Bu karar, Trump’ ın sözlerini ve vaatlerini gerçekçi karşılayanlar için bir sürpriz olmamakla birlikte, Trump’a çok yakın kimselerin beyanlarını gerçekçi değerlendirenler için ise büyük sürpriz oldu. Trump, Ocak 2018’den beri farklı zamanlarda Suriye’den çekileceklerini ifade etmişti. Yani aslında Ocak 2018’den beri söylediklerine ters bir şey yapmadı. Öte yandan Brett McGurk, James Mattis, James Jeffrey ve John Bolton gibi Pentagon, Beyaz Saray ve Dışişlerinin Trump’a en yakın isimleri, Suriye’den çıkılmasının mevzu bahis olmadığını, DAEŞ’le mücadelenin devam ettiğini, bu mücadele bitse bile kalmanın elzem olduğunu sadece birkaç hafta öncesine kadar dillendirmekteydiler. Peki ne oldu da bu karar alındı? Bu kararın ne kadar gerçekçi bir uygulaması olur? Karar geleceğe nasıl şekil verir? Esasen, birden çok sorunun, bakış açısının ve cevabın olduğu bir süreçteyiz. Sırf bu süreçten bir değil en az yirmi köşe yazısı çıkabilir ama elimden geldiğince Amerikan iç ve dış politikası ile bölge ve Türkiye ekseninde bazı sorulara cevap vermeye gayret edeceğim.
Öncelikle, birçok kaynağa göre 2000 ile 4000 bin arasında olduğu söylenen ABD askerinin bölgeden çekilmesi, aslında çok büyük bir hayati değişiklik değil. Ekseriyetinin Ürdün sınırında olduğunu da hesapladığımızda Suriye’nin kuzeyinde, yani bizi ilgilendiren kısımda bulunan Amerikan askerleri personelle birlikte 2000 civarında. Bunların 30 ile 90 gün içinde bölgeden çekilmesi çok zor bir hareket veya lojistik anlamda büyük bir problem değil. ABD’ye dönebilirler, Irak’a ya da Ürdün’e çekilebilirler. Ancak asıl mesele, askerleri çekmek değil. Amerika bölgeden gerçekten çekilecek mi? Fikri, stratejik, felsefi ve politik anlamda Suriye’den çekilecek mi? Asıl soru bu. Asker bugün gider, yarın gelir ki bunun örneklerini yıllar içinde birçok kez gördük. Aslında bu karar, Trump’ın 2018 başından beri yaptığı açıklamalara kıyasla çok daha ciddi görünüyor. Yani gerçekten askeri bazda bir çekilme çok büyük bir sürpriz veya değişiklik olmazsa hayata geçecek. Ancak üzerinde ısrarla durduğum üzere, ABD gerçekten stratejik olarak bölgeden çekilecek mi? Sanmıyorum. Nihayetinde, orada olmanın en büyük sebeplerinden biri Rusya’yı bölgede dengelemek ve Molla Mustafa Barzani’den beri kullanılan Kürt kartını başka bir yere, Rusya’ya, kaptırmamak. Ve tabi Suriye ile İran’ı herhangi bir noktada birleştirmemek… Bu bağlamda, en azından Irak’taki tampon bölgenin yanında bir de Suriye’deki tampon bölge Amerika için stratejik bir rahatlıktı. Yani, 60-70 yıla yayılmış bir politikadan sadece Trump’ın öngörüsü veya kararıyla dönülebilir mi? Stratejik olarak çok mümkün görmüyorum.
Bir diğer önemli nokta ise, bizim televizyon programlarında ya da konferanslarda sıkça kullandığımız, Suriye haritasında üzerinde özellikle durduğumuz, YPG/PYD/PKK’ya ait o meşhur sarı bölge… Yıllardır burada eğitilmiş yetmiş ile seksen bin arasında olduğu söylenen, önemli silahlarla donatılmış YPG/PYD/PKK’lıların olduğu bölge… Bunlar bir yere gidiyor mu? Hayır. Bu bölge Esad’ın eline geçiyor mu? Hayır. Peki bu bölge ÖSO’ya geçiyor mu? Hayır. Güneydeki YPG ve PYD’lilerin bile buraya gelmesi olası… Hatta, Amerikalılar’ın boşaltacağı yerlere Fransızlar, kendilerinin yerleşeceklerini iddia etmekte. Dolayısıyla Türkiye sınırındaki veya bölgedeki bu grupların ortadan kalkması çok da mevzu bahis değil. Burada üzerinde durulan ve stratejik olarak ön görülen en önemli hadise, Türkiye’nin bölgeye müdahale yapıp yapamayacağı. Öncelikle şunun altını çizelim, Türkiye, ABD orada diye bölgeye müdahale etmeyi hesaplamadı. Türkiye, kendi ülkesinin ulusal güvenliğini tehdit eden, vatanı ve milleti için bir tehdit unsuru oluşturan ve bir beka sorunu yaratan YPG/PYD/PKK üçüzlerinin, burnunun dibinde güçlenmesine müsaade etmeyeceği için bu müdahaleyi her zaman bir alternatif olarak gündeme getirdi. ABD’nin bölgeden çıkması bu tehdidi ortadan kaldırıyor mu? Mevcut şartlarda hayır. Hatta ABD’nin buradan çıkması, bölgedeki grupları Esad ve Rusya’ya yakınlaştırıp bir müddet sonra YPG ve PYD’nin de Esad’la anlaşma yapmasına ve Rusya’ya daha çok yanaşmasına bile sebep verebilir. Dolayısıyla tehditler bakidir.
