, olanı şekillendirmeyi unuttunuz. Hep bir hedefin peşinde koştunuz çünkü “hayat böyle bir yer,” dediler. Siz de böyle öğrendiniz. Peki, böylesi gerçekten mutlu etti mi sizi? Bugün öğrendiklerinizi unutup birlikte yeni deneyimler denizine açılalım mı?
Ben büyüdüğümde kimsenin yörüngesine girmeden, özümden gelenin çağrısını duyabilmek istiyorum. Seçimlerimi buna göre yapmak istiyorum. Anneciğim ve babacığım, beni anlayabilmeniz için, yanımda tüm varlığınızla durabilmeniz için siz de kendi çağrınıza kulak verin.
Siz iyi olun ki, ben de iyi olabileyim.
Hayatla boğuşurken, ite kaka kurulan benliklerin törpülendiği hissedilir. Arkada bırakılanlar çarpanlarına ayrılmış, sağlaması yapılmış, tüme varılmış anı posalarıdır. Anılar bizle kalır, posalar atılır. Bu yüzden, yaşanmışlıkları olduğu gibi hatırlayamayız hiçbir zaman. Geçmişin geçmişte kaldığını zannederiz ama hiçbir şey geçmişte kalmamıştır. Geçmişte çektiğimiz acıların ve yaşadığımız duyguların kökü bizdedir. Kendimizi heybetli bir bina gibi onların üstüne inşa ederiz ya da temelsiz bir evde, içten içe tepemize çökecek korkusuyla bir ömür geçiririz.
Geçmişte, çocuklukta, gençlikte çekilen acılara sahip çıksak evin temeli güçlenecek. Bu habire evin temelini kurcalayalım demek değil ama yakamızı bırakmayan huzursuzlukları artık görelim demek. Sevgiliyle kurulan ilişkiye, çocuk büyütmeye, anne babayla konuşmalara artık bu huzursuzlukları karıştırmayalım demek. Kocaman bir duygu gelip tepemize çöktüğünde, onun bize anlatacakları var. Boşuna gelmedi. Karşılanmamış bir ihtiyacı haykırıp duruyor. Belki çocukluktan belki gençlikten… Üzerinden yıllar geçse de hala orada aynı canlılıkta duyulmayı, görülmeyi, başının okşanmasını bekliyor. Sevildiğini hissetmek mi, cesaretlendirilmek mi, saygı görmek mi, rehberlik almak mı, yakınlık mı? Belki de artık ihtiyaçların olmadığına inandırdın kendini. “Kendi kendime yeterim,” dedin. Mutlaka yetersin ama hayat kendi kendine yetmekten ibaret değil. Bağ kurmak, iş birliği yapmak ve daha sevgi dolu deneyimler oluşturmak için buradayız. Beynimiz ilk doğduğumuzdan itibaren bağ kurmaya çalışıyor. Dünyaya soruyor, ”Burası güvenli mi?”, “Yaşama tutunmak için annem ihtiyaçlarımı karşılıyor mu?” Annemizden ve bize kimler baktıysa, onlardan öğrendiklerimizle beynimiz örülüyor. Milyarlarca nöron kurduğumuz bağlarla şekilleniyor ve bugünkü bizi oluşturuyor. Beyin her an yaptığımız seçimlerle değişiyor.
Hep aynı insanlarla aynı şeyleri yaparsak vizyonumuz daralıyor. Önce algımız sonra kalbimiz kapanıyor. Oysa biz sevgiyi yaymak için buradayız. Kalbi kapalı biri sevgiyi yayabilir mi? Kendine şefkatli davranabilir mi? Kalp kapandıkça kendini diğer insanlardan, hayvanlardan, doğadan ve gezegenden ayrı görür. Mutlu hissetmek için sonu gelmeyen hazlar peşinde koşarken her gün kalbinin derinliklerinde ayrılık acısı yaşar. Bu acıyı bitirmen için hayat her gün sana işaretler gönderir ama ön yargı ve kapalı kalp duvarına toslar bütün işaretler.
