Emekli Fransızca öğretmeni Mahmut Nurettin Medyelioğulları, Karacadağ’ın bazalt taşlarından 18 yıldır elektrikli alet kullanmadan el emeği göz nuru eserler yaratıyor. 15 metrekarelik alan içerisinde, 33 medeniyetin 12 bin 500 yıllık izlerini burada bulmak mümkün. Eserlerinde genellikle Diyarbakır’ın öne çıkan tarihi mekanlarını ele alan Nurettin Hoca, Meryem Ana Kilisesi’nden On Gözlü Köprü’ ye, Ulu Cami’ den 4 Ayaklı Minere’ ye kadar birçok eseri bu adeta küçük sanat galerisinde sergiliyor. Yaptıkları sadece bunlarla da sınırlı değil. Yemek şeflerinin lezzetli baharatlarını harmanladığı taş havan da var, biraz ağır olsa da oyuncak arabalar da.
Diyarbakır’ın tarihi Nebî Cami arkasındaki çıkmaz bir sokakta, avlulu bir taş evde doğup büyümüş Nurettin Hoca. Tıpkı evleri gibi sokakları da taştan olan Diyarbakır kûçelerinde dolaşmış çocukluğunda. Taşa olan merakını belki de bu yüzden kazandığını söyleyen Medyelioğulları, çocukluğundan beri sürekli taş evler, taş sokaklar gördüğünü ve bu yüzden de taş sevdasının bilinç altına işlemiş olabileceğini düşünüyor.
Toplamda 500’ den fazla eser yaptığını söyleyen Medyelioğulları, bu işe 2004 yılında emekli olduktan sonra babasından kalan dükkânda başlamış. Bobinaj ustası olan babasından kalan dükkânı başta satmayı düşünmüş. Sonra çocukluğundan beri Dicle Nehri’ nin kenarlarından topladığı irili ufaklı çakıl taşlarını, bazalt taşlarını koyacak yer olarak düşünmüş burayı ve satmaktan vazgeçmiş. Fakat daha sonra babasından kalma binlerce kez sallanmaktan aşınmış küçük bir çekiç ve iskarpela görmüş boş tezgâhın üzerinde ve böylece başlamış sert taşa yumuşak dokunuşlarla vurmaya.
Taş yontmaya başlamadan önce tek hobisi balık avlamak olan Medyelioğulları, bir gün arkadaşlarıyla balık avlarken Dicle Nehri kenarında güzel çakıl taşları görmüş ve babasının dükkanındaki çekiç ve iskarpela yardımı ile taşa şekil verebileceği aklına gelmiş. Başlarda “Emeklilikten sonra kıraathanede oturacağıma dükkânda oturup ayda bir iki küçük heykel yaparım” diye düşünmüş ve o zahmeti, sıkıntıyı gördükten sonra, defalarca satılması yönündeki ricalara rağmen satmaya gönlü razı olmamış. “Bunlar parayla pulla ölçülmez.” deyip üst üste biriktirmeye başlamış. Hatta dükkanına gelen onlarca turisti bile, yoğun ısrarlarına rağmen yaptığı eserlerin satılık olmadığını söyleyip kibarca geri çevirmiş.
Eşi ve çocukları tarafından destek gören Nurettin Hoca, aynı desteği arkadaşlarından görememiş maalesef. Birçoğu onu bu sevdasından vazgeçirmeye bile çalışmış. Hemen hemen hepsi “Madem satmıyorsun ne diye bu kadar uğraşıyorsun tak u rak. Delisin nesin?” diye şakayla karışık takılıyorlarmış Nurettin Hocaya. O ise yaptığı işin içinden gelen bir heves olduğunu ve hevesinin satılık olmadığını dile getiriyor.
İki hayalinin olduğunu söyleyen Medyelioğulları, bu mesleğin tarihe karışmaması için iki beklentisi var. Birinci beklentisi, yaptığı tüm eserleri Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin ya da Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla sergilemek. Diğeri ise yine Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin ve Millî Eğitim Bakanlığı’ nın desteğiyle sanat okullarında eğitim vermek. Bunun için projesinin bile hazır olduğunu söylüyor. Nurettin Hoca, kadim taş işçiliğinin günümüzde de sürdürülebilmesi için, bu işe başladığı ilk günkü hevesle çıraklar yetiştirmek istiyor.
