Burak Küntay

Afrin ve Menbiç Sürecinde Son Dengeler

16 Mart 2018
Türkiye’nin Afrin operasyonuyla beraber Türk-Amerikan ilişkileri had safhada bir gerginlik noktasına ulaştı. 1 Mart tezkeresinden bugüne kadar, Obama’nın seçildiği ilk birkaç yılı bir kenara koyarsak, aslında ilişkilerin çok da iyiye gittiğini söyleyemeyiz.

Bilhassa FETÖ hadisesi, Barzani’nin bağımsızlık referandumu, Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’nin güneyinde 30.000 kişilik bir sınır güvenlik ordusu kurma söylemi, vize krizi, YPG-PYD’ye silah yardımı, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması gibi birçok konu gündeme geldiğinde, Türk-Amerikan ilişkileri belki de şu ana dek hiç olmadığı kadar gergin bir noktaya geldi. Bütün bu süreçleri tek tek incelediğimizde, ABD ve Türkiye arasında birçok ziyaret ve görüşme olmasına rağmen, durumun pek de değişmediğini ve hatta sorunların artarak devam ettiğini görmekteyiz.

Açık konuşmak gerekirse Tillerson’un ziyareti Türk-Amerikan ilişkilerinde iyiye doğru gidiş sinyali veren önemli bir kırılma noktasıydı. Tabii ki öncesindeki McMaster ile İbrahim Kalın’ın görüşmelerini de göz ardı etmemek lazım. Normalden uzun süren toplantılar ve alıştığımız diplomatik girişimlerin ötesinde gerçekleşen görüşmeler sonunda, herkesin merak ettiği soru ilişkilerin yeniden normal seyrine gelip gelmeyeceğiydi. ABD bu kadar zamandır kendine ortak gördüğü YPG-PYD’den vazgeçerek Türkiye’nin “YPG-PYD orada kalırsa gireriz.” dediği Menbiç’ten çıkacak mıydı? Ya da Türkiye Menbiç konusunda geri adım mı atacaktı?

Öyle kritik öyle ödün verilemez bir noktaya gelindi ki, gerek Tillerson’un gerek Çavuşoğlu’nun ortak komisyonlar kurulması yönündeki sözleri kamuoyu ve uzmanlar nezdinde “Acaba top yine taca mı atılıyor?” görüşünü hakim kıldı. Ancak geçtiğimiz günlerde yaşadığımız iki önemli gelişme uzun zaman sonra Türk-Amerikan ilişkilerindeki ivmenin her şeye rağmen olumlu bir noktaya geldiğinin göstergesi oldu. Bunlardan biri, Türkiye’nin yaklaşık 7 milyar dolar değerindeki 30 adet “787-9 Dreamliner” tipi uçağı BOEING firmasından alım sürecini tamamlamasıydı. Bundan daha da önemlisi, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Nauert’in bu konuyu kendi Twitter hesabından Türk-Amerikan ilişkilerinin müspet bir ilerleyiş göstergesi olarak duyurması oldu. Bu çok alışık olduğumuz bir durum değildi. Demek ki Beyaz Saray da ticari ilişkilerin gelişmesine ciddi bir anlamda önem veriyor.

İkinci nokta ise, gerek Çavuşoğlu’nun gerekse Tillerson’un yapmış olduğu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, YPG-PYD güçlerinin ABD’nin de desteğiyle Menbiç’ten çekileceği ve bu bölgenin güvenliğinin Türk-Amerikan ortaklığında sağlanması hususuydu. Ancak açıklamalar çok yeni ve taze, hatta tam bir mutabakat olduğunu da söylemek zor. Ama şu bir gerçek ki, Amerika’nın istediği gibi Türkiye Menbiç’e geniş kapsamlı bir operasyon yapmayacak ve Türkiye’nin istediği gibi de YPG-PYD Menbiç’te kalmayacak. Ayrıca, bölgenin güvenliği de iki ülke tarafından sağlanacak. Bu noktadan baktığımızda süreç, başlı başına Türkiye-Amerika ilişkileri açısından çok olumlu bir gelişme. Yalnız iki faktörü gözden kaçırmamak lazım. Bunlardan ilki, Amerika’da gerçekleşen görev değişikliği. Basına uzun süredir yansıdığı gibi bu süreçlerde en önemli rolü oynayan kişilerden biri McMaster, diğeriyse Tillerson’du. Şimdi akıllardaki soru, McMaster’ın görevden alınma ihtimalinin ve Tillerson’un görevden alınmış olmasının ikili ilişkileri ve varılan mutabakatı nasıl bir sürece doğru götüreceğidir.

İkinci önemli faktör ise Rusya. Hatırlayalım ki, Tillerson’un Türkiye ziyaretinden hemen sonra yapılan olumlu açıklamaların ardından kısa bir zaman zarfı içerisinde Esad güçleri Afrin’e doğru yürümüştü. Kimine göre bu münferit bir hareket, kimine göre ise planlı bir gözdağıydı. Buradaki asıl nokta, Menbiç’teki Türk-Amerikan yakınlaşmasının Rusya ve Esad yönetimi tarafından nasıl bir tepkiye yol açacağının doğru hesaplanmasıdır. Nasıl Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşması ABD açısından bir güvenlik sıkıntısı doğuruyorsa, Türkiye’nin Amerika ile olan gergin ilişkilerini düzeltmesi ve hatta Menbiç konusunda mutabakata varması Rusya açısından tehlikeli bir yakınlaşma olarak görülebilir. Bahsettiğim üzere, bunlar için henüz çok erken ama çok açık ve net bir gerçek var ki, hangi tarafla ilişkileri düzeltirseniz düzeltin diğer taraftan gelecek olan reaksiyonlara hazırlıklı olmak gerekiyor.

 

Yazının Devamını Oku

Tillerson’un ardından…

15 Mart 2018
Amerikan Başkanı Donald Trump, Twitter hesabından Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’u görevden aldığını ve yerine CIA Başkanı Mike Pompeo’yu getirdiğini açıkladı.

