Çağrı Develioğlu

Yazdı kalem, doldu defter

14 Ocak 2013
Havanın boğucu, soğuk ve yağmurlu olmasının tek sebebi mevsim değildi… İklim adeta Lefter’i anıyordu. Ölümünün 1. yıl dönümünde anılan Fenerbahçe ve Türk futbolunun efsane ismi Lefter Küçükandonyadis, çoğunlukla torunu yaşındaki Fenerbahçeli tarafından hatırlanıyordu. Çubuklu'nun efsanesi dün ölümünün 1. yılında Büyükada'da anıldı... Bizlere de onun muhteşem hayat hikayesini anmak kaldı.

Henüz 10-11 yaşlarında ufak bir çocuktu… İki büyük aşkı vardı: Biri futbol, diğeri çok sevdiği Gina… Ancak futbol sevgisi, Gina’ya üstün gelecek, tercihi adını milyonlara sayıklatacak olan ayak topu olacaktı. Onun adı Lefter Küçükandonyadis’ti.

Her gün işten kaçıp Talimhane’nin arkasındaki arsada çift kale oynadığı için ilk işinden kovulması fazla sürmedi küçük Lefter’in. Ancak su tesisatçılığı yapan eniştesi eline bir anahtar tutuşturmuş, balık tutmayı da çok seven bu genci çırağı yapmıştı. Yeni işini çok seven Lefter, enişteden top oynamak için izin kopartmayı zaman zaman başarıyordu.

13’ünde Büyükada’da ‘Kumsal’ adlı mahalle takımında as olması fazla sürmemişti bu genç forvetin. Beyoğluspor beki olan Panini Küçükandonyadis, yaşı çok küçük olan Lefter’in takıma girmemesi için elinden geleni ardında koymamıştı. Ancak birkaç yıl içinde aynı kulübe transferi için biricik kardeşine dil dökmekten geri kalmayacaktı.

“Ben Fenerbahçeli değilim” Takvim yaprakları Aralık’ın 1946’sını işaret ediyordu. Cihat Arman’ın beklenmedik sakatlığı devrin yöneticisi Rüştü Dağlaroğlu’nu yeni bir kaleci arayışına yöneltmişti. İki kuşak sonra sarı-lacivertlilerin kalesini koruyacak olan Oğuz Dağlaroğlu’nun dedesi olan Rüştü Bey’in hedefinde Beyoğluspor’un kalecisi Şalabi vardı. Ancak kulüp başkanı Ohanidis kendisine ‘Şalabi’yi bırak Lefter’e bak’ diyecekti.

Dağlaroğlu, o sıralarda Diyarbakır’da askerliğini yapan Lefter’in bir an önce bulunmasını emretti. Diyarbakır Emniyet Amiri’nin araya girmesiyle bu müthiş yetenek İstanbul’a getirtilmişti. Ne olduğunu pek anlayamayan oyuncu çekingen ve endişeliydi. Dağlaroğlu ona, “Hoş geldin Lefter. Fenerbahçe’yi çok seviyormuşsun. Bizim takımda oynamak ister misin” diye sorduğunda aldığı yanıt pek de beklediği cinsten değildi. Lefter ona “Ben Fenebahçeli falan değilim” demişti!

Birkaç gün sonra Fenerbahçe’nin yeni antrenörü Molnar Lefter’i B takıma koydu ve antrenman başladı. Bu çocuk muazzamdı. Önüne geleni çalımlıyor, şutunu atmaktan imtina etmiyordu. As takıma karşı tam dört gol atmış, Molnar’ın onayını almıştı. İdman bitmiş, tüm gözler onu aramıştı. Ancak mahçup çocuk ortada yoktu.


Yazının Devamını Oku

Döndük sahaya doğru

23 Aralık 2012
Bazen bir filmde duyduğumuz repliği taşı gediğine oturtur gibi kullandığımız olur. Bazen de o mahur bestenin sözlerini sevgiliye fısıldarız. Sevdiği takımın renklerini, sevdiceğinden öne koyanlar ise stadyuma koşar, aşkını tezahüratlarla dile getirir. Tekrar tekrar, her hafta, iki haftada bir... Hatta o tezahürat eski yazılara konu olsa bile, tekrar ilham verebilir... Neden olmasın?