Bu işaretler bazen karşı daireye yeni taşınan bir komşudur, bazen elinde çöplerle denizden çıkıp size gülümseyen bir adamdır, bazen aklınıza aniden gelen bir fikirdir. Gün içindeki saniye sayısı kadar çok ve çeşitlidir. Önce işaretleri almak için niyet edince gerisi çorap söküğü gibi gelir. Beyin yeniden örülebilir. Acılar bize derslerini öğretince dönüşebilir. Yaşam hikayemiz yeniden yazılabilir.
Stres haline girdiğinde sinir sistemi alarm verir ve “kaç-savaş-don” pozisyonu alır. Artık öğrenen beyin devre dışıdır. Okulda baskı ve zorlama altında algılarımın tamamen kapandığını, bildiğim sorulara bile cevap veremediğimi çok iyi hatırlıyorum. Olayların detaylarını hatırlamıyorum ama o hissi çok iyi tanıyorum. O hissin öğrenmemin önünde psikolojik bir engel olduğunu yetişkin zihnimle anlıyorum ancak çocuk halim yetersizlik duyguları içinde kıvranıyordu. Çocuk her ne yaparsa yapsın onu utandıracak, cezalandıracak ve suçlayacak bir tondan konuşmak işleri daha da beter hale getiriyor. Bir yetişkin olarak çocuğun sinir sistemini dengede tutmak bizim işimiz. Biraz stres öğrenmek için faydalı olabilir ama fazlası bizi kilitler.
Hepimizin aklına her tür garip düşünce gelebilir. Kendimizi berbat hissettiren duygular da yaşarız. İnsan olmak böyle bir şey. Biz bunları yaşıyorsak kendi gelişim seviyelerinde çocuklar da yaşıyor. Biz ertesi gün yapacağımız sunum için heyecanlanırken o belki yatağının altındaki canavardan korkuyor. Aydınlığımız kadar karanlığımız da var. Önemli olan bu istenmeyen duygu ve düşünceler doğduğunda kendimize neler söylüyoruz? Kendimizle nasıl konuşuyorsak otomatik olarak çocuğumuzla da öyle konuşacağız. Nasıl böyle bir şey düşünürsün diye kendimizi suçluyor muyuz? Düşüncelerimizden dolayı utanıyor muyuz? Yok sayıp bilinç altımıza mı atıyoruz? Kendimizi içsel konuşmalarımızla utandırıyor muyuz?
Biz zorlayıcı duygu ve düşünceleri nasıl karşılayacağını bilmezsek, çocuğun da zorlayıcı duygu ve davranışlarını kabul etmekte zorlanırız. Belki ‘pozitif disiplin’ ile ilgili bir kitap okuruz ama uygulamak hiç de kolay değildir. Sonra da uygulayamadığımız için yine kendimizi suçlarız. Pozitif disiplini tanımlamak gerekirse, çocuğa rol model olarak onu iş birliğine davet etmek, ödül-ceza yöntemi yerine sorunları çözmek için rehberlik etmek, bütün duygularını onaylayarak ama sınır koymayı ihmal etmeden çocuğa kendini değerli hissettirmektir. Zor durumlarla baş edecek stratejilerden, pedagojiden haberdar olmanın ebeveynlerin ve çocuklarla ilgilenen herkesin sorumluluğu olduğunu düşünüyorum.
Çocuğumuza sürdürülebilir pozitif disiplin uygulamak kendi içimizdeki çocukla konuşmalarımızı pozitife çevirmekle başlıyor. Hepimizin zihninde konuşan farklı sesler var: Çocuk halimiz, içimizdeki anne baba, eril ve dişil yönlerimiz. İçinizdeki eleştiren, suçlayan sesleri fark edip onlara yapıcı cevaplar verebilir misiniz? Her koşulda içimizdeki ve dışımızdaki çocuğu iyi hissettiren bir dil kullanmak nasıl olurdu?