Bu konuyla ilgili söylenecek ve yazılacak onlarca şey var. Ancak ilk olarak, bu görevden alma hadisesinin hem Amerikan siyasetine hem de Trump’a olan etkilerinden bahsetmek faydalı olacaktır. Tillerson, neredeyse 128 yıldır, 1981-82 tarihindeki Alexander Haig’ın istifasını ve birkaç örneği daha  kenara koyduğumuzda, Dışişleri Bakanlığı’nda dört yılını tamamlayamayan nadir isimlerden biri haline geliyor. Bilhassa, hadiseye 1945 itibarıyla bakıldığında, bu çok istisnai bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Trump, göreve geleli henüz 1,5 yıl olmasına rağmen yaklaşık yirminci üst düzey değişikliğini yaptı. Bu durum, Andrew Jackson döneminden sonra neredeyse bir ilk. Aslında, Trump’ın sürece yaklaşımı ve gerçekleştirdiği kabine değişiklikleri başlı başına bir tez konusu haline gelebilecek nitelikte.

Tillerson’un görevden alınması hadisesine baktığımızda herkesin üzerinde durduğu bir kanaat ve iki klişeden bahsetmek gerekmektedir. Bunlardan ilki, asker kökenli olan Pompeo’nun sert söylemleriyle iş dünyası geçmişi olan Tillerson’a göre Amerikan dış politikasını daha da sertleştireceği. Üzerinde durulan ikinci nokta ise, Pompeo’nun göreve gelmesiyle birlikte, asker kökenli James Mattis’in yönetimindeki Savunma Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı’nın işbirliği içerisinde çalışmalar yürüteceği söylemidir. Açıkça söylemek gerekirse, ikisinin de pek doğru yaklaşımlar olduğu kanaatinde değilim. Nitekim Pompeo, Amerikan dış politikasını sertleştirmek için değil, halihazırdaki sertleşen dış politika sonucunda bu pozisyona geldi. Yani Pompeo, politikaları değiştirmek için değil de değişmiş politikaların mahsülü olarak göreve geldi. Diğer bir deyişle, üzerine konuşulan olasılıkların sebebini yaratmak için değil, bir sonucu olarak oraya geldi.

Trump, son dönemde atmış olduğu adımlar ile kararsız olan seçmeni kazanmaya yönelik olmaktan ziyade, kendisini iktidara getiren seçmen tabanını sağlamlaştırmak için sert söylemlerini hayata geçirmeye başladı. Özellikle, yeni çıkardığı vergi kanunundan sağlık reformuna, çelik ve alüminyum ithalatında uygulanacak güncel kotalardan uluslararası anlaşmalara kadar pek çok konuda Amerikan ekonomisini ve buna bağlı olarak da dış politikasını kapalı bir noktaya getirmeye başladı. Diğer bir deyişle, dış politikayı bile Amerikan üreticisini ve sanayisini kalkındırma tezine dayandıracak bir noktaya soktu. Netice itibarıyla, Tillerson’un adil ve dengeli dış ticaret yaklaşımı Trump’ın iç politikada kullandığı söylemlerin devamı olmaktan çıktı. Dolayısıyla da bahsettiğim üzere, bundan sonra sertleşecek olan dış politikanın değil de zaten sertleşmiş olan politikaların bir simgesi olarak Pompeo göreve gelmiş oldu. Pompeo’nun göreve gelişiyle ilgili bir dipnotu eklemekte fayda var. Dışişleri bakanının göreve gelmesi için “% 50 + 1”  yani 51 senatörün oyu gerekmektedir. Halihazırdaki 100 senatörün 51’i Cumhuriyetçi ve 47’si Demokrat olmakla birlikte, Angus King ile Bernie Sanders bağımsız senatörler olarak demokrattan daha demokrat duruşa sahip, demokrat kökenli kimselerdir. Dolayısıyla Senato’da 51’e 49’luk bir dengeden bahsedebiliriz. Ancak oranın 50’ye 50 olması halinde ise Amerikan Başkan Yardımcısı Mike Pence’in eşitlik bozucu oyuyla Pompeo’nun dışişleri bakanlığı yine onaylanmış olacaktır. Fakat bir ihtimal daha mevcut ki,  2 cumhuriyetçi senatörün onay vermemesi Pompeo’yu dışişleri bakanlığından edebilir. Peki bu durum çok olası mı sorusunu sorduğumuzda, Pompeo için bu ihtimalin sözkonusu olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü, Pompeo zaten CIA Direktörü olarak daha önce de aynı senatodan onay almıştı. Ancak Pompeo’nun yerine düşünülen Gina Haspel için durum biraz daha farklı. Haspel’in birçok selefine göre, CIA içinden geliyor olması ve CIA’in ilk kadın direktörü olması onun için bir avantaj ve sempati uyandıracak bir unsur. Ancak işkence yanlısı tutumu nedeniyle daha önce CIA içinde Gizli Operasyonlar Servisini yönetmesi için aday gösterildiğinde Senato İstihbarat Komitesi Üyesi Dianne Feinstein’in vetosuna maruz kalmak suretiyle onay alamamıştı. Dolayısıyla bu durum Haspel’in pozisyonunu Pompeo’nun onayından daha da zor bir noktaya sokuyor.

Bu bilgileri verdikten sonra gelelim ikinci klişeye: Artık Pentagon ile Dışişleri Bakanlığı’nın daha iyi çalışacağı yaklaşımı. Bu yaklaşımın nedeni ise iki birimin başında da asker kökenli yöneticilerin olması. Ancak alışılagelen bu söylemin aksine Pentagon ile Dışişleri arasında gerginliğin artacağı ve daha büyük bir rekabet olacağı kanaatindeyim. Bu düşüncemin gerekçesi ise oldukça net. Tillerson, devlet geleneğine ve hariciyeye çok da hakim olmayan, dışişlerini belli noktalarda Pentagon’un gölgesinde yürütmüş bir iş adamıydı. Ayrıca birçok dışişleri atamasını dahi yapamadığı herkes tarafından bilinen bir mevzu. Oysaki Pompeo, gerek CIA başkanlığı yapmış olması, gerekse askeri tecrübesiyle devleti bilen ve devlette çalışmış bir figür. Asker kökenli olmasından dolayı da artık Mattis’e denk bir bakan olarak Amerikan politikasında söz sahibi olacak. Dolayısıyla bu durumun, Mattis ve Pompeo arasında bir işbirliği yaratmaktan ziyade, iki ismin daha önce gerçekleştirmiş olduğu söylem ve ifadelere de baktığımızda Trump üzerinde etkinlik kurma çabası ve bir ego savaşını karşımıza çıkarmasını muhtemel hale getirmektedir. Diğer bir deyişle Pompeo’nun atanması durumunda ABD yönetiminde daha gergin, tansyionu yüksek ve birçok noktada çatışmaya daha müsait bir süreç görmek mümkün. Hele, karar alım süreçlerinde çok ciddi anlamda dengesizlikler olduğunu hesap ettiğimizde bu süreç Amerikan dış politikasını daha da dengesiz bir hale getirebilir.