"Döndük sahaya doğru açtık ellerimizi

Yalvardık Kanarya'ya duysun diye bizleri

Avaz avaz sesimiz yükseliyor tribünden

Şampiyonluk hırsını, yaşıyoruz yeniden"

 

Beşiktaş'ın 15 sene aradan sonra şampiyon olduğu, Trabzonspor'un 1 puan farkla liderliği kaçırdığı, Fenerbahçe'nin ise 41 puanla üçüncü sırada yer aldığı sezon. Yukarıdaki dizeler de romantik Fenerbahçe taraftarının, o yıllarda söylediği tezahürata ait. Bu tezahüratın videosu Youtube'da var. Aşkla takımına bağlı kişileri görmek isteyen izleyebilir.

 

Takımda yabancı yok, 1981-1982 sezonu, takım bir önceki sezon 12. olmuş ve şimdilerde stadı doldurmak için şartlardan biri olan yabancı yıldızlar da yok. Peki neden bu adamlar eşlerine bile söylemediği güzel sözleri bir futbol takımına söylüyor? Çünkü aidiyet hissediyorlar. Sahada çubuklu için canlarını dişlerine taktıkları her halinden belli olan futbolcuları görüyorlar. Mutlular; çünkü dışlanmamışlar. Mutlular; çünkü Fenerbahçe Spor Kulübü'nün gönüllü işçileri onlar. İşin ilginci bu şarkıyı hırsla değil, aşkla söylüyorlar. Tesisleşme hak getire, 55 bin kişilik lüks stadyumdan eser yok, bırakın taraftarları, futbolcuların bile kaliteli pamuktan forma giymesi namümkün yıllar...

Yazının Devamını Oku

Kaybedenler Kulübü'nü tutuyoruz, mecburuz!

9 Aralık 2012
Futbolu ne kadar seviyoruz? Hadi seviyoruz diyelim sevmek zorunda mıyız? Bir cami, bir şehir ve iki adamın hikayesini anlatacağım.

"Süleymaniye Cami’nin bir bakıcısı vardırVanlıBunun babası bu küçükken bir iş için İstanbul’a gelmişDönüşte de hatıra olsun diyeEminönü'nden bir Süleymaniye Cami fotoğrafı almışBakıcı o zamanlar çok genç küçük yaniVan’daki evlerinin duvarına asmışlar fotoğrafıÇocuk her gün o fotoğrafa saatlerce bakmış bakmışBabasının İstanbul’dan getirdiği o fotoğrafa büyük bir tutku ile bağlanmışArtık hayattaki tek ideali o camiyi görmek olmuşYirmili yaşlara geldiğinde de İstanbul'a gelmiş ve doğru Süleymaniye Cami’neCamiyi görmüşOturmuş bahçesineBakmışİçeri girmişNamaz kılmışBi türlü ayrılamamış ordanCaminin bahçesindeki yaprakları temizlemeye başlamışÇiçeklere bakmışÖyle hiçbir şey talep etmedenKendiliğindenCaminin imamı farketmiş bunu ve bakıcı olarak işe almaya karar vermişSüleymaniye Cami’nin üst katlarında bakıcı için gizli bir oda vardırCaminin imamı ve bakıcı dışında hiçkimse bilmez bu odayıBuna bu odayı vermişlerBi' rivayete göre İstanbul’un en güzel manzarası burdan bakınca görünürmüşVe böyle eşsiz bir manzaraya bakmaya nail olmakAncak büyük bir tutkuyla mümkün olmuş"

Kaybedenler Kulübü'nde Kuş Beyin'in anlattığı Süleymaniye'nin Öyküsü'nü az çok biliyoruz.  Aşağıdaki ise İspanya'da, Valensiya'da geçiyor. Süleymaniye öyküsündeki bakıcı gerçekten var oldu mu bilinmez ama Valensiya'daki muadili -ki bundan sonra kendisine Raimon diyeceğiz- olabileceğinin kanıtı. Hepimizin bir takım alışkanlıkları, hobileri mevcut. Bunlardan bazıları bizi diğerlerinden farksız kılmıyor. Ancak bazıları var ki 'imzanız' olabiliyor. Onunla anılıyorsunuz. Sizi işaret edenler o özelliğinizden, hobinizden bahsederek parmağını uzatıyor... Raimon da öyle.