Hemen arkasından suçluluk hisleri, takatsizlik, yetersizlik düşünceleri takip ediyor. Bu duyguları yok saymak, hepsini halının altına süpürmek ve sahte bir gülümsemeyle hayata devam etmek de mümkün. Gelen bu duygular, içinden geçilmesi ne kadar zor olsa da bize bir şey anlatmaya çalışıyorlar: “Nefes al, kendini hatırla, kendine sor: “Şu an neye ihtiyacın var?”
Ben hissiz ve mekanik bir anne olmamak için yazıyorum, çiziyorum, dans ediyorum. Çocukluğumda karşılanmayan ihtiyaçlarımın izini sürüyorum. O ihtiyaçlar kaybolmadı. Geçmişteki hiçbir şey geçmişte kalmadı. Hala orada canlı duruyor ve ben kendim karşılamadıkça beni cansızlaştırıyor.
Senin neye ihtiyacın var?
Belki sadece durmaya, bir kahve içip soluklanmaya, ayaklarını suya sokmaya, yürüyüşe çıkmaya, dost sohbetine, hareket etmeye, desteğe, gerçek bağlar kurmaya ve daha nicesine…
Kendini canlı hissetmek için hissetmeye izin ver Güzel Anne.
Yoksa o beğenmediğimiz duygular da bizi yok sayacak ve hissetme kabiliyetimizi kaybedeceğiz. Tıpkı, üzüntüyü yok ederken mutluluğu da yok eden ve hissizleştiren depresyon ilaçları gibi… Belki o duyguları kendine yakıştıramıyorsun ama o duygular sana “dur” diyor. Dur ve dinle. Bu duygu sana ne söylemek istiyor? Katil de, canî de ilahi de içimizde. İçindeki anne hangisini besleyip büyütecek?
Hissedemeyen biri çocuğuyla gerçek bir bağ kurabilir mi?
Kendini duygusal olarak ihmal eden biri çocuğunun duygusal dünyasını anlayabilir mi?
Annelik, zaten gönüllü olarak kendi önceliklerini ikinci plana atmaktır. Kendinden en azından uzunca bir süreliğine vazgeçmektir. İnsanlık bu gönüllülük üzerinde yükselir.
Aynı insanlık, annelerden kadın olmanın, insan olmanın, kendin olmanın hazlarından vazgeçmelerini bekler. Toplum, kendi dayattığı “anne” kalıbına uymanı ama aynı zamanda çocuğunu “iyi” yetiştirmeni bekler. Göz önünde olmayan kadınlar yine belli bir miktar eleştiriye kulak tıkayarak bildiklerini okurlar, bir suçlu gibi kendilerini gizlerler ama ya göz önünde bir anneyseniz neler olur?
Çocuğunu kaybeden Ebru Şallı’yı tatile çıktığı için linç etmeyi insanlar kendine hak görüyor.
Kadın cinayetlerinin sorumluluğu onları yetiştiren annelere atılıyor.
Boşanma davası açan kadınların, yiyip içtikleri, giydiklerini, gezdiği yerleri mahkemede delil olarak gösteriyor.
Artık yeter!
Toplumun kafasındaki anne kalıbına uyuyorsan kutsallık mertebesine erişebilirsin. Kendi istek ve ihtiyaçlarını yok sayıp mutlu taklidi yapıyorsan kimse rahatsız olmaz. Tersini yapan bütün kadınlar anneliğe helâl getirir. Anneliği yerlere göklere sığdıramayan kültürümüz, annelerin koşullarını iyileştirme sorumluluğunu almaz.
Çocuklar gerçek olan ile sahte olanı ayırmakta ustadır. Annesinin mutlu olup olmadığını hisseder. Onun da bu mutsuzluğun parçası olmaktan başka çaresi yoktur. Küçüklükte ekilen bu çaresizlik ve mutsuzluk tohumlarının etkisi nesilden nesile geçer ve bugün yaşadığımız kadın düşmanı dünyayı oluşturur.