Yazının Devamını Oku

Kudüs

9 Aralık 2017
ABD Başkanı Donald Trump, birçok kimseye göre sürpriz olarak adlandırılan ama aslında sinyallerini çok uzun zamandır verdiği bir karara imza attı. Bu, ABD’nin Tel Aviv’deki Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınmasıydı. Karar alındığı andan itibaren sebebine ve alt yapısına ilişkin farklı yorumlar duyduk. Ama öncelikle bu kararın alınma sürecine giden yolda meydana gelen gelişmeleri ve bu meselenin neden önem arz ettiğini, tarihsel olarak açıklayalım.

1947 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 181 sayılı kararıyla bir Arap, bir Yahudi devletinin kurulması kabul edildi. Bu plan içerisinde - 47 Planı diye de tabir edilir- İsrail’e o gün verilen toprakların sınırları belirlendi. Bu topraklar içinde başta Kudüs olmak üzere, İsrail’in bugün sahip olduğu toprakların çoğu yer almamaktaydı. Mısır, Ürdün, Lübnan, Irak ve Suriye gibi ülkeler bu sürece itiraz ederek İsrail’e karşı saldırıya geçtiler. Netice itibariyle İsrail, bu savaşın sonunda topraklarını Genel Kurul’un 181 sayılı kararında belirtildiğinden daha fazlasına çıkartarak, sahil şeridi ve Necef ile Kudüs’ün batısının kontrolünü sağlamış oldu. Ardından 1956 yılında “Süveyş Krizi” ve 1967’de “Altı Gün Savaşı” yaşandı. Bu savaşlardan bilhassa “Altı Gün Savaşı” sonunda İsrail yine BM’nin 181 sayılı kararı ile kendisine verilen toprakların çok daha ötesine giderek Kudüs’ün tamamını ele geçirdi. Bu savaşa kadar Batı Kudüs İsrail yönetiminde, Doğu Kudüs ise Ürdün yönetimindeydi.

Bugünkü Mescid-i Aksa da o yıllara kadar Ürdün topraklarıydı. Hatta ilginç bir bilgidir ki Kubbet-üs Sahra’nın restorasyon çalışmalarını yaptıran bugünkü Ürdün Kralı II. Abdullah’ın babası Kral Hüseyin’di. Savaştan sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararında, İsrail’in 1967 Savaşı’nda elde ettiği topraklardan çıkması gerektiği kabul edildi. Bu toprakların içinde Doğu Kudüs de vardı. O günden itibaren, gerek Camp David görüşmelerinde gerekse 1990’lı yıllardaki Oslo süreçlerinde İsrail-Filistin sorunlarına kalıcı çözüm için ABD tarafından büyük uğraş verildi. Ancak her defasında İsrail, 1967 öncesi sınırlarına geri dönmektense daha fazla toprak alarak ve başka sorunları (yerleşimler ve su meselesi) bu çözümsüzlük sürecine katarak hareket etti.

Burada şu soruyu sormak gerekir: O zaman bugünkü yaşadığımız problem nedir ve neden kaynaklanmıştır?

Birincisi, İsrail’in meclisi olan Knesset ve bütün idari binalar Kudüs’de olmasına rağmen  Kudüs, BM nezdindeki statüsünden dolayı uluslararası kamuoyuna göre bir kısmı Filistin’e ait olduğu kabul edilen bir şehirdir. Çözüm sürecinin sekteye uğrama ihtimalinden ötürü, ABD dahil çoğu ülke büyükelçiliklerini yani resmi temsilciliklerini, Tel Aviv’de tutmayı tercih etmişlerdir. Bütün bu ülkelerin içinde bilhassa Amerika’nın önemi çok büyüktür. Çünkü ABD, gerek Camp David’de gerekse Oslo’da sürekli arabulucu ülke durumunda olduğundan, büyükelçiliğinin Tel Aviv’de olması, belki her ülkeden daha büyük bir öneme sahiptir. Ancak 8 Kasım 1995’te ABD Kongresi’nde onaylanmış 104-45 sayılı tasarının 14. maddesinde, dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı Warren Christopher’a 257 milletvekilinin imzası ile Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanındığı ve ABD Büyükelçiliği’nin bir an evvel Kudüs’e taşınması gerektiği tavsiyesi iletilmiştir. Aynı tasarının 13. maddesinde ise 93 senatörün imzası ile büyükelçiliğin Kudüs’e konumlandırılması gereği aktarılmıştır. Bu taşınmanın en geç 1999 yılına kadar tamamlanması da bu tasarıda yer almıştır. Daha da açık söylemek gerekirse; ABD ne büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma ne de Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararını bugün verdi. Sadece 1995’te alınan ancak krizleri önlemek ve barış sürecine ters etki yapmamak için diğer başkanlar tarafından ertelenen bu karar, Trump tarafından uygulamaya kondu.

Bu ertelemenin belki de önemli bir örneğini 2008 yılında Barack Obama’da görmüştük. Obama AIPAC’de yapmış olduğu bir konuşmada Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak kabul edilmesi gerektiğini savunmuş ancak konuyla alakalı resmi bir karar almamıştı. Yine daha önce hem Bill Clinton’ın hem de G. W. Bush’un seçim öncesi benzer vaatlerde bulunup gerçekleştirmediklerini biliyoruz. Buradan yola çıkarak önce şunu görmekte fayda olduğunu düşünüyorum: Trump seçimlerde belki hiçbir Amerikan başkanının dile getirmediği kadar İsrail’e dönük olumlu politikalardan bahsetti. Bu vaatlerin en önemlilerinden bir tanesi de, büyükelçiliğin Kudüs’e taşınacağıydı. Peki neden bugün? Neden şimdi? Trump aynı Obama’daki gibi kararı erteleyebilme ihtimali varken neden bu kararı ani bir şekilde aldı? Bunun cevabını yine dış politikadan çok Amerikan iç politikasında bulabiliriz. Trump, iç politikada aslında bu hamlesiyle bir taşla birkaç kuş vurmayı hedefledi. Vergi reformu ile elini güçlendiren Trump, karşısında iki büyük sıkıntının olduğunun farkındaydı. Bunlardan ilki; göreve geldiği ilk günden beri verdiği vaatlerinin hemen hemen hiçbirini tutmadığına dair yapılan eleştiriler, ikincisi de bilhassa Michael Flynn’in suçlarını kabul etmesiyle alevlenen Rusya soruşturmasının kendisini iyice kenara sıkıştırmasıdır.