Raimon, Levante Futbol Kulübü'nün bakıcısı. İspanya Ligi'ndeki Levante'den bahsediyorum, hani şu herkesi ters köşeyi yatırmayı başaran takımdan. Ciutat de València Stadyumu'nda yaşayan, çimleri kesmekten tutun, sahadaki çizgileri boyayan bir adam. Yaşadığı odaya kendi meşrebince bir müze kurmaktan da geri kalmayan Raimon, 25 yıldır bu görevi sürdürüyor. Bu müzede özel posterler, biletler, bayraklar, basında çıkan haberlerin çerçevelenmiş hallerini bulabiliyorsunuz. Formalar, kupalar da cabası elbette. Bunun yanı sıra bir hobisi daha var... Yemek yapmaya bayılıyor. Takım yemeklerinde aşağıdaki yemekhaneye indiğinizde bakıcıyı bir şef olarak görebiliyorsunuz...   

    

Bayrak adam!Anne ve babası Valencia'yı tutan bu tuhaf adam öyküsünü anlatırken, "Evet onlar Valencia'yı destekliyordu. Ama ben her zaman zayıf olanın yanında olmayı seçmişimdir" diyor. Jose Ramon Ferrer, başka detayları da ufak ufak veriyor. Mesela 1990-92 arasındaki ekonomik darboğazdan söz ederken kendi boğazı düğümleniyor. "Elektrik ve su parası gibi basit faturaları bile yatıramaz hâle gelmiştik" derken o günleri bir çırpıda ileri sarıyor.

Raimon'un tuhaf bir takıntısı daha var. (Evet, tuhaf bir adam...) Kendisi La Liga'da mücadele eden 20 futbol takımının bayraklarını, ligin güncel puan durumuna göre sıralıyor. 25 yıllık görev süresi boyunca herhalde en çok Barcelona ve Real Madrid bayraklarını birinci deliğe sokan bakıcı, bu sevinci geçen yıl yaşadı. 2011'de yazdığım panoramada şu ifadelerle belirtmiştim bu 'zafer'i.

"Etimolojik olarak incelendiğinde Levant Koridoru’ndan gelmesi yüksek ihtimalli adıyla, Valensiya şehrinin en eski, ancak La Liga’nın en fasulye takımı bu sezon neler yapıyordu öyle? Villarreal’i de yenecek değillerdi ya...İlk yedi hafta itibarıyla 17 puan toplayan siyah-beyazlılar El Madrigal’de haddini bilerek oynadı. Juanlu ve Kone gibi affetmeyen isimler bu naif kadronun bitirici isimleri oldu. Nano ve Ballesteros defansın ortasında rakiplerinin hareket etmesine izin vermezken, birer gladyatör gibiydiler... Juan Ignacio şu anda her ne kadar tedbirli konuşsa da, bu kendisi ve takımını takdir etme hakkımızı elimizden almıyor. Zira Levante çok müstesna bir mukavemet örneği gösteriyor.

Levante’nin karnesi an itibarıyla şu şekilde: 20 puan, üst üste altı galibiyet ve sekiz haftada yenilen üç gol. Başka bir söze gerek var mı? The Madwoman of Challiot ve The Trojan War Will Not Take Place gibi unutulmaz eserlerin sahibi Giraudoux belki de La Liga’yı izleme şansına sahip olsaydı “en göze çarpmayan üniforma sahipleri” sıfatını Levante’ye, en parlak renkleri ise Barcelona ve Real Madrid’e atfederdi."

