Ceylan Şekerci

Bir yeme bozukluğu: Ortoreksiya nervoza

8 Nisan 2021
Son yıllarda beslenme ve sağlıklı yaşam arasındaki ilişkinin önemine yapılan vurgular, konuyla ilgili artan araştırmalar ve yayınlar, uzmanların çeşitli uyarı ve önerileri bizleri kaliteli ve doğru besinleri yeme konusunda motive etmektedir.

Hareketsiz yaşama bağlı olarak gelişen obezite ve buna eşlik eden diyabet, artan kanser olguları, kalp damar sistemindeki çeşitli problemler ve daha birçok rahatsızlık bizleri beslenme konusunda daha dikkatli ve duyarlı davranmaya sevk ediyor. Sağlıklı beslenme alışkanlıkları, günlük yaşamı yoğun olarak etkilemediği sürece patolojik olarak değerlendirilmezler. Ancak kişi yemek ile aşırı uğraşır hale gelir, günlük hayatında olumsuzluklar ortaya çıkmaya başlar ve bu durum uzun sürerse yeme bozukluklarının varlığından bahsedebiliriz.

Ortoreksiya nervoza, sağlıklı beslenme düşüncesinin aşırılık ve kaygı düzeyine geçip normal hayata müdahalede edecek kadar takıntı boyutuna taşınması durumudur. Daha çok bilinen iki yeme bozukluğu anoreksiya nervoza ve bulimiya nervoza ile benzerlikler taşımaktadır. Ancak anoreksiya ve bulimiyada yiyeceğin miktarı ön plandayken ortoreksiya nervozada kişi besinin kalitesine odaklanır. Bu anlamda ortoreksiya nervoza saf besin tüketme obsesyonu olarak nitelendirilebilir. Bu kişiler obsesif kompulsif bozukluğu olan bireyler gibi zamanlarının çoğunu katı kurallar, düşünce ve davranış boyutunda kısırdöngüye girmiş aşırı uğraş ile geçirirler. Dikkatin ve enerjinin besinlere odaklanmış olması zamanla kişinin sosyal işlevlerine de zarar verebilir. Daha uç sınırlardaki ortoreksiya nervoza hastaları saf olmadığını düşündükleri besinleri tüketmek yerine kendilerini aç bırakmayı tercih edebilirler. Böyle durumlarda kısıtlanan besin alımından dolayı yetersiz beslenmeye bağlı sağlık problemleri ortaya çıkabilir. Çoğumuz günlük beslenme düzenimizin dışına çıktığımızda, abur cubur tükettiğimizde ya da herhangi bir besini fazla yediğimizde kötü hissedebiliriz. Bu his genellikle geçicidir. Öte yandan ortoreksiya nervoza hastalarının durum karşısındaki suçluluk duyguları abartılıdır. Kendinden iğrenme ya hep ya hiç düşünme tarzı, depresyon, sağlığını kaybedeceği üzerindeki obsesyonlar yoğun olarak gözlemlenir. Kötü olarak nitelendirdikleri besinleri yemek onlar için kontrolü sağlayamamış olmanın bir göstergesidir. Bozulan disiplini tekrar kurmak için daha çok besin kısıtlamasına yönelebilirler. Arınmak ya da kendilerini cezalandırmak amaçlı aşırı egzersiz yapabilirler.

Sağlıklı ve kaliteli beslenmenin bedenimiz ve yaşamımız üzerindeki etkisinin farkında olarak hepimiz elimizden geldiğince dengeli beslenmeye çalışıyoruz. Eğer beslenme davranışı ve bu davranışı destekler nitelikteki aktiviteler düşüncelerinizi yoğun olarak işgal ediyorsa, yemek günlük hayatınızın en önemli parçası haline geldiyse, yediğiniz bir şeyden sonra yoğun ve uzun süreli pişmanlık duyuyorsanız, bedeninizi ve yaşamınızı kontrol edebilmenin yoğun kaygısı içerisindeyseniz, sağlığınızla ilgili abartılı endişeler yaşıyorsanız, yemekle yoğun uğraşı sonucu yorulan zihniniz sosyal ortamlara ayak uydurmakta zorlanıyorsa destek almanız yaşam kalitenizi arttırmak adına bir adım olacaktır.