Bu karardaki dış politika etkisini değerlendirecek olursak, Türkiye’nin kararlı duruşunun bu adımda önemli bir rol oynadığını söylemek gerekmektedir. Türkiye’nin şartlarını hukuki ve askeri olarak doğru ifade etmesi, stratejik olarak doğru planlama yapması, gerek Suriye’nin doğusunda gerek Türkiye sınırında doğru askeri önlemler alması, kararlılığını ortaya koymuştur. Aynı zamanda, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Donald Trump’la yaptığı diplomatik görüşmeler gerçekten büyük başarıya ulaşmıştır. Bunun başarılı olduğunu anlamak için ABD’de bu süreci eleştirenlerin, bu kararın iki lider konuştuktan hemen sonra Trump tarafından alındığını söylemesi bile, Türkiye’nin Amerika üzerinde son dönemdeki diplomatik başarısını ve etkisini ortaya koyuyor.
Gelelim iç politikaya… Ocak itibarıyla Kongre’nin bir kanadını kaybetmiş bir Trump’tan bahsediyoruz. Bütçe konusunda mevcut Kongre bile Meksika duvarı konusunda Trump’ı sıkıştırıyor. Öte yandan hükümetin bütçe yetersizliğinden dolayı her bütçe döneminin sonunda olduğu gibi kapanma ihtimali var. Yani ne Suriye ne de başka bir mesele, ABD’nin şu anki bir numaralı iç politika meselesi Meksika duvarının ne şekilde olacağı, Amerikan Kongresi’nin buna fon sağlayıp sağlamayacağı… Öte yandan Suudi Arabistan ve Kaşıkçı meselesi ile Yemen sürecinden dolayı Trump’ın üzerinde baskı var. Flynn, Cohen ve Manafort süreçlerinin, Ocak ayı itibarıyla Kongre’nin de değişimiyle beraber, Trump’a uygulayacağı baskının ağırlığından bahsetmiyorum bile. Her zaman şunu söylerim: Amerika’da alınan bir dış politika kararının ciddi bir kısmı her zaman için iç politika odaklıdır. Dolayısıyla bu sürecin, Trump için çok ciddi bir iç politika hamlesi olduğunu unutmamak lazım. Ve buna sadece bir gündem değişikliği olarak bakmak da doğru değil. Aslında önemli bir popülist yaklaşım. Dün gece canlı yayında, yıllarca Amerika’da habercilik yapmış ve orayı çok iyi bilen değerli dostum Sayın Ahmet Yeşiltepe önemli bir söz söyledi. Bir Noel akşamı ya da yeni yılda Amerikan askerlerinin aileleriyle birlikte olması fikri bile Trump’ın 2020 hedefleri için hanesine halk nezdinde puan kazandıracak ve Amerikan toplumu için hiç de küçümsenemeyecek bir hamle. “Çocuklar eve döndü.” yaklaşımı… Bir de, sosyal medyada Trump’a yakın kaynakların paylaşımlarına baktığımızda “DAEŞ’e karşı zafer kazandık.”,“DAEŞ’i bitirdik.” gibi söylemleri çok net görüyoruz. Bu paylaşımlarla sanki Amerika; koalisyon güçleri, ÖSO, Rusya ve Türkiye olmadan bu zaferi tek başına kazanmış gibi bir hava estiriliyor. Dolayısıyla bu tarz adımların da iç politikada kahramanlık duruşu sergilemeye dönük bir hamle olarak büyük rol oynadığını göz ardı edemeyiz.
Netice olarak bahsettiğim tüm bu mevzu, karar çıktığından siz bu yazıyı okuyana kadar geçen süredeki öngörüler. Ancak tekrar söylüyorum buradaki esas nokta, ABD’nin Suriye’den askerini çekip çekemeyeceği meselesi değil. ABD’nin Suriye’den stratejik ve politik olarak çekilip çekilmeyeceği… İşte bunu bize zaman gösterecek.
Washington Post’ta yazan, yazılarında çoğunlukla Suudi Arabistan’ın mevcut yönetimini eleştiren bir isimdi Cemal Kaşıkçı, doğru telaffuzu ile yazmak gerekirse Jamal Khashoggi. Ekim ayının ikinci günü itibarıyla Türk ve dünya basınında bir “Kaşıkçı” sözü geçmeye başladı. Türk nişanlısıyla evlilik işlemlerini gerçekleştirmek için Türkiye’ye gelmişti. Suudi Arabistan Konsolosluğu’na giriş yapmış ve bir daha çıkmamıştı, en azından çıktığının görüntülerde bir ispatı yoktu. Türk istihbaratı konuyu yakından takip ediyordu ancak dışarıdan izleyen birçok kimse olayı hala tam manasıyla kavrayamamıştı. Önce Suudi Arabistan Konsolosluğu’ndan bir açıklama geldi: “Kaşıkçı çıktı.” diye, ama çıkmamıştı. Deliller ortaya konulmaya başlandıkça oluşan baskıdan sonra farklı bir açıklama geldi: “Kaşıkçı arbede sonucu hayatını kaybetti.” Bu demek oluyordu ki verilen ilk bilgi yanlıştı. Ardından cesedin nerede olduğu konusu gündeme geldi ve yine cevap yoktu. Bu andan itibaren gündem, cesedin parçalara ayrıldığına, gelen timin özel olarak görevlendirildiğine dair söylemleri ve adını daha önce hiç duymadığımız isimleri içeren haberler ile doldu.
Amerika’da ise Suudi Arabistan’ı şimdiye kadar destekleyen Bob Corker, Lindsey Graham ve Rand Paul gibi güçlü, cumhuriyetçi senatörlerin dahi konuya ciddi bir tepki ortaya koyması, bu ölümün küresel bir krize dönüştüğü gerçeğini gözler önüne serdi. Bu duruma birçok noktadan bakabiliriz ancak akıllardaki en büyük soru, bilhassa Amerika’daki seçimlerin hemen ardından sadece Demokratların değil Cumhuriyetçi senatörlerin dahi Trump yönetimine bu konuda gösterdikleri tepkilerden sonra Amerika’nın yıllardır süregelen Suudi Arabistan ilişkilerinin eskisi gibi olup olamayacağıydı.