Yazının Devamını Oku

Kansız devrim olmaz

25 Kasım 2012
Fenerbahçe'nin maçlarını izlerken aklıma bir arkadaşım ve onunla özdeşleşen bir cümlesi geliyor...

Ergenlik yıllarımın başında mahallede hayatını sola adamış bir arkadaşım vardı. Yanlış anlamayın o da bir ergendi ve iki elin parmaklarını yeni geçtiği bir yaşta olmasına rağmen devrimcinin, emekçinin, işçinin yanından ayrılmamıştı. Sanki Kapital'i, Komunist Manifesto'yu Marx ile Engels yazarken o da evin bir köşesinde oturmuş sigarasını körüklerken, "Arkadaşlar oraya bir de 'Anlatılan senin hikâyendir' yazın" demişti. Üstüne giydiği parkası, kafasına taktığı şapkası, boynuna geçirdiği atkısıyla çelimsiz vücudu adeta bir tezatlık örneği sergiliyordu. Ağzından Samsun 216 ve bir cümle düşmezdi bu gencin: "Kansız devrim olmaz!"

Küçük Parka'nın o yaşa kadar yaptığı en büyük devrim odasındaki eşyalarının yerini değiştirmek olsa da, o bir şekilde bu cümleyi söylemekten keyif alıyordu, "Kansız devrim olmaz..." Son haftalardaki Fenerbahçe'yi izlerken  Parka Bey'i anmadan duramıyorum. Sarı-lacivertin aldığı her başarılı sonucun ardından dudaklarımdan şu kelimeler dökülüyor: "Kansız devrim olmaz!" Avrupa Ligi'nde alınan muazzam başarı, çok zorlu bir fikstüre ve fahiş hakem hatalarına rağmen Süper Lig'deki ivmelenme beni bu cümleyi söylemeye mecbur bırakıyor. Evet ama neden?

"GÖNDERİLİŞİ DEĞİL, GÖNDERİLİŞ TARZI"

Alex de Souza'nın gittiği günden bu yana her 3 Fenerbahçeli'den biri "Abi, Alex'in gönderilişine değil, gönderiliş tarzına çok kırıldım" cümlesini sarf etti. Bunda da haksız değildi. Sarı-lacivertlilerin en çok üzüldüğü konu kaptanlarının bir anda, apar topar Brezilya biletinin alınmış olmasıydı. 8 yılda yaşanan her şey bir anda çöpe atılmıştı. Ülkenin bir anda gündemi değişmişti ve Türkiye Alex'siz Fenerbahçe'nin bir şekilde başarısız olmasını istiyordu. İçlerinde bir yerde bunu ona yaşatanların cezalandırılmasını istiyordu futbolseverler. Nasıl olurdu da koskoca Alex de Souza gönderilirdi.

Ancak Aykut Kocaman'ın bir ideali vardı. Bunu ben de görememiştim. Aykut Kocaman'ın sessizliği, basınla olan 'az diyaloğu', duruşunu bozmaması beni de etkilemişti açıkçası. Takımın kimyası bozulmuştu. Futbolcular oynadıkları 'şey'den keyif almıyorlardı. Sarı-lacivert forma onlar için futbolu değil, yağlı bir maaş çekini ifade ediyordu. Ancak Kocaman'ın kesin kararı, Aziz Yıldırım'ın da onun arkasında duruşu gerçeklerle yüzleştirdi oyuncuları. "Alex bile gönderilmişti, acaba bizim akıbetimiz ne olur?" Devrim bir çocuğunu yemişti ama o çocuk da 'Memleketinden' giderken aslında iyilik yapıyordu...

PEKİ YA ŞİMDİ?

Kocaman'ın diktiği takım elbise Fenerbahçe'nin üstüne Gençlerbirliği maçı sonrası daha da oturdu. Eksikleri yok mu? Var. Paçaları henüz yapılmamış, üstünde belli belirsiz iplikler duruyor, ütüsüz. Ancak gören bunun çok iyi bir takım elbise olduğunu ve dikilirken hayli emek harcandığını anlıyor. Üstünde ne devrimler yaşadığını ise bazı terziler anlayamıyor.

Fenerbahçe'nin oynadığı son 10 maçı izlerken andığım arkadaşım ne yapıyor bilmiyorum. Küba'ya gitti mi? Kuzey Kore'ye gidip Kim Yong'un ardından göz yaşı döktü mü, bilemiyorum. Ancak bir şekilde devrim yaptığını biliyorum. Büyük ya da küçük, bir şekilde değişik bir hayat yaşadığını tahmin ediyorum.

Yazının Devamını Oku

'Yalancı Bahar' çabuk bitti

30 Ekim 2012
Özellikle son 1 yıldır Fenerbahçe taraftarının kendine ait tüm değerlere sonuna sahip çıkması, farkında olmadan camiaya zarar veriyor.