Yazının Devamını Oku

Pandemi döneminde akademik başarı

9 Şubat 2021
Pandeminin beraberinde getirdiği uzaktan eğitim süreci ebeveynler için zorlayıcı ve karmaşık olabiliyor. Günümüzde birçok anne baba çocuğunun akademik başarısını kendi ebeveynlik başarısı olarak algılayabiliyor.

İletişimdeki ders çalışma ve ödev vurgusu, akademik başarı beklentisinin yarattığı çatışmalar, inatlaşmalar ebeveynlerin çocuklarıyla ilişkisine olumsuz şekilde yansıyabiliyor. Uzaktan eğitimin dezavantajlarından biri olarak karşımıza çıkan konsantrasyon ve motivasyon eksikliği anne babaları endişelendirip farklı yöntemler denemeye de yönlendirebiliyor.

Ebeveynlerin akademik başarıyla ilgili benimsedikleri çeşitli yanılsamalar var. Çocuğunuz üzerinde baskı kurmanız, ders çalışmadığı takdirde sevdiği bazı şeylerden yoksun bırakmanız, cezalandırmanız çocuğunuzun verimli çalışmasını sağlamaz. Bu yöntem korku ve cezadan kaçış temelli, günü kurtarmaya yarayan ancak uzun vadede çocuğa akademik sorumluluk almak adına katkısı bulunmayan bir yöntemdir.

Benzer şekilde çocuğunuz siz “ders çalış”, “ödevini yap” dediğiniz için ya da başarılı olmasını istediğiniz için ders çalışmaz. Çevreden gelen yönlendirme, baskı ya da ödül gibi yöntemlerle istenen davranışın gerçekleştirilmesi dış motivasyon unsurlarındandır. Dış motivasyon davranışı ancak belirli bir ölçüde destekler. Eksikliğinde davranışın sürdürülebilirliği tartışılır.

Çocuğunuzun akademik başarısı ne kadar uzun süre çalıştığına bağlı değildir. Zaman verimli çalışma için kıstas olmayabilir. Koruyucu ve denetleyici tutum çocuğun okul başarısına destek olmaz. Çocuğunuz adına ödev yapmanız ya da sürekli “”ödevini yaptın mı” şeklinde sormanız çocuğunuzun sorumluluk alabilme yetisine zarar verir.

Kıyaslama özgüven gelişimine zarar verirken öfkenin artmasına zemin hazırlar. Arkadaşlarıyla sadece akademik alanda değil, hangi alanda olursa olsun kıyaslanan çocuğun algıladığı davranışın niteliği ve uygunluğundan ziyade rekabetin şiddetidir. Çocuğun değerlendirilmeye değil; anne babası tarafından görülmeye, kabul edilmeye, anlaşılmaya, desteklenmeye ve sevilmeye ihtiyacı vardır.

Anne babanın kendi geçmişlerinde gerçekleştiremedikleri deneyimleri çocuklarının yaşamasını arzulaması sıkça karşılaşılan bir tutumdur. Burada kritik nokta, anne babanın yönlendirmeleriyle çocuğun istek ve ilgilerinin örtüşüyor olmasıdır. Aksi takdirde, çocuk kendi özgür iradesini geliştirmek konusunda sıkıntı yaşayabilir.

Her anne baba okul başarısı için çocuğuna yardımcı olmak ister. Bu iyi niyetli girişimde sergilenecek bazı tutumlar, çocuğun istenen ve beklenen davranıştan uzaklaşmasına neden olabilir. Sorumluluk duygusunun gelişimi özellikle akademik alanda desteklenmesi hedeflenen bir kriterdir. Zaman yönetimi, konsantrasyon yeteneği de okul başarısı açısından önemlidir. Dış motivasyon unsurlarıyla ebeveynin yönlendirmesinden öte, çocuğun kendi iç motivasyon faktörlerini belirlemesi hayatın her alanında başarı için gereklidir.

               

Yazının Devamını Oku

Ceyda Düvenci’nin ‘regl’ paylaşımı sosyal medyayı ikiye böldü

21 Ocak 2021
Ceyda Düvenci’nin 10 yaşındaki kızı Melisa’nın regl olduğunu açıklaması sosyal medyada tartışmalara yol açtı. Bazı kullanıcılar ‘Bu kızınızın özeli, paylaşmanız doğru değil’ diye tepki verirken, bazıları ise ‘Regl olmak ayıp değil, paylaşımda da bir şey yok’ diyerek Düvenci’ye destek çıktı.