Net bir şekilde ifade etmek gerekirse, belki de sonda söyleneceği başta söylemek lazım; Trump ile Selman’ı kastetmemekle birlikte, Amerika ile Suudi Arabistan arasındaki ilişki bozulmaz, bozulamaz. Tarihi süreçte iki ülke arasında kurulan işbirliklerinden ve münasebetlerden bahsetmiyorum bile… Suudi Arabistan’ın Amerika’daki finans gruplarına olan desteğini, ortaklıklarını ve yatırımlarını değerlendirmeye bile almıyorum… Düşünce kuruluşlarına yaptığı bağışları hesaba katmıyorum bile… Sadece son dönemde Trump’ın politikalarına baktığımızda, diğerlerine lüzum yok. Donald Trump’ın yönetimdeki başarısını her sorguladığımızda karşımıza çıkan yegane bir konu var, o da ekonomi. Ekonomi noktasında da aldığı kararların ve yaptığı anlaşmaların belki de en elle tutulur olanı Suudi Arabistan ile imzaladığı 350 milyar dolar civarındaki savunma anlaşması. Yani seçim öncesi vaatlerinin de, seçim sonrası söylemlerinin de güçlü ekonomiye yönelik duruşunun da en önemli dayanaklarından birinden bahsediyoruz. Altını çizerek söylüyorum Amerika, kongre baskısı bile olsa bu anlaşmadan kolay kolay geri döner mi? Hayır.
Hadi bunu da bir kenara bırakalım. Esas turbun büyüğü heybenin dibinde... Amerikan hükümeti hangi adımı atmış olursa olsun, ekonomi politikası, askeri ya da nükleer politika fark etmeksizin öncelik son 25-30 yıldır İran’dı. Ne Obama ne de Clinton kendi dönemlerinde bu önceliği değiştirmeyi başaramadılar. Ne terör, ne Irak, ne de Suriye, öncelik daima İran’ın hareketlerinin kontrol altında tutulmasıydı.
Peki İran’ı kontrol altında tutmak nedir? Siz stratejilerinizle İran’ı askeri alanda, dış politika ve ekonomi politikalarında kontrol altında tutabileceğiniz bir sürü unsur bulabilirsiniz. Fakat öyle bir nokta var ki İran’ı bölgede dengeleyebilmek için, Ortadoğu’nun maalesef uzun süredir en büyük sıkıntısı ve yakın tarihte de muhtemelen en büyük çatışma noktası olacak olan Sünni-Şii çatışması… Bunun Şii dünyasında bir noktada bayraktarlığını yapan İran iken, Sünni dünyasında ise siyasi olarak Mısır’ın, sosyal ve dini olarak da Suudi Arabistan’ın öncülük ettiğini görürsünüz. Her şey bir kenara, sadece bu dengelemeden dolayı bile İran faktörü nedeniyle Amerika Birleşik Devletleri, Suudi Arabistan ile ilişkisini bozmaz, bozamaz.
Yaşananlar Amerika ve Suudi Arabistan üzerinde bir baskı unsuru oluşturur mu? Evet. Dünya kamuoyu Prens Selman’a, Amerikan Kongresi Başkan Trump’a baskı uygular mı? Muhtemelen. Bu mesele uluslararası bir soruşturmaya dönüşebilir mi? Belki evet, belki hayır. (O günün konjonktürüne göre değişebilir.) Herhangi bir yaptırım olur mu? Olabilir de olmayabilir de. Ama bu muğlak cevapların hiçbiri önemli değil. Önemli olan, muğlak olmayan tek net cevap şu ki: Suudi Arabistan ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişki en azından orta vadede bozulmaz, bozulamaz.
Bunlardan biri Trump’ın eski hukuk danışmanı Michael Cohen’in suçlarını kabul etmesi, diğeri ise 2016’daki Seçim Kampanyası Başkanı Paul Manafort’un mahkeme tarafından suçlu bulunması olmuştu. Öncelikle, Donald Trump’ın eski hukuk danışmanı Cohen, 2016 seçim kampanyası sürecinde Trump ile ilişkisi olduğu iddia edilen iki kadına sessiz kalmaları için para ödendiği ve kampanya paralarının usulsüz kullanıldığı konusunda suçlu bulunmuş, ardından savcılıkla iş birliğine giderek itiraftçı olmuştu. Cohen’in suçlarını kabul etmesi, Trump’ın ilk etapta başını ağrıtan ancak görevden azledilme sürecinin başlaması için çok da yeterli olmayan bir mahiyetteydi. Esasen meselenin özü, ödenen rüşvetin kampanya fonundan olup olmaması veya olayın Trump ile olan bağının ispatlanıp ispatlanamayacağı olarak görülebilir. Bu mevzu, Trump’ın görevden alınmak için yeterli bir meseleyle karşı karşıya kalıp kalmadığını ortaya koymuş, ancak ABD Başkanını “impeachment” noktasına götüreceğine inanmadığım bir süreç olmuştur.