Şike operasyonunun resmen başladığı o sıcak günden sonra bazı çevrelerce umumiyetle sarı-laciverte yapılan eziyet ve zulüm, taraftarı çok daha hassas yapmış. Can acıtan 'gerçekler'i dile getirenler, artık hainlikle, canilikle, yalancılıkla suçlanıyor. Gözleri sadece sarı ve lacivert görenlerin nazarında Aykut Kocaman'ın, Aziz Yıldırım'ın ya da futbolcuların eleştirilmesi "Zındıkların, kulübü 3 Temmuz sürecine götürmek istemesi" demek.

 

Alex'in gönderilişinin akabinde alınan Mönchengladbach ve Beşiktaş galibiyetleri 'Yalancı Bahar' etkisi yarattı. Ancak tablo Bob Ross'un değildi. Kıvırcık saçlarıyla bir dönemin sabahlarını aydınlatan ressamın yaptığı gibi sağa sola mutlu bir kuş konduramıyor, neşeyle akan bir dere çizemiyor, göz alıcı bulutlarla resmi tamamlayamıyoruz. Çünkü Ross'un resme duyduğu aşk gibi naif değil bir kısım Fenerbahçe taraftarının aşkı. Aşırı sevgi, cehalet belki belirli bir çıkar için yalancı samimiyet, ortaya 'Aşktan gözleri kör olmuş' bir Fenerbahçeli profili ortaya çıkartıyor. Aykut Kocaman'ı eleştirmek vahşet, takımı yetersiz bulmak hunharlık, değişim istemek hainlik olarak nitelendiriliyor bu NeoFenerbahçelilerin gözünde.

 

Ancak 'İnsan koruma', 'Değerlere sahip çıkma' argümanı iki cephe yaratıyor. Bir taraf körü körüne yanlışları savunurken, diğer taraf haklılığını kanıtlamak istercesine kişilik haklarına saygısızlıkta ustalaşıyor. Fenerbahçe'yi saf duygularla eleştirenler ya da aynı şekilde naifçe koruyanların sayısı azalırken, Fenerbahçe'ye zarar verecek, düşündüğüne körü körüne bağlı zıt kutupların güruhları çoğalıyor. Aykut Kocaman'ın her basın toplantısında 'İstifa'yı dillendirmesi de bunun bir ürünü. Cephede savaş süngü mesafesine gelmişken, uğruna savaşılan şeyin de sessiz kalması düşünülemez.

 

Fenerbahçe'yle ilgili en ufak olumsuz eleştiriyi sindirememek, gerçeklerin gözden kaçmasına sebep -oluyor- olacak; Fenerbahçe'yi çok sevdiği için laf söyletmeyen taraftar ise zararın... Gözlere takılan o bağın sadece adalet tanrıçası Themis'in yüzüne yakıştığını unutan sözümona 'Aşıklar', Aykut Kocaman ve Aziz Yıldırım'ın misyonu dolduktan sonra soluğu başkasının gemisinde alacak. Doğru ya da yanlış, gerçekleri dile getirenler ise geminin küreklerini asla bırakmayacak. 

Yazının Devamını Oku

İki Kral, 8 yıl ve ortak bir kader

1 Ekim 2012
Aykut Kocaman ve Alex de Souza'nın kaderleri ortak yazılmış sanki...

"Yanlış yapmışsın. İkisini de kadro dışı bırakmalıydın. Trabzon'a gideriz 10-0 yeniliriz, mesuliyeti de ben alırım. Bunun profesyonellikle ilgisi yok. Kader maçı öncesinde böyle bir şeye nasıl cüret ederler? Demek hiç güvenleri yok ki, 100 milyon liranın peşine düşüyorlar. Yarınki maçı 10-0 kazansak, beş golü Aykut, beş golü de Oğuz dahi atsa FB'den gidecekler. Bu nasıl sevgi, bu nasıl kaptanlık?"