Ergenlik, çocukluk ile yetişkinlik dönemi arasında, fiziksel değişimlerle beraber psikolojik ve sosyal değişimlerin de yoğun yaşandığı bir dönemdir. Regl döngüsünün başlaması, kızlarda ergenliğe geçişin fizyolojik göstergelerinden biridir. Yaşanan bu ilk deneyim hem genç kız hem de ailesi için karmaşık duygular barındırmaktadır. Henüz anlamlandıramadığı bu değişim karşısında heyecan, mutluluk, korku gibi duygular arasında gelip giden genç kız için özellikle hemcinsi olan annenin tutumu büyük önem taşır.

Kadın erkek eşitliğinin sıkça sorgulandığı günümüzde ataerkil toplum düzeni kadın bedeninin ve fizyolojisinin mahremiyeti üzerinde yoğunlaşmakta. Sünnet, bir düğün havasında kutlanılıp ilan edilirken kız çocuklarına kendilerini geri planda tutmalarına yönelik tavsiyeler veriliyor. Adet döngüsünün başlaması çoğu zaman utanılacak bir durum gibi algılanmakta ve genç kızların değişen bedenlerini kabulü konusunda çeşitli direnç unsurları oluşmaktadır. Bir genç kızın kendini kabul edebilmesi, bedeninin farkında olabilmesi, haklarının bilincine varabilmesi en küçük çapta ailede başlar. Ailenin büyüme ve bireyleşme karşısındaki tutumları çocuğun ergenlik sürecinin rahatlatılması açısından da değerlidir.

Eleştirileri beraberinde getirdi

Ünlü isimlerin sosyal medya üzerinden yaptıkları paylaşımları takip ediyoruz. Sosyal medya platformlarında hayatlar insanların gözleri önünde yaşanıyor. Ceyda Düvenci’nin 10 yaşındaki kızının genç kız olduğunu belirten paylaşımı farklı eleştirileri beraberinde getirdi. Kendisinin kişisel gelişim ve pedagojik alandaki ilgisini ve özverisini fark ederek bu sosyal medya paylaşımının üzerinde düşünülüp yapıldığı kanaatindeyim. Eleştirilere yanıt niteliğinde yazdığı paylaşımda da bu düşüncemi sağlama cümleleriyle karşılaşıyorum. Kadın kimliğinin ve fizyolojisinin doğal süreçlerinin, bir annenin çocuğunu büyütürken geçirdiği değerli dönüm noktalarının üzerine yaptığı vurgular benim için de çok anlamlı.

Öte yandan, sosyal medyada çocukların fotoğraflarının paylaşımlarıyla ilgili gündeme gelen tartışmalar var. Çocuğun onayı ya da izni olmaksızın, ileride rahatsızlık duyabileceği bir fotoğrafın paylaşımı destekleyeceğim bir tutum değil, ki Ceyda Düvenci verdiği yanıtta kızından izin aldığını belirtmiş. Çoğu zaman, mahremiyet kavramı altında üzerini örtmeye çalıştığımız adet döngüsünün utanılacak değil, onurlandırılacak bir durum olduğunu vurgulamış. Bu anlamda düşüncesine saygı duyuyorum.

Yazının Devamını Oku

Doğal ebeveynlik nedir?

28 Aralık 2020
Günümüzde ebeveynlikle ilgili yapılan tanımlamalar ve sınırlandırmalar, çocuk yetiştirirken yapılmaması gereken yanlışlar ve yapılması gerekli kılınan doğrular çoğu anne babayı doğal ebeveynlik sürecini yaşamaktan alıkoyuyor. Hamilelikten itibaren anne ve baba adayı çevreden süreçle ilgili direktifler almaya başlar.