Günümüze kadar gelen bu mesleğin, modern zamanın sanat üretimi karşısında diğer el ustalığı zanaatları gibi aynı kaderi paylaşmaması, Nurettin Hoca gibi sanat aşkıyla yaşayan ve bunları sonraki nesillere aktaracak olan ustalarla mümkün gözüküyor. Yoksa diğer birçok zanaat gibi taş ustalığı da tarihin unutulan ustalıklarından biri olacak.
Sonra Gazi Caddesi’nde Ahmet ile buluştuk, Diyarbakır’ın tarihi havasını solumak üzere yola koyulduk. Doktorum, dişlerime uygulanan işlemler nedeniyle 2 saat yeme/içmeyi yasakladı. Kahvaltı dayanılmazdı. Kahvaltı denince akla Van, kahvaltıda bol çeşit denince de Diyarbakır geliyor. O enfes lezzetlerin olduğu Diyarbakır’ın serpme kahvaltısını seyretmekle yetindim. Dumanı üstünde demli çaylar önümde duruyordu lakin nefsime biçilen 2 saatlik süre henüz dolmamıştı. Bir an önce tarihi yerlerde gezmek isteyen meslektaşım kahvaltısını bitirince düştük yollara…
Ahmet her zamanki gibi sokaklarda yine aşkla fotoğraf çekmeye başladı. Ben de Diyarbakır’ın devasa surlarını seyre başladım. Burçlar festival afişleri ile donatılmış. Önümdeki yaşlı amca ile aynı anda bakıyoruz afişlere. Türkçe ve Kürtçe kocaman afişler asılmış. Yaşlı amca yazıyı okur okumaz: “Ne turizmi ne festivali ya hu? Yok buraya turist murist gelmez. İstiyorsa 1000 afiş asılsın gelmez kimse” diye söyleniyor. Lakin amca yerli turistlere aşina olduğundan onları saymıyor diye geçiriyorum içimden. Zira sokaklar memleketin dört bir yanından gelen tarih meraklıları kaynıyor. Gerek şivelerinden gerek meraklı bakışlarından gerekse her köşeyi ayrı ayrı fotoğraflamalarından anlaşılıyor bu kente misafir oldukları.
O anda Kültür Yolu festivali mesajı yansıyor telefonumun ekranına. Hemen bakıyorum. Aynı anda telefonumun saati ilişiyor gözüme. Çok şükür doktorumun 2 saatlik yeme/içme yasağının süresi dolmuş. Ayaküstü köz simit ve naneli ayranla karnımı doyurup tarihi kent Diyarbakır’ı turlamaya başlıyoruz. Dört Ayaklı Minare, Ulu Camii, Hasanpaşa Hanı, Keçi Burcu, İç Kale, Gazi Köşkü, On Gözlü Köprü derken gezdiğimiz bütün tarihi mekanlarda Kültür Yolu Festivali afişleri karşılıyor bizi.