Ne bu yukarıdaki sözler çok yeni ne de söyleyen kişi şu an Fenerbahçe'nin başkanı. Cümle Ali Şen'e ait, bahsedilenler ise sarı lacivertlilerin şu anki teknik direktörü Aykut Kocaman ve eski teknik patronu Oğuz Çetin. Tam 16 yıl önce vuku bulan bu hadiseden sonra sarı lacivert köprünün altından çok sular aktı. Aykut Kocaman Fenerbahçe'den uzaklaştırıldı, yerine nice forvetler geldi. Ali Şen başkanlığı bıraktı yerine Aziz Yıldırım seçildi. Oğuz Çetin'in kısa teknik direktörlük macerası hüsranla sona ererken, 2010'da Kocaman 'Teknik direktörlük' sıfatıyla soluğu tekrar Kadıköy'de aldı.

1996'da şampiyonluğu getirdiği halde 'Ali Şen'e göre takımın omurgasını bozan Aykut Kocaman, 2012'de buna benzer bir hadisenin içindeydi. Ancak bu kez kovulan değil, kovan pozisyonundaydı. Sebepleri ise neredeyse aynıydı. Tıpkı Kral Aykut gibi, Kral Alex de takımın huzurunu bozuyordu (!), tıpkı 1996 Fenerbahçe'si ekip yeni bir oluşum içine girmeliydi. Padişah fermanı gönderdi, kelle alındı. Alex de Souza, tıpkı 16 yıl önce kendisini kulüpten uzaklaştırılan adam konumundaydı.

"Kadro dışısın!" Bu iki kelime Alex'te nasıl bir etki bıraktı bunu bilemiyorum. Sadece tahminlerim var. Ancak Aykut Kocaman bunu daha önce tatmış, tatbik etmişti. Aynı hayal kırıklığıyla o kulüp binasından ayrılmıştı. İşte garip olan bu...  Fenerbahçe'ye sekiz yıl hizmet vermiş, 47 bin dakika çubukluyu terletmiş, şampiyonluklar yaşamış iki efsane de sarıyla laciverte üzgün, kırgın ve sinirli bir şekilde veda etti. Bense 16 yıl önce yaşadığım hislerin aynısını bugün yine hissettim. İşin garibi bu kez kalbimi kıran kişi, yıllar evvel hüznünü paylaştığım Fenerbahçeli'yle aynı isimdi...

 

Yazının Devamını Oku

Alex de Souza: Anlatılacak bir hikâye

26 Eylül 2012
Müzikseverler için 13 Aralık 2001 tarihi asla onarılamaz bir kalp ağrısıdır.

Death'in 'frontman'i, söz yazarı, bestecisi, her şeyi Chuck Schuldiner, beynindeki tümörü yenememiş, ruhunu kıran, bedenini kemiren illete teslim olmuştur. Son albümü The Sound of Perseverance da bu hastalığı anlatır nitelikte bir eserdir. Bir sanat şaheseri olmasının dışında bu albüm, Chuck'ın vedası, hayranlarına vasiyetidir bir bakıma. O şaheserin unutulmazlarından 'Story to Tell' de sanki öleceğini bilen bir bireyin yakarışıdır. Şöyle der Floridalı: "Gerçeği tattığın zaman, diğerleri gibi göreceksin / benden önce, sana / ben geçmişim, anlatılacak bir hikayeyim, / anlat bunu..."

Chuck Schuldiner'in belki de son isteği hikayesinin anlatılmasıydı. Hayatlarına dokunduğu kişilerin bir şekilde onu unutmaması son isteğiydi. Parasızlıktan ameliyat olamayıp, hastane faturalarını annesi zorluklarla ödese de, güzel anıları da anlatılıyor, - anlatılacak-.

Alex’in son isteği

Metal müziğin efsanesinin 'anlatılma ve unutulmama' isteği, yeşil sahaların bir başka efsanesinin de son arzusu olabilir mi acaba? Fenerbahçe'ye geldiğinden bu yana takımı için her şeyi fazlasıyla yapan Alex de Souza'nın? Brezilyalı, Türkiye'den ayrılıp ülkesine döndüğünde istatistiklerdeki sayılardan, maç raporlarındaki 'yıldızlardan' çok daha fazlası olarak anılmak istiyordur belki? Son demlerini yaşadığı 'çubuklu'nun 'Anlatılacak bir hikayesi' olmak, yaptıklarını göz önüne alınca makul bir istek gibi görünüyor. Ancak maalesef Fenerbahçe'nin 'bağrına basacakları evlatları'na davranış biçimi, onun için de emsal oluyor. Tıpkı Pierre van Hooijdonk, Tuncay Şanlı, Viorel Moldovan, Appiah, Mateja Kezman, Kemalettin gibi o da gitmeden önce sorun yaşayan isimlerden biri haline getiriliyor.  