Oysaki Paul Manafort davası çok daha farklı bir mesele. Manafort’un suçlu bulunması, o gün itibarıyla Trump için bir risk teşkil etmiyordu çünkü Manafort’un suçlandığı meseleler, Trump’ın görevden azledilme sürecine gitmesi konusunda yeterli değildi. Ancak bu mevzunun ortaya çıktığı dönemde de ifade ettiğim gibi, bu konunun derinleşmesi Trump’ın başını ağrıtacak asıl mevzu olacaktır. Bu bağlamda kısaca Manafort’un geçmişine bir bakalım. Bilindiği üzere, Trump kampanyasının bir numaralı ismi Paul Manafort ve eski iş ortağı Rick Gates, Rusya soruşturması kapsamında yargılanmakta. Ukrayna’da siyasi danışman olarak 10 yıldan fazla kalan Manafort’un Rusya ve Ukrayna’da lobicilik faaliyetleri yaptığı biliniyor. Hatta Manafort’un Ukrayna’da Rus yanlısı bir partiden milyonlarca dolarlık yasadışı bir ödeme aldığı iddia edilmekte. Tüm bu iddialar ve bağlantılar Manafort’u istifaya götüren süreci hazırlamıştı. Burada asıl mevzu, Manafort’un Rusya ile olan yakın ilişkileri ve seçimlere Rusya’nın dahil olma meselesi. Diğer bir deyişle, Trump’ın görevden azli hususu…Esasen kritik nokta, Manafort’un suçlu bulunmasının Trump’a tam anlamıyla nasıl intikal edeceği. Çünkü geçtiğimiz günlerde Amerikan medyasına düşen önemli bir haber A’dan Z’ye herşeye farklı bir bakış açısı getirmemize sebep oldu. Manafort’un savcı Mueller ile anlaşmaya vardığı ve itirafçı olduğu söylemi Trump için artık sonu bilinmeyen bir dönemin başlangıcı oldu. Aslında, Cohen’in yargılanması, Trump’ı zedelemiş olsa da “impeachment” sürecinde Cumhuriyetçilerin Trump’a karşı olmasına asla yetmeyecek bir olaydı. Sürece matematiksel olarak baktığımızda ise, Kasım seçimlerinde Senato’nun üçte ikisinin Cumhuriyetçiler’den Demokratlar’a geçmesi mümkün görünmüyor. Temsilciler Mecilisi’nde basit çoğunluğu Demokratlar alsa bile, “impeachment” sürecinin iki aşamalı olduğunu hesap ettiğimizde, ilk aşamada yani Temsilciler Meclisi’nin basit çoğunluğu ile Trump suçlu bulunmuş olsa dahi, görevden alma kararı Senato’nun üçte ikisi ile gerçekleşir. Bu Kasım ayında Senato’nun üçte birinin seçime gideceği ve 35 senatör adayının 26’sının zaten Demokrat koltuklara sahip olduğunu düşündüğümüzde, Demokratlar, hem kendi koltuklarını eksiksiz kazanıp hem de geri kalan bütün Cumhuriyetçi koltukları alsalar bile gerekli olan sayı 67’ye ulaşmaları mümkün değil. Ortada öyle bir mesele, öyle bir delil olmalı ki Cumhuriyetçi senatörler bile Trump’a artık yeter diyebilmeli. Aslında tüm bu atmosferi değerlendirince, Trump’ın görevden azledilme sürecinin anahtarı Cohen’in yargılanmasından ziyade Manafort’un şu anda detaylarını hiç bilmediğimiz itirafçılığı. İşte Amerikan siyasetinde yaşanan bu mühim olay, Kasım’daki seçimin neticesi ne olursa olsun Trump için sonun başlangıcı olduğunun önemli bir göstergisidir
Fakat tüm bu eleştirilere rağmen Trump’ın bu politikasının iç politikada müspet yansımalarını da gördük. Cumhuriyetçi Parti’nin geleneksel seçmeninin ve Trump’a oy vermiş kesimin en büyük iddiası, Donald Trump’ın Kuzey Kore’nin nükleer programını durdurduğu ve rehineleri geri aldığı savı. Bu noktada Trump’ın büyük dış politika başarısından bahsediliyor. Hatta bazı analistler, Trump ile Pompeo’nun bu hamlesini, Nixon’un Kissenger ile planladığı, Soğuk Savaş Dönemi’nin en büyük hamlelerinden biri olan ve komünist bloğu bölmek için 1972 yılında Nixon tarafından gerçekleştirilen Çin ziyareti ile denk tutuyorlar. Açık söylemek gerekirse, Kuzey Kore meselesinin Amerikan iç politikasına, biraz da Beyaz Saray’ın halkla ilişkiler stratejisiyle, müspet yansıdığını söyleyebiliriz. Ancak bu hamlenin iç politikada Trump’a belli oranda artı sağladığını söylemekle beraber, dış politika için aynı şeyi ne kadar söyleyebiliriz bilemem. Esasen, tutarsızlık ve uygulanan politikalardaki ayrımcılık, kısa vadede olmasa da orta ve uzun vadede Amerika’ya dış politika sıkıntıları olarak geri dönebilir. Örnek vermek gerekirse, Amerika’nın İran ile yaptığı Obama dönemindeki anlaşmadan geri adım attığı aşikar ve bu noktada ortaya konulan en büyük sebep ise İran’ın nükleer kapasitesi. Neticesinde de İran’a uygulanan çok sert önlemler… Öte yandan nükleer kapasitesi İran’ın daha ilerisinde olduğu bilinen, nükleer denemeleri had safhada yapan Kim ile yakın bir muhabbet, birbirine latifeler yapacak duruma gelmiş bir diplomasi ve sadece denemelerin durdurulması için herkesi endişelendiren otuz bine yakın Amerikan askerini bölgeden çekme iddiası… Hal böyle iken, akıllara şu soru geliyor: Kuzey Kore için durum bu ise İran için neden farklı? Bu soruya birçok cevap verilebilir ama yanıtın anlatıldığı ve medyada konuşulduğu gibi nükleer kapasite olmadığı aşikar.
Diğer bir noktaya değinecek olursak, Kuzey Kore’nin nükleer denemeleri durdurması karşılığında Amerika’nın Güney Kore ile yaptığı tatbikatlara son vereceği ve bölgedeki sınır güvenliğini sağlayan otuz bine yakın askerini çekeceği iddia ediliyor. Tüm bu iddialar bir kenarda dursun, Trump’ın dış politikasını anlatırken söylediği şu sözü hatırlatmak isterim: “Düşmanlarımız bizden daha çok korkacak, dostlarımız ise bizimle olmanın gücünü görecek.” Son dönemdeki Kuzey Kore politikası, ABD’nin düşmanlarının ya da geleneksel olarak düşman addettiği ülkelerin birden dost olabileceğinin ve uzun yıllar müttefiklik ilişkisi olan ülkelerin ise ortada kalabileceğinin göstergesi oldu. Açıkçası ABD’nin müttefiki olan Güney Kore ve Japonya’nın bu durumu nasıl değerlendirdiği merak konusu.