Şehirler, caddeler, sokaklar her yer sanatla buluşacak. Toplumu sanatla bir araya getirmenin planlandığı festivallerin yapılacağı 8 şehirden biri Diyarbakır. Diyarbakır neden önemli anlatalım. Farklı dine mensup insanların kardeşçe yaşadığı topraklardır Diyarbakır. Ezan ve çan sesinin birlikte yankılandığı şehirdir. Camileri, kiliseleri, hanları, hamamları, köprüleri olan şehirdir. 8 bin yıldır yaşamın kesintisiz devam ettiği ve onlarca medeniyete ev sahipliği yapmış, İslamiyet ve Hristiyanlık dinlerine ait önemli dini yapılara sahip kenttir. Hem inancın hem bereketin şehri olan Diyarbakır çok önemli tarihi ve kültürel varlıkların yanı sıra, birçok inanca mensup dini yapıların da bulunduğu, kültür ve inanç turizminin adresidir. Diyarbakır, Çin Seddi’nden sonra uzunluğu bakımından dünyanın ikincisi konumunda olan surlara ve burçlara sahip şehirdir. Diyarbakır, Roma, Pars, Sasani, Bizans, Selçuklu, Artuklu, Eyyübiler ve Mervanilerin de içinde olduğu 33 medeniyetin izlerini görmenin mümkün olduğu bir kent. Bundan dolayıdır ki Diyarbakır kadim bir kenttir ve görülmesi gereken en önemli şehirlerin başında gelir. 12 bin yıllık yapılarıyla dünyada önemli bir kavşak noktasıdır. Türkiye bu kavşak noktasında buluşacağa benziyor. Bekleyelim görelim…
İçlerinden birisi önlerinden geçen genç kızlara bakıp, çevresindekilere "Ne olacak bu gençliğin hali?" diye seslendi. "Hayırdır teyze ne oldu?" dedim... "Oğlum gençlik olmuş şorbe (çorba). Bizim zamanımızda böyle değildi? Artık günümüz de gençliğin hepsi gevşek.’’ yanıtını verdi.
Kendince haklı gerekçeleri vardı. Dinledim bir süre? Konu evliliğe geldi. Erken yaşta evlendirilmesinden dert yanıyordu. "12-13 yaşlarında bir gün köyde bahçede arkadaşlarımla oyun oynarken, yanıma amcamın kızı geldi, ailemin beni evlendireceğini söyledi. ‘Nasıl dedim ? (Seni kocaya verdiler.) dedi. Kocanın ne olduğunu dahi bilmiyordum. Eve döndüğümüzde annem bana '’Artık davranışlarına dikkat et. Seni kocaya verdik, bir hafta sonra düğünün var, seni götürecekler.' dedi.
Şaşkınlık içerisindeydim. Oysaki daha az 10 dakika önce akranlarımla bahçede ‘’evcilik’’ oynamıştım ve tesadüfen ‘gelin’ rolü bana verilmişti.
Bir hafta sonra yine arkadaşlarımla oynarken, çağırıp gelinlik giydirdiler. Köyde davul zurna eşliğinde halaylar çekildi, yemekler yendi. Daha sonra beni ata bindirip, komşu köye doğru yola koyulduk. Yaşananları oyun sanarken, benden 25 yaş büyük bir adamla evlendirilmiştim. Durumu fark edince çok ağladım ama nafile...
Yaklaşık bir ay sonra beraberimde kocam. kaynanam, eltim ile köyümüze geldik. Köyde arkadaşlarım bana farklı şekilde bakıyorlardı. Kendimi tuhaf hissediyordum. Sonra bahçeye çıkıp, arkadaşlarımla bir araya gelip, oyunlar oynadık. Sonra geri dönme vakti geldiğini fark edince gitmek istemedim. Bahçede iri yapraklı dut
tepesine çıkıp yaprakların arasına gizlendim. Beni aramaya başlayıp, seslendiler ama sesimi çıkarmadım. Amcamın kızı yerimi
söylemedi. Kaynanam 'Gelinimizi getirin' deyip bağırıp çağırdı. Yaşananları yaprakların arasından izliyordum. Atlarına binip gittiklerini görünce çok rahatlamıştım. Sevinç içerisinde ağaçtan indim ama
babam ve annem beni dövdü. Sonra ata bindirip, eşimin köye götürdüler. Kocam ve kaynanamdan da dayak yedim.’’
Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız kamyon yazılarını okuyun derim. Ya da duvarlara yazılan yazıları. Ağır mesajlar içeren bu yazıların metropollerden, ilçelere, köylere kadar uzanan hikâyeleri vardır. Kimi zaman sevdiğinin ismini yazan ve ince sitemler içeren yazılar, şimdi sosyal medyada paylaşılıyor.
Yüklediler hasretlerin tüm çilelerini! Yürüdüler yürüdüler yolları bitmedi! Ne dünden memnunlar ne de bugünden. Kalpleri, bedenleri, aileleri, hayatları şikâyetçi oluyor onlardan.