Henüz bilinmeyen ebeveynlikle ilgili bilimsel ve sosyal farklı kaynaklardan bilgi edinilmeye çalışılır. “Anne olduğumda asla böyle yapmayacağım”dan “Bunu kesin uygulayacağım”a uzanan farklı hedefler belirlenir. Çocuk dünyaya geldikten sonra ebeveynler hedeflediklerini gerçekleştiremediklerini deneyimleyip umutsuzluğa kapılabilirler.  Davranış karşısında yapılması gereken ile o anda yapmayı uygun buldukları davranışın hangisini sergileyecekleri konusunda tereddüte düşebilirler. Anne babalar yanlış yaptıkları konusunda kendilerini her yargıladıklarında olumsuz bir döngünün içine doğru çekilirler.

Bu noktada ebeveynlerin içine biraz su serpecek birkaç noktaya değinebiliriz:

Sesinizi yükseltmeniz, sinirlenmeniz tüm emeklerinizin boşa gittiği ve çocuğunuza travmatik bir deneyim yaşattığınız anlamına gelmez: İlişkimizde kendimizi kontrol etmekte oldukça zorlandığımız durumlar ortaya çıkabilir. Bazen sert çıkışmanız, sinirlenmeniz çocuğunuzla ilişkinizin onarılamaz hasar aldığını göstermez. Önemli olan bu davranışın süreklilik kazanıp sık tekrarlanmamasıdır.

Otorite yanılgısı: Ya hep ya hiç: Çocuklar özellikle bazı konularda diretme yöntemini yoğun olarak kullanır. Bizler her gün aynı sabır ve özeni gösteremeyebiliriz. Bu durum otorite kurmakta başarısız olduğumuz anlamına gelmez. Mesela iş yerinde olumsuz şartlarla karşılaşmış, yorgun, uykusuz bir annenin çocuğun ısrarları karşısında boyun eğmesi karşılaşılan bir durumdur. Davranışın bunun benzeri durumlarda esnetilmesi, ebeveyni, disiplin sürecindeki başarısızlık duygusu ile baş başa bırakmaktadır. Çocuklar minik bedenlerinden beklenmeyecek kadar yüksek algıya sahiptir. Anne baba veya bakım veren kişinin içinde bulunduğu durumu çoğu zaman söze kalmayacak kadar net anlayabilirler. Sonrasında çocukla yapılacak kendi duygularını açma uygulamaları hem empatik yeteneğin, hem de duygusal ve sosyal yeteneklerin gelişimi açısından katkı sağlar.

Sürecin normal özelliği mi, problem mi?: Anne babalar gelişim sürecinin belirli basamaklarında gözlemlenen farklı davranışlar karşısında dehşete düşüp bir yerlerde yanlış yaptıkları düşüncesine kapılabilirler. Örneğin iki yaş civarında karşılaşılan karşı gelme ve öfke patlamaları aslında sürecin normal gelişim özelliklerindendir. Anne babalar çocuklarını anlayamadıklarını, nerede hata yaptıklarını sorgulayabilirler. Bu noktada davranışın sebebinin, farklı bir tablo oluşmadığı sürece, normal gelişim sürecinden kaynaklandığı ebeveynlere anlatılmalıdır.

Her sorunun cevabını bilmek zorunda değilsiniz: Çocuğunuza karşı dürüst olmak ilişkinizin temel yapıtaşlarındandır. Cevabını bilmediğiniz ya da cevaplandırmakta zorlandığınız bir soruyla karşılaştığınızda “Bilmiyorum ama ben de merak ettim, öğrenmeye çalışacağım ve seninle paylaşacağım” ya da “Bilmiyorum ama istersen birlikte araştırabiliriz” şeklinde yanıt verebilirsiniz. Bu karşılık sizi bilgisiz ya da yetersiz ebeveyn yapmaz.

Her anne baba sağlıklı ve mutlu çocuklar yetiştirmek ister ancak mükemmel ebeveyn olma arzusu belki de çocuk yetiştirmede yapılabilecek en büyük yanlıştır. Gerçek dışı bir beklenti ile büyütülmeye çalışılan çocuğun da hayatında mükemmeli yakalama telaşı içine gireceği öngörülebilir. Aslında mükemmel anne baba olmaya çalışırken, farkında olmadan, çocuğu da bir yanılsamanın ortasına atıyoruz. Hayatın engebeli ilerleyişi içinde standartlara bağlanan bir geleceğin tohumlarını ekiyoruz. Her hata yaptığımızda çocuklarımızın hafızasına geri dönüşü olamayacak travmatik deneyimler eklemiyoruz. Anne baba olarak çocuklarımızla büyürken, gelişim ve dönüşümün her zaman mümkün olduğunu da öğretiyoruz. İnsanların, hayatın her zaman bizim istediğimiz ve beklediğimiz gibi ilerleyemeyebileceğinin, kontrolümüz dışında oluşabilen faktörlerin farkındalığını veriyoruz. Ebeveynlikle ilgili yargılarımızı, beklentilerimizi bir tarafa bıraktığımızda sürecin tadına varabiliyoruz.