Trump aldığı bu kararla, seçim vaatlerinden biri olan, hem de hiçbir başkanın barışı bozmamak adına harekete geçmediği bir meseleyi tamamen iç politikadaki bir kazanım uğruna hayata geçirmiştir. Diğer bir hedefi de gittikçe artan muhalefete karşı, arkasına almak istediği Yahudi lobisiyle, finans, medya ve kamuoyu desteğini çoğaltarak Kongre’deki gücünü arttırmak istemesidir. Bununla birlikte gerek Washington DC’deki düşünce kuruluşlarında, gerek medyada, gerekse Kongre’deki Yahudi kökenli Amerikan vatandaşlarının çoğunun alınan bu kararı desteklemediğini görmek mümkündür. Hatta önde gelen bazı isimlerin barışa sekte vuracağı ile ilgili ciddi eleştirileri de oldu. Bunun Trump’a iç politikada ne kadar artı ya da ne kadar eksi getireceğini ilerleyen günlerde hep birlikte göreceğiz…

Bunlar dışında daha detaylı hesaplar yapanlar da var. Mesela, Rusya soruşturmasının içinde bulunan komisyondaki toplam altı Demokrat senatörün ikisi Yahudi kökenlidir(Dianne Feinstein, Ron Wyden). Aynı zamanda Robert Muller’ın ekibine geçtiğimiz aylarda dahil olan Andrew Goldstein, Aaron Zelinsky ve Andrew Weissmann gibi Yahudi kökenli savcıların davaya etkisi ile ilgili yorum yapanlar da var. Peki Trump’ın hesabı bu kadar detaylı mıdır? Çok sanmıyorum. Çünkü tekrar söylemek gerekirse, Amerika’daki Yahudi toplumunun gerek önde gelenleri, gerek toplumun her bireyi bu kararda çok da mutabık değil. Ciddi anlamda eleştirenler olduğunu bir kez daha hatırlatmak isterim.

Peki dünyadan gelecek tepkileri Trump nasıl hesapladı ya da hesapladı mı? Genel duruma baktığımızda Mısır’daki yönetim Amerika’ya karşı ağır tepki gösterebilecek bir durumda değil, Suudi Arabistan’la ise silah anlaşması mevcut ki Suudi Arabistan'ın Yemen'de yaşananlar ve İran’la olan gerginlikler sebebiyle bu konunun üzerine çok da fazla yoğunlaşması mümkün değil. Ürdün de aynı şekilde. Lübnan’daki kaotik durum, Suriye ve Irak’ın kendi derdine düşmüş olması, kanaatimce Trump’a tepkilerin minimum seviyede olabileceğini düşündürdü. Ancak önemli bir husus var ki Kudüs sadece Müslümanlar için değil Hristiyanlar için de önemli bir toprak. Bu bağlamda en büyük eleştirilerden biri Papa’dan gelirken, İngiltere Başbakanı Theresa May, Trump’ın bu kararına katılmadığını ve bu durumun iki devletli çözümü zorlaştıracağını söyledi. Gelen eleştirilerden bir diğeri de Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un “Kudüs’ün ABD tarafından tek taraflı olarak İsrail’in başkenti ilan edilmesinin kötü bir fikir olduğunu dile getirmesi” oldu. Kısaca bu karar, Trump’a iç politikada bir-iki puan kazandırsa da –o da meçhul- İsrail’den başka hiçbir ülkeden “İyi yaptınız.” desteğinin gelmemesi, dış politikada ne kadar doğru bir hamle yapılıp yapılmadığını gösterecektir. Ama net olarak şunu söylemekte fayda görüyorum: Yıllardır ABD, her daim İsrail’e daha yakın olarak değerlendirilmişse de, İsrail-Filistin sorununun önemli bir arabulucusu ve tarafsız bir süper güç olarak görülüyordu. Bugün tarihe düşülecek en büyük not maalesef ki bu arabulucunun Birleşmiş Milletler kararını, uluslararası toplumu yok sayması ve masanın iki tarafında oturan barış süreci taraflarından birine ağır bir meyil göstermesidir. ABD Büyükelçiliği’nin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınması kararının ABD’nin kısa ve orta vadede bu süreçteki liderliğini nasıl bir noktaya getireceğini hep birlikte göreceğiz…

Yazının Devamını Oku

Trump’ın Kaç Yılı Kaldı? 1, 3, 7…

7 Aralık 2017
ABD Başkanı Donald Trump, gerek ön seçim sürecinde gerek seçim esnasında, gerekse seçim biter bitmez yaşadığı birçok hadise ile büyük sürprizler yarattı. İhtimalleri alt üst eden, toplumu kucaklaması beklenirken radikal kararlarla daha çok sertleşen Donald Trump, koltuğa oturduğu ilk günden beri herkese aynı soruyu sordurmaya başladı: “Trump kaç yıl başkanlık yapacak?”

ABD’de her başkan seçildiğinde istisnasız, “Görev süresi dört yıl mı, sekiz yıl mı olacak?” sorusu sorulur. Oysa Trump için ihtimaller biraz daha fazla. Önce birinci yılını doldurmak üzere olan Donald Trump’ın durumunu genel hatlarıyla değerlendirelim. İlk aldığı kararlardan biri olan altı Müslüman ülkeye uygulanacak seyahat yasağı, neredeyse bir yıl boyunca Amerikan yargısı tarafından durduruldu. Kabine atamaları normalden daha geç gerçekleşti. İş dünyasından ya da asker kökenli yaptığı atamalarda siyasi tecrübe eksikliği göze battı. Bu atananlar koltuklarına yeni oturmuştu ki, ya Sağlık Bakanı Tom Price gibi istifa ettiler ya da Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn gibi görevden alındılar. Yani diğer bir deyişle Trump’ın kabinesinde mütemadiyen bir dengesizlik ve oturmamışlık baş gösterdi.

“Meksika’ya duvar öreceğim.” dedi, söylemler dışında herhangi bir adım atılmadı. Bu konuda birçok kimse tarafından ciddi anlamda eleştirildi. “Obama’nın sağlık reformu tasarısını yırtıp atacağım.” dedi, Cumhuriyetçilerin bile tam desteğini sağlayamadı. Bunun üzerine “executive order” adı verilen başkanlık kararnamesi ile bu sürece bir ket vurdu. Kuzey Kore’nin nükleer denemelerine ilk günden beri karşı ve müdahaleye hazır olduğunu söyledi. Denemeler devam ediyor, ancak müdahaleyi bir kenara bırakalım eleştiri tonu bile azalmaya başladı.