Çile ve yük söylemini belirtir belirtmez Azer Bülbül’ün söylediği bir şarkı aklımıza gelse de ben kamyoncuları hatırlıyorum. Önümde seyreden peş peşe dizilmiş ağır takviye ile kaplumbağa edasında dik bir yokuşu tırmanan kamyon ve arkasında yazan yazıya bakıp dalıyorum. “Hem tüplü hem öfkeli, adam sakin ol” yazıyor.
Yol güzergâhı boyuncu hep kamyoncular ilgimi çekti. Aksaray'da, Niğde'de, Bolu'da, Sakarya'da, İstanbul'da, Bursa'da, İzmir de, Manisa'da... Kamyon şoförü olmayı çocukluğundan hayal edenle de, işsizlikten sonra kamyon şoförü olmaya karar kılan ile de, bir mesleği olmadığı için kamyonculuğu seçen ile de karşılaştım.
Onlar anlattı, ben dinledim. Hem hikayelerini, hem de kamyon arkalarına yazdıkları o sözleri size anlatmak istiyorum.
Güneydoğu Anadolu bölgesini mesken tutan göçerler ilkbaharın gelişiyle onbinlerce hayvandan oluşan sürülerini de alarak Viranşehir, Siverek, Batman, Karacadağ gibi sıcak yerlerden ayrılıp Ağrı, Van, Bingöl, Bitlis, Erzurum, Muş'un serin yaylalarının yolunu tutarlar. Kış bastırmadan hemen önce tüm hazırlıklarını yapan ve peynir, tereyağı, çökelek gibi ürünler üreten göçerler, ilk yağmurlarla birlikte Karacadağ'dan ve gittikleri yaylalardan inerek kışı geçirecekleri köy ve ilçelere geri dönüyorlar. Kimisi kamyonet tutuyor. Kimisi yaya olarak geliyor. Dört mevsim kahvaltı masalarımızda olmazsa olmaz dediğimiz ürünleri ne kadar zor şartlarda bize ulaştırdıkları yeterince açık değil mi? Özellikle hayvancılık noktasında verdikleri mücadelenin hak ettiği karşılığı alması için desteğe ihtiyaçları var. Düşünsenize, onbinlerce hayvanı önünüze katıp çoluk çocuk yüzlerce kilometre yol gidip dağları ovaları aştığınızı. Bu çetin şartlara kaçımız dayanabilirdik?
İşte, zengin bir doğada zor şartlarda yaşamaya çalışan göçerler ile birlikteyim.
Yüzyıllardan bu yana sabahın fecri saatinde güne uyanan göçerleri yerinde görmek için Karacadağ yaylalarına doğru yola koyuluyoruz. Yukarılara çıktıkça şehir merkezindeki sıcak hava yerini serinliğe bırakıyor. İlk denk geldiğimiz köyde yol kenarında çocuklar bize el sallıyor.
Karacadağ'ın yüksekliklerine doğru çıkarken, yerleşim yerlerinden biraz uzak bir yerde büyükbaş hayvan sürüsüne denk geliyoruz. Gözlerimiz sürünün çobanını ararken yöresel kıyafetiyle bir kadına rastlıyoruz. Koyunlara çobanlık yapan bir göçer kadını.
Berivan adlı göçer kadın köyün diğer kadınları gibi imece usulü sırayla çobanlık yapıyor.
"Tek başına korkmuyor musun?" diye soruyoruz. Verdiği cevap ise anlamlı:
Hasretinden Prangalar Eskittim, Karanfil Kokuyor Cigaram, Yaş 35 Yolun Yarısı Eder, Gül de Açar, Bülbül de Öter. Ve son sözü hep alın yazısı söyler. Baharı yaz uğruna tükettik, aşkı naz uğruna ve papatyaları seviyor sevmiyor uğruna derken ömrü tükettik bereket ve ışık saçan Dicle’nin kıyısında.
Kadim kent Diyarbakır şairler kentidir. Şairler Dicle nehrinden aldıkları ilhamla bu mısraları bize anlatır.
Benim gözlerim yeşildir, onun gözleri kara. Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara. Terketmedi sevdan beni, aç kaldım susuz kaldım. Namus işçisiyim yürek işçisiyim. Korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş, ne salkım bir bakış resmin çekeyim, ne kınsız bir rüzgâr mısra dökeyim. Oy sevmişem ben seni.