Yazının Devamını Oku

Değişimin zorlukları

7 Aralık 2020
Covid-19’un hayatımıza girmesiyle kişisel gelişim, kendini tanıma, değişim ve uyum gibi kavramlar gündeme taşınmaya başladı. Değişen zor sürece uyum sağlayabilmek adına pek çok kişi farklı alanlarda kitaplar okumaya, seminerler almaya, ulaşabildiği kişisel gelişim videolarını izlemeye yöneldi. Değişen dünya düzeni, değişen eğitim sistemi, değişen iletişim biçimleri, değişen öncelikler; sürekli bir “değişim” vurgusuyla karşı karşıyayız.

Bizler kişisel gelişim ile ilgili bir kitap okuduğumuzda ya da eğitim aldığımızda büyük bir coşkuyla doluyoruz. O güne dek yapamadığımız ya da yapmadığımız bazı davranışları hayata geçireceğimizi düşünmenin coşkusu bu. Ancak ertesi sabah uyanığımızda her şey eski düzeninde akıp gidiyor. Aynı düzenle, aynı alışık olduğumuz sistemle yaşamaya devam ediyoruz. “Yarın başlarım.” “Bir kitap daha vardı, onu da okurum, sonra değişirim.” Zihnimiz bizi konfor alanında tutabilmek adına ufak hilelere başvuruyor. Bir davranışı farklılaştırmaya çalıştırdığımızda ilk etapta yoğun bir rahatsızlık ve huzursuzluk duyabiliriz. Bu davranış uzun zamandır hayalini kurduğumuz, yapmak istediğimiz bir şey olsa bile değişiktir. Beyin daha önce deneyimlemediği bu davranış sonrasında meydana çıkabilecek sonuçlardan haberdar değildir ve ürker. Biz aslında değişime direnç gösteririz. İnsanoğlu alışık olduğu, sonuçlarını bildiği, her gün otomatikleşmiş şekilde süregelen davranışlarını değiştirmek konusunda zorlanır. Değişimin en zor kısmı da bu ilk süreçte yaşanan rahatsızlık hissi ve yanlış bir şey yapıyor olma korkusudur.

Okuyarak, dinleyerek, izleyerek gerçekleştirebileceğimizi düşündüğümüz değişimler uygulamaya geçirilemediği sürece düşüncede kalmaya ve hayal kırıklığı yaratmaya mahkumdur. İlk değişim denemesinden sonra zihnin tuzağına düşüp yenilgiyi kabul ettiğinizde kendinize güveninizi de zedelemeniz olası hale gelir. “Yine yapamadım işte.” “Neden ben yapamıyorum?” Bu sorular ilerleyen zamanda “Zaten ben hiçbir zaman yapamıyorum”, “Hiçbir şeyi başaramıyorum” şeklindeki bilişsel çarpıtmalara da zemin hazırlayabilir.

Değişim bir anda meydana gelen mucizevi bir durum değildir. Konfor alanından çıkıp yeni bir davranışın getirebileceği olumlu ve olumsuz koşullara açıklık gerektirir. Farklı bir davranışı benimseyip sürdürmek zihin için zordur. Hem bedensel hem duygusal tepkilerle kişi eski düzenine geri dönmeye yönlendirilir. Kilit nokta, burada yaşanan huzursuzluk ve rahatsızlığın normal bir süreç olduğunu fark etmektir. Bu farklı duygudurum ve fiziksel yanıtlar değişimle hayata katılan davranışın bir özelliği değildir. İnsanoğlunun yeni olana karşı verdiği uyum sağlama tepkisidir.

Değişimin getirdiği olumsuzluklar karşısında erteleme yöntemi seçildiğinde zihin değişim sürecinin zorluklarını erteleyebileceğini öğrenir. Değişim artık hiç gerçekleşemez çünkü ertelenebilirdir. Erteleme, insanoğlunun zorluklar karşısında kendini koruyup sıyrılabileceği bir savunma mekanizması niteliği taşır.