Bu kadar değişikliği sindirmek için bu deneyimi yaşamış ya da yaşayan kadınlarla bir araya gelmeye, birbirimizi dinlemeye ve yeni kimliğimizin gerekliliklerini anlamaya ihtiyaç duyarız. Bu değişiklikler olurken birçok anne ister istemez kendi geçmişini sorgulamaya başlar çünkü bebeğimizle ilişki kurarken bir rol model arayışına gireriz. Bir bebeğe nasıl bakılacağının bilgisi başka nereden edinilebilir?
Bu noktada annemizle ilişkimiz kilit rol oynar. Mesela, Avrupalı annelerin çocuklarını çok daha bağımsız bir şekilde yetiştirirken Türk anneler bu konuda zorlanırlar. Düşen çocuk kaldırılır, yemeyen çocuk yedirilir, çocuk kat kat giydirilir. Elimizde değil; annemizden böyle gördük. Onların çocukları da pislik içinde emekler, yediğini yer yemediğini bırakır, cıbıldak dolaşır. Biz onlara bakarken gözlerimiz yuvalarından fırlar. Avrupalı annelere sorarsanız onlar da annelerinden böyle görmüştür. Onların bazı çocuk bakım yöntemlerine özensek de bizim için uygulaması çok zordur. Bilinç dışımızdan gelen bu kemikleşmiş alışkanlıkları değiştirmek tek başına hiç kolay değil. Bu konulara bilinç getirdiğimizde ise çocukken maruz kaldığımız muameleleri sorgulama ve bize zararlı olanları değiştirme kapısı aralanıyor.
“Ben de bir zamanlar kucağımda tuttuğum bebeğim gibi bir bebektim. Nasıl bir çocukluk geçirdim? Nasıl bakım gördüm? Benim çocuğuma göstermeye çalıştığım özen bana gösterildi mi? Annem gibi olacak mıyım? “
Bunun gibi ya da benzeri iç konuşmaları yaparken ses tonunuz nasıl? Kendinize şefkatli misiniz? Annenize ya da kendinize öfkeli misiniz? Bu öfkeyi nasıl yaşıyorsunuz? Kime nasıl yansıtıyorsunuz? Çocuğunuz hata yaptığında gösterdiğiniz anlayışı kendinize de gösteriyor musunuz? Geçmişinize, sizi bugünkü insan olarak var ettiği için minnet duyabilir misiniz? Ailemizin de bizi yetiştirirken o günün koşullarında elinden gelenin en iyisini yaptıklarını düşünmek nasıl olurdu?
Bu sorulara verdiğiniz cevaplar kendinize nasıl annelik/ebeveynlik yaptığınızı size gösterir. Kendinizi çocuğunuzu sevdiğiniz gibi her koşulda sevmek nasıl hissettirirdi? Hata yaptığınızda suçluluk yerine kendinize anlayış göstermek nasıl olurdu? Burnundan soluduğun bir öfkeye kapıldığında içinden “Nefes al kızım” diyen tatlı bir ses duyarak yumuşamak nasıl olurdu? Kendimizi ve ailemizi değiştirmeye ve geliştirmeye çalışmadan olduğumuz halimizle kucaklamak nasıl hissettirirdi?
İçimizdeki bu tatlı sesi büyütsek, geliştirsek, bu ebeveynliğimizi nasıl etkilerdi?
Kahvaltı hazırlamaya geç kalırsam, öğlen yemeği aksayacak ve uyku saati de kayacaktı. Geç yatılan bir öğlen uykusu ise zaten geç uyuyan bebeğin daha da geç yatmasına sebep olacak ve benim kendime vakit ayıramadığım bir gün olarak geride kalacaktı. Enerjimi toplayıp keyif alacağım bir şeyler yapmaya çok ihtiyacım vardı. Bir gün böyle geçse bir şey olmazdı ama ipin ucunu da kaçırmamak lazımdı. “Sıradan” olarak gördüğüm bir sürü günlük rutinin içinde kendimi kaybetmişken sosyal medyada gördüğüm 1960’lara ait eski bir resim beni kendime getirdi. Yaşadığım mahallenin Facebook grubunda paylaşılan Bostancı Sahili’nin yaklaşık 60 sene önceki fotoğrafı. Sahil sinemasına gelmiş insanlar, arkada tren yolu ve Altıntepe yokuşu. Kendimi bildim bileli neredeyse her gün koşarak indiğim ve dilim dışarıda çıktığım yokuş.