Ayrıca, ABD’nin Kuzey Kore politikasından da öte, İran ile yapılan anlaşmanın bir kenara konulması, bundan sonra yapılması muhtemel birçok anlaşmada Amerikan devlet devamlılığını dış politika anlamında sıkıntıya sokup ABD’ye karşı güveni azaltabilir. Ayrıca yönetimin değişmesiyle birlikte söz konusu anlaşmalardan çekilmesi durumunun dış politikada el zayıflatan bir unsur olarak karşıya çıkması muhtemel.
Yazımın başında da ifade ettiğim gibi, Kuzey Kore hamlesinin iç politikada Donald Trump’a müspet bir katkı sağladığı ortada. Bu müspet katkı belli oranda Kasım seçimlerine ve şu an konuşması çok erken olmakla birlikte, 2020’de gerçekleşecek olan başkanlık seçimlerine bile belli oranda etki edebilir. Ancak söz konusu politikanın orta ve uzun vadeli olarak, Amerikan dış politikasının duruşuna ciddi bir eksi ve belirsizlik katacağı ortadadır.
Benim için çok önemli diyorum çünkü benimde üniversite yıllarımda bu konferanslara öğrenci olarak katılıp farklı ülkeleri temsil etmişliğim vardı. Model Birleşmiş Milletler sistemi dünyada birçok üniversite, lise yada sivil toplum kuruluşları tarafından organize edilen, farklı grup veya komitelerin bir ülke temsilcisi gibi davrandığı, kendi temsil ettikleri ülkelerin çıkarlarını gözeterek Birleşmiş Milletler genel kurulunda ve alt komitelerinde dünya sorunlarına dair konuların tartışıldığı ve kararlar alındığı çok keyifli ve bilgi arttırıcı bir süreç.
Türkiye’de de git gide bilhassa liseler bazında çok popüler olmaya başladı. Ben de elimden geldiğince liselerde yapılan bu organizasyonlara destek vermeye gayret ediyorum. Hatta bazen modelinin gerçeğinden daha iyi olduğunu düşünmüyor da değilim.
Son dönemlerde Birleşmiş Milletler’e olan inancım ve güvenim iyice kayboldu. Birleşmiş Milletler demek sadece bir örgüt demek değil Uluslararası Hukuk demek. Küresel düzen demek. Adalet demek. Maalesef bunların hiçbiri bugün ortada yok.
Oysa gençler… O liselerde karar almak için uğraşan gençler... Ne kadar temiz, ne kadar iyi niyetli bakıyorlar dünyaya. Belki de bu yüzden seviyorum liselere gidip orda konuşmayı, konuşulanları dinlemeyi.
Bu analizlerden belki de en önemlisi Trump’ın bütün kabinesini askerlerden oluşturduğu ve gerek dışişleri gerekse savunma bakanlarının her birini askeri alt yapıya sahip kimselerden seçtiği söylemi. Bu noktada, Amerikan devlet sistemine dair, tarihi birkaç örnekle Trump’ın söz konusu atamalarına yapılan eleştirilerin bu anlamda çok da doğru olmadığını gösteren birkaç bilgi vermeyi uygun buluyorum.
İlk olarak, Ronald Reagan dönemindeki iki önemli bakandan bahsetmek istiyorum. Bunlardan ilki, efsane Dışişleri Bakanı General Alexander Haig, ikincisi ise Savunma Bakanı Caspar Weinberger… Bu isimlere dışarıdan bakıldığında dışişlerinin ve savunma bakanlığının tamamen askeri bakış açısıyla yönetildiğini söylemek mümkün. Ancak önemli bir bilgiyi vermekte fayda var. Alexander Haig Dışişleri Bakanı olmakla beraber kariyerini askerlik üzerine yapmış ve generallik rütbesine yükselmiş önemli bir isim. Oysa savunma bakanlığının en tepesindeki ismin yıllarını orduya adamış üst düzey bir asker olması beklentisinin aksine Caspar Weinberger, askeri kariyeri yalnızca 4 sene sürmüş olan bir yüzbaşı.
Tarihi biraz daha ileri alıp George W. Bush dönemindeki ABD Dışişleri Bakanı, altını çizerek söylemek istiyorum “Dışişleri Bakanı”, savunma bakanı değil, yine kariyerini askerliğe adamış önemli bir general olan Colin Powell… Savunma bakanı ise, Irak Savaşı’nı bilfiil yöneten, Amerikan savunma bakanları arasında belki de son 120 sene içerisindeki en etkin isimlerden biri olan, Amerika’nın en güçlü olduğu dönemde ülkenin savunma bakanlığını yöneten Donald Rumsfeld… Weinberger gibi Rumsfeld de bir yüzbaşı ve askeri kariyeri 3 sene.
Bu hususta bir örnek daha verdikten sonra konunun netlik kazanacağını düşünüyorum. Amerikan Başkanı Donald Trump’ın ilk atamalarından biri, “henüz görevden almamış olduğu” Savunma Bakanı James Mattis... Mattis de kariyerini orduya adamış, CENTCOM komutanlığı yapmış bir orgeneral. Söz konusu süreçte Dışişleri Bakanı ise askeri deneyimi hiç olmayan, Exxon Mobil’in eski CEO’su Rex Tillerson. Tillerson’ un görevden alınıp yerine CIA başkanı Mike Pompeo’nun atanması gündeme geldiği an herkes, Amerikan dış politikasının artık askerler tarafından yönetileceğini, dış politikada daha Pentagon odaklı gidileceğini ve askeri önceliklerin ele alınacağını söylemeye başladı. Yine enteresan bir noktadır ki, Pompeo da askeri deneyimi Berlin Duvarı’nda nöbet tutmak olan ve 5 senelik askeri tecrübeye sahip bir yüzbaşı.