Değişim eyleme konabildiği ölçüde gerçekleşir. Harekete geçmek, istenen hedefe, değişime, yeni olana ve bilinmeyene yürüyebilmek çaba ve farkındalık gerektirir. Bir bebeğin ilk adımları gibi ilk zamanlar tökezleme ve düşüşler meydana gelebilir. Tekrar ayağa kalkıp denedikçe yürüyebilmenin hazzı ve coşkusu yaşanır. Değişmek, kontrolü ele almakla ilişkilidir. Güç başkalarının söylediklerinde, yazdıklarında değil, kişinin kendi içindedir.

Yazının Devamını Oku

İzmir

3 Kasım 2020
Beynin işlevini yitirdiği, algıların donup kaldığı anlar… Devam ettikçe artan bilinmezlik, panik ve tıpkı yer kabuğu gibi tüm bedenin sarsılışı... Yoğunlaşan uğultular, bağırışlar, kısa devre yapan elektrik aksamlarının çıkardığı cızırtılar, düşen eşyalardan sıyrılan cam kırılma sesleri... Ölümle yüz yüze geliş… Sevdiklerin… Kontrol edemediğin çok büyük bir gücün karşısındaki çaresizlik, korku, haykırış, boyun eğiş…

İnsan söyleyeceklerini toparlamakta zorlanıyor. Deprem gerçeği çok sert bir şekilde hatırlattı kendini İzmirlilere. Benim gibi elleri titrediği için telefonu tutmakta zorlanan, gözbebekleri korkudan büyümüş, sesi ve kendisi titreyen insanlar. Bir yanda yaşanan durumu anlamlandırmaya çalışıp bana bakan kızım, diğer tarafta kendimi onun için sakinleştirme çabalarım. Trafiğin on dakika içinde arapsaçına dönmesi, her yerden yükselen siren sesleri karşısında da ne yapacağımı bilememem, düşünce sürecimin bulanıklaşması.

Evet, sarsıldık; sadece bastığımız yer değildi sarsılan, hayattı. Her şeyin mümkün oluşu ve bizim aslında kontrol ettiğimizi düşünüp de hiçbir şeyi kontrol edemediğimizdi. Çoğu zaman “an”ın güzelliklerini kaçırdığımızın, çoğu zaman şikayet, yargı ve mutsuzlukla görmezden geldiğimizin yüzleşmesiydi.      

Sürekli sosyal medya, whatsApp, yazılı ve görsel basında yayınlanan deprem anı ve sonrası görüntülerini izlemek, defalarca etrafındakilere o anı anlatmak, yeniden yaşamak bu depremi yaşayan bizlere katkı sağlamıyor. Olumsuzu pekiştirip onun üzerinden birbirimize kenetlendiğimiz yanılgısına kapılıyoruz. Yaşanan travmatik bir deneyim; biz bu deneyimin neresinde yer alacağız? Şükürler olsun ki hayatta olan bizler etrafımızda ihtiyacı olanlara nasıl yardımcı olabiliriz? Onların yaralarını, yuvalarını sarmalarına nasıl katkı olabiliriz?

İzmirliler ve yaşanan depremi provakatif söylemlerle ilişkilendiren zihniyetlere karşı düzenlenen uygulamaları destekliyorum. İzmirim geçmiş olsun. İzmirim başın sağolsun. İzmirim acil şifalar…

Yazının Devamını Oku

Çocukla iletişim

22 Ekim 2020
Konuşmak, ağzımızdan çıkan sözcükler çocukla iletişimin birçok yolundan sadece biridir. Çoğu ebeveyn çocuğuyla nasıl konuşması gerektiği, özellikle kullanması ya da kullanmaması gereken kelimeler, çocuktan gelen tepkilere vereceği geribildirimler konusunda desteğe ihtiyaç duymaktadır.