Memleket isterim gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun. Memleket isterim ne başta dert ne gönülde hasret olsun. Memleket isterim ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun. Memleket isterim yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun, olursa bir şikâyet ölümden olsun.
Olmadık acılarına tuz basıp, çığlığını içine gömmüş. Doğduğu yerden hiç ayrılmamış. Hep dayanmış, hep direnmiş. Ama ömrünün sonunda karşılaştığı zorluk ve çaresizlikle artık tek başına mücadele edemeyecek kadar yaşlı ve hasta.
Her yıl anneler günü, Leyla Nine'ye bunca şey yaşamasına rağmen, hüzünlü anlar yaşatıyor.
BURADA DOĞDUM, BURADA ÖLECEĞİM
Diyarbakır’ın Çermik ilçesine bağlı Kalecik Köyü’nde yaşayan 106 yaşındaki Leyla Yeşilyaprak, bu yaşına kadar yaşadığı sıkıntılara rağmen köyünü terk etmemekte ısrarlı. Leyla Nine, çocukluğunun geçtiği, evlendiği, ilk evladına sahip olduğu, çocuklarını sevdiği, acıları ve mutlulukları yaşadığı bu toprakları terk etmek istemediğini belirterek, "Burayı terk etmeyi içime sindiremiyorum. Burada doğdum, burada öleceğim" diyor.
Anneler günü nedeniyle görüştüğümüz Leyla Nine’ye anneler günü hakkında ne düşündüğünü sorduğumuzda, böyle bir günün varlığından haberi olmadığını; ama anne dediğimizde, anne olarak unutamadığı acıyı, 30 yıl önce vefat eden oğlu Ramazan'ı unutamadığını paylaşıyor.
Leyla Nine'yi ziyaret ettiğimizde, göz altındaki kırışıklarıyla bana dönüp sağ elini omzuma atarak, "Ah evladım bu kör olasıca yaşlı gözler neler görmedi ki... Gençliği, yaşlılığı, zenginliği, kıtlığı, salgınları ve fakirliği gördü. İyi günlerimiz de oldu, kötü günlerimiz de. Sevdiklerim ve canımdan olan parçalarım benden evvel göç etti bu diyardan. Ben gitmedim buralardan. Gidemedim desem daha doğru olur. Nasıl gideyim ki? Ben bu toprağa aitim. Bu toprakta doğdum, bu toprakta yok olacağım. Eklem rahatsızlığım da olmasa bir derdim olmazdı ama yaşlılık işte..." diyerek, geçmişi yâd ediyor... Sonra hatıralara dalıyor Leyla Nine…
Eski günleri anıyor, savaşlardan, isyanlardan, yaşadığı ölümlerden ve eski komşulardan bahsediyor…
Ancak bizler için gecesini gündüzüne katıp, uyumadan mücadele eden sağlıkçıların tek endişesi ise bizleriz.
Ölüme meydan okuyorlar bir anlamda, gelen hastaları hayata döndürmek, iyileşmelerini sağlamak için... Ve bizler için çabalıyorlar.
Koronavirüs salgınının önlenmesi için, bir tedbir olarak düşünülen sokağa çıkma yasağı uygulanmadı; ancak bireye özgürlüğünü kısıtlama yetkisi verildi.
Maalesef buna da birçok kentte uyulmuyor. Sokaklarda dolaşan yetişkinler, parklarda oynayan çocuklar var halen.
65 yaşındaki büyüklerimize yasak koyduk; ancak virüse aldırmadan, çok acil ihtiyacımız olmadığı halde dışarı çıkıp dışarıdan kaptığımız virüsü, oturdukları koltuklarına kendi elimizle dışarıdan taşıyıp bulaştırıyoruz.
Hepimiz daha bir hafta öncesine kadar yapacağımız işleri, çıkacağımız seyahatleri planlıyorduk. Kimimiz yurt dışına, kimimiz Ege’ye, kimimiz Doğu turuna çıkacaktık.