Bunlar sadece geçtiğimiz yıla kısaca bir baktığımızda aklımıza gelen birkaç önemli mesele.  Bu meselelerden dolayı Donald Trump’ın birinci yılını bitirdiğinde halk nezdindeki güvenoyu, son yüzyıldaki başkanlar içinde belki de en düşüklerinden biri olarak tarihe geçti. Tam da bu aşamada Trump’ın yönetimsel sıkıntıları, başladığı günden beri karşısındaki sert muhalefet, bahsettiği vaatlerin hemen hemen hiçbirini hayata geçirememiş olması, üç sene daha başkanlık yapıp ikinci döneme aday olamayacağı ya da olsa bile seçimi kazanamayacağı kanaatini birçok kimsede oluşturdu. Önemli şirketlerce yapılan anketleri incelediğimizde Trump’ın, son üç ABD başkanı içerisinde en düşük kamuoyu desteğine sahip olduğunu da görmekteyiz.

Bir de bu tabloyu haksız çıkarabilecek hadiselere göz atalım.

Donald Trump’ın ciddi anlamda desteklediği yeni vergi yasası, Amerikan kamuoyunun geçtiğimiz günlerde en önemli gündem maddelerinden biriydi. Cumhuriyetçi Parti’nin içerisinde dahi Trump’ın bu yasayı doğru savunamadığını söyleyenlerin olmasına rağmen tasarının meclisten geçmesi, Trump’a hem güç hem de ivme kazandıracaktır.

Dikkat çeken başka bir hadise de aradan on ay geçmiş olmasına rağmen Amerikan yargısı mani olduğu için askıda bekleyen seyahat yasağının Amerikan Yüksek Mahkemesi tarafından onanması ve uygulamanın hayata geçirilmesinde bir sakınca görülmemesiydi. Dolayısıyla bu durum Trump’ın elini güçlendiren ikinci bir başarı olarak gündeme geldi.

Trump döneminde ABD’nin ekonomik durumuna göz attığımızda ise işsizlik oranlarının Obama’nın son yılına kıyasla azalma eğiliminde olduğunu görüyoruz. Öte yandan ekonomik büyüme rakamlarına baktığımızda da büyük bir değişimin yaşanmadığını gözlemliyoruz. Yani ekonomik anlamda büyük bir gelişme olmamasına rağmen bir dibe vuruş senaryosu da mevzu bahis değil. Obama dönemindeki stabil gidiş Trump döneminde de devam ediyor. Buna politikada “devlet devamlılığı” denir. Bu örnekler, Trump için Demokrat Parti tarafından seçim döneminde iddia edilenin aksine ekonomide ters bir etki olmadığı gerçeğini de gözler önüne seriyor.

Buradaki ilginç nokta ise, birbirini savunma politikaları konusunda fazlasıyla eleştiren iki başkanın silah ihracatı oranlarına baktığımızda yine eylemlerinin paralel gitmesidir. Bildiğiniz üzere Obama’nın başkanlığı döneminde İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Amerikan tarihinin en yüksek silah ihracatı gerçekleşmişti. Trump döneminde ise, başkanlığının henüz bir yılı dolmamışken, Obama’nın son yılındaki silah ihracatı hacminin üstüne çıkılmıştır. Bütün bu veriler değerlendirdiğinde, Trump’ın önümüzdeki üç seneyi bu ivmeyle götürmesi ve bazı yeni kazanımlar eklemesi ihtimali, Trump’a karşı umutsuz bir bakış açısına sahip Cumhuriyetçilerde onun yedi sene daha başkan olabileceği umudunu yeşertmeye başladı.

Yazının Devamını Oku

İran - Türkiye İlişkileri

29 Ağustos 2017
Üniversite hayatıma yeni başlamışken Ortadoğulu ünlü bir profesörün verdiği konferansı dinlemeye gitmiştim.

Profesör, konferans esnasında hayatım boyunca aklımda kalacak önemli bir söz söyledi: “Türkler, Persler, Araplar ve Yahudiler Ortadoğu’daki dört ayaklı bir masanın birer ayağıdır. Tarih boyu Ortadoğu masasının sağlam ve düzgün durabilmesi için bu ayakların birbirleriyle olan dengesi çok önemlidir”. Katılırsınız ya da katılmazsınız, ama bu enteresan bir tespittir. Bugün, bu dört ayaktan İskit-Sakalar’a kadar giden, Darius, Kiros’a kadar uzanan, Medlere, Ahamenişlere, Partlara, Sasanilere, Safevilere, Kaçkarlara ve bugünkü modern İran’a kadar varan Aryan devlet ve toplumlarının hepsiyle Türkler ve Türk devletleri arasında savaş, barış, ticaret, müzakere ve ittifaklar yoluyla her zaman ciddi bir diyalog var olmuştur. Belli dönemlerde birbirlerinin en büyük düşmanı olmuş ve büyük gerginlikler yaşamışlardır, bazen de güçlü dostluklar kurup önemli ittifaklar yapmışlardır.

Persler ve Türkler iki büyük toplumdur. Kurdukları devletler, yaşadıkları coğrafya ve sahip oldukları kültür bu iki toplumu binlerce yıldır bir arada tutmuştur. Modern Ortadoğu tarihine baktığımızda; İran ile Türkiye arasındaki önemli farklardan biri iki Müslüman ülke olmalarına rağmen birinin Şii, diğerinin ise Sünni ağırlıklı toplumlar olmasıdır. Bu fark kimi zaman iki ülkenin siyasi anlamda bölgesel rekabetine, kimi zaman da bölgedeki bazı oluşumlardaki politikalarına doğrudan etki etmiştir. Ancak ne İran Türkiye’de, ne de Türkiye İran’da bir savaş olmasını ister. Aynı zamanda Türkiye’ye ya da İran’a yapılabilecek bir dış müdahaleyi iki ülke de kabul etmez. Örneğin, İran’ın nükleer bir güç haline gelmesi Türkiye tarafından arzu edilen bir süreç değildir, ama bu nükleer gelişim sürecinin başka ülkeler tarafından askeri çözümlerle önüne geçilmesi de Türkiye’nin hiçbir zaman tercihi olmamıştır. Çünkü iki ülkenin herhangi birinde ortaya çıkabilecek huzursuzluklar, tarihsel bağlardan dolayı ticari, siyasi ve sosyal olarak birbirlerini etkileyebilecek etkiye sahiptir.