Öncelikle sözel iletişim mutlaka yapılandırılması gereken, belirli kalıplar ve metinlerle ilerlenecek bir ilişki kalıbı değildir. O anın getirdiği çevresel, duygusal ve sosyal koşullarla kendiliğinden şekillenen, temelini karşılıklı sevgi ve kabulün oluşturduğu bir etkileşimdir. -meli, -malı vurgularına dayatılan eylemler ve sözcükler ilişkiye zarar verebilir. Çocuklar detaylı açıklamaları, nasihatleri sevmezler. “O kadar alıyorum karşıma konuşuyorum, anlatıyorum” diyen anne babalarla sıkça karşılaşırız. Biz yetişkinler ne kadar detaylı anlatırsak çocuğun kafasında konunun o kadar iyi yer edeceği şeklinde bir algıya sahibiz. Gerçek şu ki, çocuk bunların büyük bölümünü duymaz. Kısa ve net cümlelerle konuşun. Mantıksal çıkarım kısmını çocuğa bırakın. “Şimdi böyle yaparsan şöyle olabilir, sonra da bununla karşılaşabilirsin” demek yerine soruyu sorup gerisini çocuğunuza bırakın.

Çocuğunuzla konuşurken etrafınızdaki fiziksel koşullara dikkat edin. Telefonunuzda mesaj yazarken, mutfakta yemek hazırlarken, temizlik yaparken konuşmaya çalışmayın. Çocuk aranızda fiziksel engellerin olduğunu algılar. Ebeveynin kendisiyle konuşmak için yeterince hevesli ve istekli olmadığını hisseder. Öte yandan yaşla beraber gelişen fiziksel alan kavramına da özen göstermek gerekir. Küçük çocuklar fiziksel olarak ebeveynlerine daha yakın olma ihtiyacı içerisindeyken büyüdükçe bu mesafe artar. Sırtına, omzuna, başına dokunmak da iletişimi destekleyecek duyusal öğelerdendir. Bu noktada karşılaşılan bir durum da ebeveynin konuşma esnasında sürekli göz kontağı kurma çabasıdır. “Konuşurken yüzüme bak” şeklindeki ikazlar iletişimi gerip olumsuz etki yapabilir. İnsanlar düşüncelerini toparlarken farklı yönlere bakarlar. Göz kontağı sürekli olduğunda karşı taraf için rahatsız edici bir hal alabilir. Ancak çocuk iletişim esnasında rahatsa zaten sıklıkla göz kontağını yakalayacaktır. 

Çocuğunuzla iletişim kurmaya çalışırken “evet” ya da “hayır” şeklinde yanıtlanabilecek sorulardan uzak durun. “Bugün okulda neler yaptınız?” şeklindeki soruya çocuğun vereceği sözel cevap, o esnadaki beden dili ve ses tonu gibi üstü kapalı mesajlardan farklı ipuçları yakalayabilirsiniz.

Çocuğunuzun sözünü kesip düzeltmeye çalışmayın, yargılamayın. “Yok canım, öyle yapmamıştır arkadaşın, abartma” şeklinde iyi niyetle girişilen arkadaşla ara düzeltme çabalarında çocuk anlaşılmadığını ve hatalı olduğunu düşünebilir. Bu durum özgüven gelişimine ve sosyal ilişkilere zarar verir. “Sen bu konuda ne düşünüyorsun? Ne hissediyorsun?” soruları hem çocuğun ailesinden her konuda destek alabileceğini vurgular, hem de duygusal, mantıksal ve sosyal düşünce süreçlerine destek olur.

Çocuğunuz “Neden böyle yapıyorsun?” “Neden gitmek zorundayım?” “Neden?” diye soruyorsa bu bir protestodur. Çocuk aslında sorduğu sorunun cevabıyla ilgilenmez, yalnızca durumdan rahatsız olduğunu belirtmeye çalışıyordur. Neden soruları karşısında uzun açıklamalara girmeyin. “Bu durum hoşuna gitmiyor sanırım” şeklinde vereceğiniz bir karşılık hem çocuğu sakinleştirecek hem de kendini daha çok ifade etmesinin yolunu açacaktır.

Çocukla iletişimdeki kilit nokta sakin kalabilmektir. Eğer o anda gergin ve sinirli iseniz “Şu an kendimi gergin hissediyorum. Biraz sonra konuşalım mı?” diyerek ortamdan uzaklaşabilirsiniz. Aynı şekilde çocuk da öfke nöbeti geçirirken “Sakinleşince tekrar konuşalım mı?” diyerek ufak bir mola vermek etkili olacaktır.