Burada değinmek istediğim bir detay var. ABD’de askerlik zorunlu değildir ancak birçok kimse bilhassa üniversitede burs alabilmek için belli bir müddet orduya katılır, orduda zorunlu olmamak kaydıyla beş yıla yakın bir hizmet yapar ve netice itibarıyla üniversiteden burs kazanır. Arzu etmesi halinde kariyerine burada devam eder ya da askeri kariyerini noktalayıp istediği yöne yönelir. Gerek Weinberger gerek Pompeo gerekse Rumsfeld bu minvalde askerlik yapmış ve rütbeleri en çok yüzbaşılığa kadar yükselmiş, askeri deneyimleri maksimum 5-10 sene ile sınırlı kalan kimselerdir. Yani bu isimleri kariyerlerini askerliğe adamış Alexander Haig, Colin Powell veya James Mattis ile kıyaslamak doğru değildir.
İkinci önemli bilgi ise, bu isimlerin yaklaşımlarının her zaman birbiriyle aynı olmayışıdır. Amerikan tarihi Haig ile Weinberger’ın ve Powell ile Rumsfelt’in yaşadıkları gerginlikleri nakletmiştir. Hiç şüphem yok ki, Pompeo ve Mattis de aynı sıkıntıları ciddi anlamda yaşayacaklardır. Hiçbir askeri ve devlet tecrübesi olmayan Tillerson gibi kimselerin hangi tarafın, hangi bakanın devlet tecrübesi daha fazla ise işleri ona daha çok emanet edip gittiğini görmek mümkün. Ancak iki tarafın da belli bir devlet tecrübesi var ise ve belli bir bakış açısı oturmuş ise asıl kriz orada çıkmaktadır. Dolayısıyla bugün Amerikan hükümetinin yapılanmasına bakıp Pompeo da artık bir asker, her şey Pentagon’un gözüyle şekillenecek diye düşünmek çok yanlıştır. Tam tersine Tillerson ile Mattis arasındaki uyumun Pompeo ile Mattis arasında olacağını pek de düşünmüyorum.
Son olarak gelelim diğer bir yanlış algıya, adeta Amerikan yönetiminin askeri bazlı bir cuntaya dönüştüğü ve bir cunta şeklinde yönetilmeye başlanacağı söylemi ciddi anlamda gündemde. Bunun tersi bakış açısını Trump döneminin ilk ulusal güvenlik danışmanı olan Michael Flynn’in, ikinci danışman olan McMaster’ın ve son danışman olan John Bolton’ın mesleklerine baktığımızda anlamak mümkün. Göreve başladıktan kısa bir süre sonra vazifesinden ayrılmak zorunda kalan Flyyn bir korgeneral. Flynn’in yerine gelen McMaster ise yine bir general. Ancak John Bolton, çok kısa bir dönem ulusal muhafızlık yapmış, Amerika’nın BM Büyükelçiliği görevini üstlenmiş olan bir diplomat, akademisyen ve özel sektörde çalışmış bir isim. Eğer sorumuz ve konumuz Amerika’nın politikalarının askeri kökenli kimselerle sertleşeceği noktasıysa bu tamamen yanlış bir yaklaşım olur. Fakat Amerikan politikasının sertleşmesi mevzu bahis ise buna cevabım evet olur. Ama bu cevabım Bolton’ın askeri geçmişe sahip olmasından ötürü değil. John Bolton’ın askeri anlamda kendisinden çok daha tecrübeli olan McMaster ve Flyyn’den daha sert bir siyasi görüşe sahip olması ve Pompeo’nun kendisinden daha deneyimli ve rütbeli bir asker olan Mattis’e göre çok daha katı olmasından dolayı… Yani asıl mesele, askeri bir geçmişe sahip olmaktan ziyade söylemlerin ne kadar sert ve marjinal olduğu noktası.
1897-1901 tarihleri arasında başkanlık yapan, izolasyonist söylemlere sahip olan ve başkanlığı esnasında İspanyol-Amerikan Savaşı patlayan William Mc. Kinley, yine izolasyonist söylemlerle gündeme gelen ancak akabinde Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasıyla tartışılan Woodrow Wilson, Amerikan ekonomisini toplamak için “New Deal” planını ortaya atan ve kendini dünyanın en büyük savaşının içinde bulan Franklin D. Roosevelt… Bu örnekleri gündeme getirenler yine izolasyonist bir yaklaşım sergileyen Donald Trump’ın yeni bir savaşa, üçüncü bir dünya savaşına sebep olup olmayacağı konusunu da tartışmaya başladılar.
Bu tartışma başlamışken ve Amerikan tarihine de atıfta bulunulmuşken dikkat çekmek istediğim bazı hususlar var. Öncelikle, bu başkanlar arasında çok büyük benzerlikler mevcut. Mesela, bu liderlerin hepsi, büyük kaosların öncesinde Amerikan başkanlık koltuğuna oturmuşlardır. Buna Başkan Donald Trump da dahil. Birçoğu kendi atadıkları kabine üyeleri ile problemler yaşamışlardır. Örneğin McKinley, dört yıllık başkanlığı süresince, üç ayrı dışişleri bakanı ile çalışmıştır.