Yönetim şekilleri, mezhepleri, dinleri, rejimleri ne olursa olsun, kanunları nasıl şekillenirse şekillensin bu iki bölgesel güç arasındaki bağlar çok eskiye dayanır. Tekrar ediyorum, Türkiye İran’ın nükleer adımlarını istemez; çünkü bu durum dengelerde bozulmaya yol açar. Ne İran Türkiye’nin, ne de Türkiye İran’ın ekonomik olarak birbirinden çok daha fazla gelişmesini istememekle beraber iki ülke de asla birbirinin krize girmesinden haz etmez; çünkü her ikisi de birbirleri için çok önemli birer ekonomik pazar konumundadır.

 

Türkiye,  NATO üyesi, Avrupa ile Asya’nın köprüsü olan, Batılı bir ülkedir. İran ise önemli bir enerji devi, Ortadoğu’nun Asya’ya açılan kapısı ve büyük bir denge unsurudur. İki ülkenin  farklı zenginlikleri ve tarzları, bu iki ülkenin gücünü farklı şekillerde tepeye çıkarır ve birbirleriyle olan ittifaklarını daha farklı bir noktaya getirir.

Türkiye hiçbir zaman Amerika İran’a müdahale etsin istemez; buna karşın İran, Rusya ile çok yakın olup Türkiye’ye karşı bir tavır almak da istemez. Kısacası, bu iki ülkenin ilişkileri dengeden ve karşılıklı tarihsel bir bağdan ibarettir. Örneğin, Irak’taki Telafer meselesini ele alalım. Herhalde İran, Haşdi Şabi güçlerinin Telafer’deki ilerleyişinden çok da şikayetçi değil, ancak Türkiye bu konudan gayet mutsuz ve şikayetçi bir durumda. İki ülkenin Telafer konusundaki farklı düşüncelerine rağmen Kuzey Irak’taki referandum meselesi iki ülkeyi milli güvenlik noktasında bir araya getirdi. Hatta o denli önemli bir noktaya getirdi ki 1979 yılında gerçekleşen İran Devrimi’nden beri ilk defa İran’ın bir genelkurmay başkanı Türkiye’ye ziyarette bulundu.

Diğer yandan, İsrail ile İran birbirlerini mütemadiyen tehdit eden iki devlettir. İran’ın İsrail’i ortadan kaldırmakla tehdit ettiği bir dönemde, Türkiye ile İsrail  1997 yılında F-4E Fantom uçaklarının modernizasyonu konusunda en üst düzeyde işbirliği içerisindeydi. Aslında bütün bu tarihsel ve mevcut durumdan çıkarmak istediğim netice çok basit: İster ABD olsun, ister Rusya, ister Çin, ister Avrupa Birliği olsun… Belli noktalarda bazıları Türkiye ile iyi ilişki içerisinde olsun, belli noktalarda bazıları İran ile. Bir gerçek vardır ki İran-Türkiye arasında  had safhada gerginlik yaşansa da ve iki ülkenin ilişkilerini kötüye götürmek için bunu körükleyenler olsa dahi İran-Türkiye ilişkileri kopamaz ve yok olamaz. Daha da net bir tabirle; bu iki ülkenin olduğu coğrafyada her zaman Türkiye’nin istediği olmayabilir, her zaman İran’ın istediği de olmayabilir, ama iki ülkenin de istemediği hiçbir zaman olamaz.

 

Yazının Devamını Oku

Kuzey Irak’taki referandum

27 Ağustos 2017
Kuzey Irak’ta yapılması muhtemel referandum Ortadoğu gündeminde önemli yer tutmaya devam ediyor.

Türkiye, İran ve Irak Merkezi Hükümeti tarafından ulusal güvenlik sebebiyle doğal olarak eleştirilen bu süreç, bu topraklara sınırı olmayan Amerika Birleşik Devletleri,  Avrupa Birliği üyeleri ve Rusya gibi ülkeler tarafından da çok müsbet karşılanmadı. Yapılan analizlere baktığımızda bu referandum yapılacak ve geçecek gibi durmakta. Asıl soru; bu referandum kime, ne kazandıracak?

Barzani, Ortadoğu’daki karışıklıklardan, her gün değişen ittifaklardan ve dengelerden dolayı bu süreci avantajına çevirmek ve tabiri caizse referandumu kim vurduya getirmek istiyor. Niyeti de referandum sonrası, arzu ettiği bağımsızlıkla kendi toplumunun kurucu lideri olmak.  Bu süreci Irak toplumu ve bölgedeki diğer ülkeler için ne doğru ne de iyi niyetli bir süreç olarak görüyorum. Kuzeyinde bu süreci desteklemeyen Türkiye, doğusunda aynı şekilde bu durumdan hoşnut olmayan İran, güneyinde petrol rezervlerinin %17’sini alarak ayrıldığınız takdirde bu konuda ciddi zarar görecek ve ülkesinin bütünlüğü bozulacak Irak, batısında ise her geçen gün değişen topraklar var. Bir bağımsızlık ilanı olsa bile bu ilanın hayata geçebilmesi mevcut coğrafi şartlarda ve dünya konjonktüründe çok da mümkün ve gerçekçi olmaz. Her tarafından karasal olarak kapatılmış, hiçbir ticaret imkânı olmayan, hava ve deniz kuvvetlerinden yoksun bir oluşumu ancak ve ancak dünyanın süper güçlerinin yapacağı askeri ve maddi yardım ayakta tutabilir. Ve bu, öyle üç beş günlük bir yardım ya da 100-200 dolarlık bir destek değil, her yıl milyarlarca dolar ve binlerce askeri destek demektir. Bugün, ne ABD ne Rusya ne de dünyadaki herhangi bir süper gücün böyle bir kaotik durumda taraf olup kendilerini angaje edeceklerini düşünmüyorum. Barzani, dışarıya karşı tek lidermiş gibi gözükse de Kuzey Irak’ta ciddi anlamda sıkıntılar yaşanıyor. Yolsuzluk ve adaletsizlik söylemlerinin had safhada olduğu Kuzey Irak’ta iki gün sonra Türkmenlerin ‘biz de bağımsız olacağız’ deme olasılığını da göz önünde bulundurduğumuzda, dünyanın hemen hemen hiçbir ülkesinin böyle bir politik süreci desteklemeyeceği söylenebilir.