Yazının Devamını Oku

11 Ekim Dünya Kız Çocukları Günü

10 Ekim 2020
11 Ekim Dünya Kız Çocukları Günü, 2012 yılında Birleşmiş Milletler’in öncülüğünde, kız çocuklarının cinsiyetlerinden dolayı maruz kaldığı eşitsizlik konusundaki farkındalığın artırılması amacıyla kutlanmaya başlandı. Bu önemli gün, kız çocuklarının karşılaştığı zorlukları vurgulayarak onların güçlenmesini ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin uygulanabilmesini teşvik etmektedir.

Kapsayıcı ve kaliteli eğitim hakkı, kadına yönelik şiddet ve çocuk yaşta evliliklerin önlenmesi, kız çocuklarının bilim, sanat ve spor yoluyla güçlenmesi, toplumun değişimi ve dayanıklılığında kız çocuklarının rolü, istihdam ve farklı yaşam alanlarındaki görünmez zorluklar Dünya Kız Çocukları Günü kapsamında gündeme taşınmaktadır.

Günümüzde birçok kız çocuğu eğitim öğretim göremiyor. Genç kadınlar işe girme ve eğitime erişim konusunda erkeklere kıyasla üç kat fazla dezavantaj yaşıyorlar. 20 yaş altındaki her 10 genç kızdan biri cinsel şiddete maruz kalıyor. Bütün bu veriler, kadınların net ve sistematik bir şekilde geri bırakıldığını ve ayrımcılığa maruz kaldıklarını gösteriyor. İklim değişiklikleri ve yaşadığımız pandemi nedeniyle sağlıktan ekonomiye, güvenlikten sosyal korumaya kadar her alanda, cinsiyetlerinden kaynaklanan nedenlerle kadınlar ve kız çocukları daha şiddetli olumsuz etkiler altında bulunuyor. Her yıl düzenlenen konferansların bu seneki temasını “pandemi ve iklim değişikliklerinin kız çocukları ve kadınlar üzerindeki etkileri” oluşturuyor.

Kadın erkek, çocuk yetişkin herkes kız çocuklarının potansiyellerini tanıma ve gerçekleştirme, artan küresel problemlerin çözümüne yönelik sağlayabilecekleri katkıyı keşfetme amacıyla Dünya Kız Çocukları Günü’nde düzenlenecek olan konferans ve tartışmalara davet ediliyor. Değişimin ve gelişimin destekleri ve hızlandırıcı olarak kız çocukları ve kadınlar toplumun direncini güçlendirebilecek, hastalıkların önlenmesine ve doğanın korunmasına destek olabilecek güce sahipler. Yaşadıkları tüm zorluklara, eşitliksizlere, üstü kapalı adaletsizliklere rağmen kız çocukları ve kadınlar potansiyellerini, uzmanlıklarını ve farklı yeteneklerini güçlü toplumlar inşa etmek için kullanmaya çalışıyorlar. Günümüzün farklı boyutlardaki krizlerinin yarattığı eşitsizliklere dikkat çekerken kadınların da ön planda olduğu, yaratıcılık ve kararlılık gibi becerileriyle toplumu destekledikleri platformlara ihtiyacımız var.

Bütün dünyada rastladığımız toplumsal cinsiyet ayrımcılığı ve insan hakları eşitsizliği konusundaki farkındalığı arttırmak, değişimlere ön ayak olmak açısından 11 Ekim Dünya Kız Çocukları Günü’nün farklı bir önemi ve yeri var. Kanunların düzenlenmesi, toplumsal ve küresel hedeflerin uyumu, kurumların ve insanların birlikte çalışması, evde, işte ve her alanda cinsiyet eşitliğinin teşvik edilmesiyle kalıcı ve olumlu bir hayata adım atılabilir. Bir toplum kız çocuklarının da gücünü ve potansiyelini kullanmasıyla daha da güçlenir.

Bir kadın ve kız çocuk annesi olarak 11 Ekim Dünya Kız Çocukları Günü’nü coşkuyla kutluyorum. Benim ve kızımın tüm insanlık adına sahip olduğumuz tüm potansiyel ve güç ile en büyük katkıyı yaratabileceğimiz bir dünya dileğiyle…

Yazının Devamını Oku