“Sıradan bir fotoğraf” diye tanımlanabilecek bu resim, sadece eski olduğu için gözümde kıymetli olmuştu. Dünyada benim olmadığım zamanları düşünmüş, yokluğumla yüzleşmiştim. Babamın, amcalarımın, şimdi hayatta olmayan dedemin ve babaannemin o sahile ellerinde havlularla aheste gidişleri, gözümün önüne geldi. Fotoğrafta güneşlenen insanların bir kısmı, belki de şimdi yoklar. Bugün inşaatlar ve dürümcülerle işgal edilmiş, toprakla doldurulmuş Bostancı sahilinde hiç yüzemediğimi ve oğlumun da yüzemeyeceğini düşünüp hüzünlendim. O zamanlar kendi güzellikleriyle birlikte buharlaşıp gitmişti. Geriye, o anı değerli bulan meçhul birinin çektiği bu soluk fotoğraf kalmıştı. O resmi basıp buzdolabının üzerine asmak istedim, sıradan olanın güzelliğini hiç unutmamak için. Bugün oradan geçerken böyle bir manzara fotoğrafını çekmek aklıma gelir miydi acaba? Yüzümüzün bütün fotoğrafı kapladığı bir öz çekim dururken, sanmıyorum. Oysa yıllar sonra oğlum fotoğraflara bakarken, kendi doğup büyüdüğü sokakları da görmek istemez mi? Sürekli kentsel dönüşen bu şehirde, büyüdüğü yerlerin eski hallerini görmek onda bir aidiyet duygusu yaratır mı?
Altmış sene önce bu fotoğrafı çeken kişi vesilesiyle, hayatın her anının ne kadar değerli olduğunu, geçip giden zamanının bir daha geri gelmediğini, tek gerçek anın şimdi olduğunu idrak ediyordum. Sahi, “sıradan bir gün” ne anlama geliyordu? Türk Dil Kurumu’na göre sıradan, hiçbir özelliği ve değeri olmayan, sıra işi, bayağı, değersiz, niteliksiz. Bu kelime üzerine düşündükçe, sıradan kelimesini kelime haznemden çıkarmaya karar verdim. Kim karar veriyordu bir günün değersiz ya da niteliksiz olduğuna? Evet, çocuk büyütmek yorucu, bazen sıkıcı bile olabilir ama sıradan olamaz. Her gün büyüyen o eşsiz varlığın, o anları bir daha geri gelmeyecek. O küçük bebek büyüyecek, yorgunluklar geçecek ve sıradan sandığımız o anlar fotoğraflarda kalacak. Her dakika çocuğumuzun fotoğrafını çekip anı kaçırmak değil tabi ki; ama çektiğimiz her fotoğrafa böyle bir farkındalıkla yaklaşmak nasıl olurdu? Yıllar geçip çocuğumuz büyüdüğünde, eğer telefon hafızasındaki resimleri bastırmayı akıl etmişsek, o fotoğraflar bizim için altın değerinde olacak.
Hayatın ilk yılında sürekli bebeğin fotoğraflarını çekerken, çocuklar büyüdükçe niye daha az fotoğraf çekeriz? Alıştığımız şey, gözümüzde sıradanlaşıyor. O günün, diğer günlerden belirgin bir farkı olup olmaması, bizim o güne bakış açımıza ve yaratıcılığımıza göre değişiyor. Eğer biz hayatımızı, çocuk büyütme serüvenimizi sıradan görürsek, gerçekten sıradan olur. Çocuk da kendini değersiz hisseder. Kendimize verdiğimiz değer, çocuğumuza verdiğimiz değeri de belirliyor; dahası onun kendine verdiği değeri de belirleyecek ve hayatın ilk yıllarında edinilmiş değerlilik duygusu çocuklarımıza verebileceğimiz en güzel hediyedir.