Peki, Barzani bu referandumu yapıp, akabinde böyle bir riske girebilir mi?

Eğer referandum yapılırsa, netice evet de çıkabilir. Ama kanaatimce bu referandum, Barzani’ye bağımsızlık sürecinden de öte, önem arz eden belli başlı konularda ilerlemek için zaman kazandıracaktır. Bu meselelerin başında Irak’la yapılacak temsil pazarlıkları ve kazanılmak istenen yönetimsel haklar gelmektedir. Bunlara ilaveten bahsi geçen referandum süreci, üzerinde hak iddia edilen petrol rezervleri ve bu doğrultuda ekonomik gücü arttırmak gibi amaçların zamana yayılıp, alt yapılarının hazırlanma süreci olacaktır.

Nitekim kimse şunu unutmamalıdır ki Türkiye ve İran da bu süreçte elleri kolları bağlı oturmayacaklardır. Bu süreç, Ortadoğu’yu daha da karıştırmaktan, gerginleştirmekten ve insanları daha da huzursuz bir ortama çekmekten öteye gitmez. Elbette, neler yaşayacağımızı zaman gösterecek. Ancak bu süreç, pazarlık payı olarak kullanılsa da Barzani ve bölgedeki bazı partilerin hedefindeki esas nokta bağımsızlıktır. Ve bu süreç kısa vadede olmasa da yarın yahut öbür gün Türkiye ve İran’ın karşısına mutlaka çıkacaktır. Belki hemen referandum sonrası için değil, ancak bu süreçle birlikte bölgedeki ve uluslararası arenadaki aktörler kısa, orta ve uzun vadedeki politikalarını planlayarak ve önlemlerini geliştirerek bölgedeki bu muhtemel değişime hazır olmalıdır.

 

 

Yazının Devamını Oku

Barcelona saldırısı

23 Ağustos 2017
Ortadoğu’yu konuşurken DAEŞ sözünü ilk defa duymaya başladığımız 2014 yılına gidelim. Herkes ‘bu DAEŞ nereden çıktı’ diye sormaya başladı.

IŞİD, yani Irak Şam İslam Devleti, Amerikalıların tabiriyle ISIS yani Islamic State in Iraq and the Levant, zaman içerisinde birçok farklı etkenden dolayı DAEŞ’e evrildi. Sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da ve Amerika‘da da IŞİD için bu tabir kullanılmaya başlandı. DAEŞ’in ilk günkü haritalarını hatırlayalım. Suriye ile Irak’ın neredeyse yarısından fazla bir bölümü bu örgütün eline geçmiş durumdaydı. Halifelik ilanları, para basmalar, kanun çıkarmalar, rafinerilerin işletilmesi, dünyaya petrol satma ve daha neler neler... Karşımızda neredeyse bir günde ortaya çıkmış, bir tarafta ABD’nin çok etkisinde, diğer tarafta da Rusya’nın himayesinde olan bu iki ülkeyi darmadağın etmiş bir örgüt var.

Bu yazıyı yazma sebebimiz olan bu örgüt bir günde mi ortaya çıktı, yoksa farklı isimlerle hep mi vardı?

Nasıl Soğuk Savaş Dönemi’nde birçok yerde Rusya’ya karşı kullanılan birçok farklı örgüt (El-Kaide, Hizbullah, vb) bir günde var olup bir günde yok olmadıysa DAEŞ de bir günde kurulmadı o yüzden bir günde yok olmayacak. Amerikan ve Rus kaynaklı haberlere baktığınızda “DAEŞ iyice geriledi” ibarelerini görürsünüz. Gerçekten de haritaya baktığınızda DAEŞ’in bugün kontrol ettiği topraklar ve petrol rezervleri azalmış durumda. Belli başlı bazı bölgeler dışında DAEŞ işgalindeki bölgelerin ekseriyeti Amerika ve Rusya destekli güçlerin eline geçmiş vaziyette. Ancak yıllardır söylenildiği gibi DAEŞ’in dünyanın en büyük ülkeleriyle ve bu ülkeler tarafından kurulmuş koalisyonlarla askeri kapasite bağlamında uzun süre mücadele etmesi zaten mümkün olamazdı. DAEŞ kendine ne isim takarsa taksın, bir suni devlet ya da başka birşey olduğunu düşünmek ve bazı ülkelerin yıllarca bu durumu bir tehditmiş gibi değerlendirmesi zaten yanlıştı. DAEŞ hep bir terör örgütüydü ve son 3-4 senedir metropol saldırılarını gitgide hızlandıran, toprak kayıpları olsa bile bu toprak kayıplarının üstüne şehirlerde gerçekleştirdiği terör eylemlerini arttırarak devam eden bir örgüt durumuna, yani orijinal haline evrilmeye devam ediyor.

Şimdi, yine aynı şeyleri söyleyeceğiz. Terörle mücadele için ortak akıl kurmak, terörün finansını kesmek için herkesin bir olması lazım. Hatta bu satırları okurken her zaman olduğu gibi bazı kişilerin aklına ‘DAEŞ’le El-Kaide’yi şu ülkeler kurmadı mı?’ sorusu gelecektir. Ama farkındaysanız yıllardır bütün dünya hep aynı söylemlerin ve iyi niyetli dileklerin etrafında dönüp duruyor ama neticede Barcelona, Nice, İstanbul, Berlin, Londra, Ankara, Paris, Manchester, Brüksel, Stockholm gibi metropollerde DAEŞ terörü devam ediyor. Ölen insanlar, yakılan ağıtlar, kanayan yaralar hala var, ama neticede hala aynı eksen etrafında dönen bir dünya…