En zor dönemlerinde sahip çıktığı kulübünde itibarsızlaştırılan, 'marka değeri' ucuzlatılan, takıma zarar verdiğinden dem vurulan alelade bir futbolcu durumuna düşürülüyor. Kulüpten ayrılacağı neredeyse kesin olan Alex de Souza'nın tek bir isteği olduğunu düşünüyorum. Bunu en çok da 'heykel' açılışındaki göz yaşlarında hissettim. Kaptan yaşlı gözlerle belki de şöyle diyor, tıpkı Chuck Schuldiner gibi: "Gerçeği tattığın zaman, diğerleri gibi göreceksin / benden önce, sana / ben geçmişim, anlatılacak bir hikayeyim, / anlat bunu..."

 

Yazının Devamını Oku

Fener adamını buldu

16 Eylül 2012
Modayı yakından takip ediyor, alışveriş yapmayı çok seviyor, dövme tutkusu haddinden fazla… Bir de Fenerbahçe’nin orta sahasına yeni bir soluk getirmekle meşgul şu sıralar. Evet Raul Meireles’ten bahsediyorum, sarı lacivert formayla çıktığı ilk maçta topu kendi ağlarına gönderen Portekizli’den.
 
Kafasına çarpan topla Volkan’ı yanıltan Meireles, Şükrü Saracoğlu’nda yaşadığı ilk heyecanda hayli enteresan bir futbol sergiledi. Enteresan diyorum çünkü uzun süredir ilk kez bir Fenerbahçe orta sahası hem defansif hem de ofansif anlamda eli yüzü düzgün bir şeyler yaptı. Liverpool’a transfer olduğunda “Ortada oynarken kendimi daha rahat hissediyorum. Fakat teknik direktör beni nereye koyarsa o bölgede elimden geleni yaparım. Bu benim işim. Ben yıldız değilim, bireysel oynamam. Benim işim takımım için elimden geleni yapmak” diyen Raul Meireles, dediğinde hayli ciddi! Bu sözleri aradan geçen iki yıla, iki takıma ve yepyeni bir lige rağmen değişmemiş gibi görünüyor. Zekasıyla oynayan, futbolu çok iyi bilen ve yıldız mertebesinde algılanan Portekizli buna rağmen bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle takımı için elinden geleni yaptı. Çok farklı bir takımda, yeni arkadaşlarıyla siftah yapıyor olmasına rağmen, hiç sırıtmadı ve gelecek için olumlu sinyaller verdi.
 
Aranan kan Meireles
Daha önce ilk kez 2004 yılında, Porto forması giyerken kendi ağlarını sarsan Meireles’in dolaylı olarak yeni bir transfer yaptığını söylemek mümkün. Zira Mehmet Topal Fenerbahçe’de ilk kez bu kadar etkili bir futbol sergiledi. Premier Lig’in tozunu yutmuş bu ‘yıldız’la Topal’ın kendini bulduğunu ve verilen görevi ziyadesiyle “hal’lettiğini” gördü futbolseverler. Zira Meireles’in ışığı, Topal’ı da aydınlattı.
 
Aykut Kocaman’ın kafasındaki Fenerbahçe, Meireles’le istenen yola girecek gibi… Alex, Kuyt, Mehmet Topuz, Stoch gibi isimler sürekli olarak yer değiştirirken, Mehmet Topal da dikine oynayan Meireles’i arkasında emniyet subabı olarak kalıyor. Takım istediği futbolu sergileyemese de, en azından doğru düşünebiliyor. Tabii ikinci yarıda oyundan düşen sarı-lacivertliler Marsilya ile oynanacak Avrupa Ligi randevusunda düşünmekten fazlasını yapmak zorunda…
Yazının Devamını Oku