Burada sorulması gereken asıl soru, izolasyonist söylemlerin neticesinde mi büyük savaşlar çıkmıştır yoksa dünyada başlayan ayrışmanın ve ekonomik sıkıntıların kendi ülkelerine yansımasının neticesinde söz konusu başkanlara seçimleri kazandıran jargonun bu olması gerektiği gerçeğinden ötürü müdür? Ki kanaatimce böyledir…
Bahsi geçen örnekleri inceleyerek cevabı bulmaya çalışırsak öncelikle McKinley, 1860’lardan beri yeniden yapılanma (reconstruction) dönemini geçirmiş, kendi altyapısını kurmuş ancak değişen dünya düzeninde her ülkenin yaşadığı gibi sıkıntılar yaşayan, bilhassa Latin Amerika’daki ekonomi ve milliyetçilik tartışmalarının vuku bulduğu bir Amerika’da başkan olmuştur. Dolayısıyla söylemleri o günkü dünya konjonktürünün bir yansıması, seçilmek için uygulamak zorunda olduğu politikalardır. Netice olarak, 1898’de İspanya-Amerika Savaşı’nın başlaması, bilhassa Küba’daki Amerikan vatandaşlarının mağduriyetinin de etkisiyle Amerika için kaçınılmaz bir son olmuştur. Dolayısıyla bu bir söylemin neticesi değil, söylemin savaşa doğru giden süreci tetiklediği bir durum olmuştur.
Hatta ilginç bir örnek vermekte de fayda görüyorum. Bu örnek günümüze yorumlanabilir ve sizlere çok tanıdık gelebilir. William McKinley, bölgeden İspanyolları atmak gerektiğini ve içerinin sadece Amerikalıların gücüne bırakılması lazım geldiğini söylerken dönemin Dışişleri Bakanı olan William R. Day, tam tersine kucaklayıcı olmak ve ticari anlaşmalarla sıkıntıları müspet bir noktaya getirmek gerektiğinin kanaatindeydi. Fakat toplumun o günkü ekonomik yapısı ve siyasi duruşu Day’in söylemlerinden ziyade Başkan McKinley’in söylemlerine daha uygun olduğu için bu birliktelik çok uzun sürmedi ve Day görevinden alındı. Aynı durumu bugün Trump-Tillerson sürecinde gözlemlemek mümkün.
Woodrow Wilson başkanlığı da çok farklı değildir. Hatta çok ciddi tezatlıklar da ortaya koyar. Wilson, ABD ekonomisinin büyük önem arz ettiğini söyler. ABD’nin önce kendi içinde yenilenmesi gerektiğinden bahseder. Hatta hepsinden ziyade bugün Trump ile özdeşleştirilen meşhur “America First” sözünü ilk kez 1916 seçimlerinde Woodrow Wilson kullanmıştır. Bu söz, ekonomi ve göçmen politikalarından kaynaklanan tepkilere karşı seçmenden oy alabilmek için ortaya atılan bir söylemdir. Netice itibarıyla da bu söylem, Wilson’un iktidara gelmesinde çok büyük rol oynamıştır. Ancak yine o dönemin ekonomik şartları ve Wilson’un seçilmesinden önceki mevcut şartlar Birinci Dünya Savaşı’nın temellerini çoktan atmıştı ve ABD buna duyarsız kalamadığı için kendisini savaşta bulmuştu. Hatta izolasyonizmi savunduğu söylenen, “Dünya değil önce Amerika Birleşik Devletleri” diyen Wilson’un, Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra meşhur Wilson prensiplerini ve Versay sürecini yöneten, altı ay boyunca Paris’te olan ve Amerikan tarihinde ülkesinden en uzun süre uzak kalan başkan olduğunu da unutmamak gerekir. Belki de ABD Senatosu’nun vetosu olmasaydı bugünkü Birleşmiş Milletler’in temellerini atan Milletler Cemiyeti’nin hala hayatta olduğunu görebilmek de mümkün olabilirdi.
Üçüncü örnek ise Franklin D. Roosevelt… Warren G. Harding ile başlayan, Calvin Coolidge ile devam eden, son olarak da Herbert Hoover ile had safhaya ulaşan ve bir patlama olan büyük buhrana çözüm önerileriyle, yeni bir yaklaşımla iktidara geldi Roosevelt. “Önceliğimiz Amerikan ekonomisini toplamak olmalı.” diyen Roosevelt’in, kendini İkinci Dünya Savaşı’nda bulması, önceliğini ekonomiye, Amerika’ya ya da izolasyonist söylemlere bağlamasından kaynaklanmaz. Buradaki temel nokta, dünyanın zaten bu sonuca doğru giden yapılanmasında Roosevelt’in iktidara gelebilmek için söylenmesi gereken şeyleri söylemiş olması ve netice itibarıyla da Amerika’nın kendinden münferit olarak dünya savaşında yerini almak zorunda kalmış olmasıdır.
Özetle bahsi geçen örneklerin arasında Demokratlar olduğu gibi Cumhuriyetçiler de var ve aralarında pek çok benzerlik mevcut. Ancak bugün yapılan akademik tartışmalarda söz edilen, izolasyonist söylemleriyle, ki buna Donald Trump da dahil, iktidara gelen başkanların savaş çıkardığı savından ziyade, bu başkanların iktidara gelmek için halihazırdaki dünya konjonktüründe durumu gündeme getirmeleri, onların izolasyonist ve ekonomi odaklı bir başkan damgası yemelerine sebep olmuştur. Zaten arkasından gelen savaşlar da bu başkanların kişisel tercihleri olmayıp, onlar başkan olmadan çok daha önce temelleri atılmış olan ve altyapısı oluşmuş süreçlerin başkanlıkları döneminde vücut bulmuş halidir.