Terörün tek bir çözümü ya da terörle mücadeleye dair yapılması gereken şudur denecek bir şey var mı? Sanmıyorum; olsa zaten yapılırdı. Bir gerçek var ki, terörle mücadeleden daha da önemlisi terörü ortaya çıkaran unsurlara yaklaşım noktasındaki üsluptur. Yani diğer bir deyişle terörizmi var eden zihniyeti ortadan kaldırmadan önce bu zihniyetin var olmasının önüne geçilmesi lazım. İş işten geçtikten, ok yaydan çıktıktan ve insanlar ölmeye başladıktan sonra uluslararası koalisyonlar kurmak, dünyanın farklı şehirlerinde toplantılar yapıp görüşler bildirmek, mutabakatlara varmak, çatışmasızlık, silah bırakma, uzlaşma gibi terimler kullanmak elzem olan birincil adımları atlamaktan başka bir şey değildir. Bu adımlarsa terörle mücadelenin en önemli unsuru olan teröre sebebiyet veren zihniyeti ve üslubu ortadan kaldırmaktır. Eğer dünyanın farklı ülkelerinden gelip bir coğrafyayı yeniden çizmeye kalkışırsanız ve o coğrafyanın genetiğiyle oynarsanız o zaman terör ateşine benzini dökersiniz. Bir terör örgütünü yok etmek için başka bir terör örgütüne silah yardımı yaparsanız bu yıkım ateşine daha da çok benzin dökersiniz. Terör örgütlerine seninki benimki diye farklı yaklaşırsanız ve ortak bir felsefede, duruşta ya da inisiyatifle değil de birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü çıkarından sonra bu prensibi ortaya koyarsanız bu ateşe daha da çok benzin dökersiniz ve netice itibariyle terörün kendisiyle daha çok mücadele etmek zorunda kalırsınız.

 

 

Yazının Devamını Oku

İdlib

21 Ağustos 2017
Yıllardır devam eden Suriye meselesi, farklı bölge isimleriyle sürekli olarak gündemde yer almaktadır. Bir ay El Bab konuşuyoruz, diğer ay Rakka, Halep, Lazkiye, Hama... Bu bölgeleri defalarca kez duyduk ve üzerine konuştuk. DAEŞ’in bu süreç başladığından beri yer değiştirmesi, yer değiştirdikten sonra koalisyon güçlerinin, Rusya’nın ya da Esad güçlerinin buralara olan müdahalesi, konuyla alakası olmayanlara bile Suriye coğrafyasını “A’dan Z’ye” tanıttı. Bu sefer de konumuz İdlib.

Öncelikle İdlib’in coğrafi olarak mevcut durumuna bakmak lazım. İdlib’in kuzeyinde bugün YPG-PYD kontrolünde olan Afrin bölgesi var. Dolayısıyla ABD bu bölgede gayet rahat bir şekilde hareket edebiliyor. Doğu tarafında Rusya destekli rejim güçlerinin yer aldığı Halep bölgesini görüyorken, güney ve güneybatıya baktığımızda ise yine Rusya destekli rejim kontrolünün olduğu Hama ve Lazkiye bölgelerini görüyoruz. Kısacası İdlib’in neredeyse tamamı, YPG-PYD kontrolündeki Afrin çıkışı dışında Esad güçleri tarafından çembere alınmış bir durumda. Peki İdlib’de kim var?

2017’nin başlarından itibaren ÖSO, diğer muhalif güçler ve Batı ile ılımlı ilişkiler götürme konusunda daha istekli olan Ahraruş Şam’a karşı farklı fraksiyonlardan oluşan Tahrir el Şam örgütü büyük başarılar kazandı. Dolayısıyla bugünlerde bölgede Ahraruş Şam’ın küçük bir alanı kontrol etmenin dışında fazla bir etkisi kalmadı.

Heyet Tahrir el Şam (HTŞ); El Nusra ile ilişkisi olan, El Kaide‘yi inkar etmeyen ve Ahruruş Şam’la kıyaslanmayacak kadar radikal unsurlara sahip bir örgüttür. ABD, HTŞ’nin kontrolü artmaya başladığında, örgütü terörist örgüt ilan ederek buraya ciddi operasyonların yapılacağını vurguladı. Bu gelişmeler sonucunda HTŞ’ye yapılması muhtemel bir Amerikan operasyonunun, diğer bir adıyla koalisyon güçleri hamlesinin, hava destekli olmasının dışında bir kara harekatına dönüşmeyeceği biliniyor. O zaman ABD’nin düşündüğü ve bu bölgeyi HTŞ’den geri alacak grup kim? Afrin’den güneye doğru kayacak YPG-PYD ya da yeni süslenmiş adıyla Suriye Demokratik Güçleri.

Yalnız bu hesabın içerisinde sadece ABD, YPG-PYD ya da HTŞ yok. Neredeyse bütün her tarafı Rusya destekli Esad güçleriyle sarılmış olan bu grubun, bir hava operasyonuyla ortadan kaldırılması ve bölgenin Afrin’den inmesi muhtemel YPG-PYD güçlerinin eline geçmesi Rusya ve Esad yönetiminin birincil tercihi olur mu? Kanaatimce hayır. Rusya ABD ile komşu olmayı bu noktada çok da arzu etmeyecektir. Ama akıllara gelen yine enteresan bir soru; Esad güçleri ve Rusya sahip olduğu askeri gücü ve stratejik avantajıyla rahatlıkla İdlib’i alabiliyor olmasına rağmen neden bir müddettir burayı kaderine terk ediyor? Bunun cevabı, “Rusya veya Esad HTŞ’ye destek oluyor” değil; İdlib’in Astana ve Cenevre görüşmelerindeki pazarlık maddelerinden biri olan çatışmasızlık bölgelerinden olmasıdır. Yani her gün onlarca insanın katledildiği coğrafya, devletlerin diplomasi çıkarları gereği masada koz olarak kullanılmak için kaderine terk edilmiş ve insanların feryadı maalesef ki inatla göz ardı edilmiştir.

Bu noktada biri ABD diğeri de Türkiye ile ilgili olmak üzere durulması gereken iki değişik yaklaşım var.

ABD ile ilgili olan husus, aslında biraz da bugün yaşanan bazı hadiselerin gelecekte nereye evrileceğinin göstergesi.

Bugün HTŞ’nin içerisindeki gruplardan Nureddin Zengi Hareketi’ne 2014-2015 yılları arasında muhalefetin bir parçası olarak ABD tarafından “BGM-71 tanksavar füzeleri” verilmiş ve bu örgüt askeri olarak desteklenerek bölgede kullanılmıştır. Bugün ise örgütün içinde bulunduğu çatı ABD tarafından terör örgütü ilan edilmiştir.

Buradan çıkacak sonuç şu; bölgede bugün silah desteği gören bazı terör grupları, bunun geçici gücüne kapılıp bölge ülkelerine karşı mesnetsiz hayallere kapılıyorlar. Ancak dünya politikasında “Kullan-at Sistemi” bu örgütlere karşı o kadar çok uygulanmış ve görülmüştür ki; bir gün destek gören bu örgütler “amaçlara ulaşılınca” daha önceki örneklerde olduğu gibi kenara bırakılacaktır. Sözüm YPG-PYD’ye...

Yazının Devamını Oku