Üzerinden bir hafta geçmeden aynı sözü bir kez daha dile getirdi ve bu sefer bütün dünya medyası ABD’nin Suriye’den çıkma olasılığının ne kadar yüksek olduğunu ve ivmenin buraya doğru hareketlendiğini manşetlerine taşıdı. Ardından Suriye’de yaşanan kimyasal saldırı birdenbire tüm dünyada ciddi bir Suriye operasyonu ihtimalini gündeme getirdi. Önce Trump’ın “Her an vurabiliriz.” sözü, ardından İngiltere’nin meclis onayı aramadan Suriye’yi vurabileceği tutumu ve Fransa’nın bölgeye yönelik söylemleri bir araya gelince, yarın çıkılacağı söylenen Suriye’ye müdahale ihtimalini ortaya koydu. Trump’ın bir gün ansızın, “Vurmaya henüz karar vermedik, vurmaya da biliriz.” sözünü sarf etmesinin üstünden 6 saat geçmeden Suriye’ye İngiltere, Fransa ve Amerika’nın ortak bir füze saldırısı başladı. Tabii yine BMGK kararı olmaksızın...
Bu noktada analiz yaparken üzerinde durmamız şart olan birkaç önemli nokta var: Birincisi şüphesiz ABD iç politikası.
Her dış politika eyleminin ardından iç politikayı değerlendirme gerekliliğini her zaman vurgulamışımdır. Trump bu sözü nerede söyledi? Ohio’da, işçilere yönelik yaptığı bir konuşma esnasında... Amerikan ekonomisi ve güvenliğinden bahsederken Kore’de, Suriye’de ve dünyanın birçok ülkesinde Amerikan askerlerinin olduğunu ve onların bu ülkelerde hem maddi hem de manevi anlamda boşuna bulunduğunu ifade etti. Korunması ve asıl değerlendirilmesi gerekenlerin ABD ekonomisi ve sınırları içerisinde yer alan bölgeler olduğunu belirtti. Özetle iç politikaya ve kendi seçmenine yönelik popülist bir konuşma yaptı. Yani ana konu Suriye değildi. Bir hafta sonraki söyleminde Suudi Arabistan ile iptal edilmesi muhtemel bir ticari anlaşmayı ima ederek, bir nevi aba altından sopa göstermek suretiyle “Suriye’den çıkarız, eğer kalmamızı isteyenler varsa parayı da onlar ödesin.” diyerek Suudi Arabistan’a mesaj verdi. Yani yine Suriye’yi ya da dış politikayı değil ekonomiyi hesap ederek açıklama yaptı.
Bugün de Amerika’nın Suriye’den çekilmesini bir kenara bırakın, yapılan son açıklamada “Esad Suriye’de normal bir yönetim sergileyene kadar buradayız.” açıklaması ile süreç bambaşka bir boyuta geldi. Bu durumun altında yatan sebepleri değerlendirmekle başlayalım. Öncelikle bir hafta içerisinde Suudi Arabistan ile yapılan ticaret anlaşması iyi bir noktaya evrildi. Gelinen noktada ABD’nin, güçlenmekte olan Esad yönetimi, Hizbullah ve İran’ın önüne ket vurmak ve sırf Suudi Arabistan ile İran'ın arasındaki mezhepsel çatışmadan ötürü, 11 Eylül saldırılarında düşmanı olan El-Kaide’den türemiş pek çok örgütü neredeyse korumaya yönelik söylemlerine şahit olduk. Bu Trump’ın son dönem demeçlerinin önemli bir sebebidir.
İkinci nokta ise, kimyasal saldırıların ardından yapılan açıklamaların Suriye’de rejime değil, İran ve Rusya’ya yönelik olmasıydı. Tabii ki bunun Suriye ve dış politika ile alakalı önemli sebepleri var ama tek sebep bu değil. Rusya soruşturmasının kendisini iç politikada ciddi anlamda sıkıntıya sokmaya başlaması sebebiyle, Trump’ın Rusya’ya karşı tavır alma hamlesi daha önemli bir motif haline geldi. Ne kadar gerçekçi tartışılır ama Trump’ın nükleer anlaşma ile ilgili karar alma noktasında verdiği son tarih 12 Mayıs. Yani Suriye’ye yapılan çıkış, bu tarih yaklaşırken İran’ı da baskı altına alacak bir koz öne sürmek anlamına geliyor.
Üçüncü önemli nokta ise Amerika, İngiltere ve Fransa’nın nasıl bir anda bir araya gelerek böyle bir askeri operasyon kararı aldığı. Bunun cevabını bulmak için veliaht Prens Selman’ın son dönemlerde arka arkaya yaptığı Amerika, İngiltere ve Fransa ziyaretlerine bakmak lazım. Bu operasyon en az bir iç politika hamlesi olduğu kadar Suudi Arabistan’ın çağrısıyla da yapıldı. Hedefteki ise Suriye değil İran. İran-Suudi Arabistan kamplaşması ilk kez süreci bu kadar net olarak Ortadoğu dışından bir müdahale olabilecek duruma getirdi. Zaman bu sürecin daha da sertleşeceğini bizlere gösterecek.
Son olarak değinilmesi gereken nokta ise BM’nin git gide kaybolan rolü. Tabii ki beraberinde uluslararası hukukun da kullanılamaz oluşu. Artık gücü olan kimse BMGK kararlarına bakma ihtiyacı hissetmiyor. “Güçlüyüm, yaparım.” diyerek istediği yeri vuruyor. Daha da önemlisi, bir dönem uluslararası barışı tesis etmek için kurdukları bu büyük örgütü elleriyle yok ediyorlar, önemsizleştiriyorlar. Düşünün konvansiyonel silahlarla hayatını kaybeden milyonlardan bahsediliyor. Ancak kimsenin sesi çıkmıyor. Kimyasal silah kullanımının ihtimali bile süreci bu duruma getiriyor. Kimyasal silah olmadan ölen milyonlar ne olacak bir düşünün. Adaletsizlik, hukuksuzluk git gide egemen oluyor dünyada. Bu durumun sonu büyük çıkmazlar doğuracak.
Tekrar Amerikan iç politikasına gelecek olursak…