OKURYAZARLIK ORANIMIZ GERÇEKTE NE KADARDIR?

Güncelleme Tarihi:

OKURYAZARLIK ORANIMIZ GERÇEKTE NE KADARDIR
Oluşturulma Tarihi: Ağustos 10, 2007 15:44

Yazı, insanın 50 bin yıllık yeryüzü yaşantısının ancak son 5500 yılında ortaya çıkan, geç bir buluşu. Yazı ve özellikle matbaa yazısı, insanın ve toplumun yaşamına bir kez girdikten sonra her şeyin, bilincin yapısının ve hatta beyin işleyişinin çok köklü bir biçimde değiştiği bilinmektedir. Matbaa ile yazı topluma yaygınlaşınca, sözlü kültürdeki düşünme ve anlatımdaki işitsel üstünlüğün yerine, görsel üstünlük geçmiştir.

Haberin Devamı

Sözlü kültürlerde yaşarken geleneğin içine batmış durumdayız ve belleğimizden başka bir arşivimiz yok. Sözlü kültür ürünleri o nedenle hep tekrara ve kolay ezberlenebilir bir kafiye sistemine dayalı. Yazı ise, görsel ifadenin birebir yinelenebilmesini ve fiziksel gerçeğin birebir ve kalıcı olarak betimlenebilmesini sağlıyor. Yazı bilinci keskinleştirir; yazının yabancı etkisi ve yaşamla aramıza koyduğu mesafe nedeniyle yaşamımız birçok bakımdan zenginleşir, yüceleşir. Yazı sayesinde, insanlığın repertuarında sözlü geleneğin hantal belleğiyle hiçbir zaman asla erişilemeyecek ve algılanamayacak kadar bilgi ve beceri birikmiştir. Yazı sayesinde insanlar düşüncelerini giderek daha nesnemsi, kişisellikten uzak ve dinsel açıdan tarafsız görebiliyorlar.

Haberin Devamı

Sözlü iletişimde hep görünür, sınırları belirli bir dünya var; diyaloga katılanlar bu dünyayı paylaşırlar. Yazılı metinde ise anlam yazarın niyetinden ve metnin bağlamından bağımsızlaşmıştır; orada gerçek, görünür dünyadan farklı, sınırsız bir dünya bulunur. Yazının bu sınır tanımazlığı sayesinde okuyucu, bir metni anlaması sırasında, yazıdaki görünmeyen göndermelerin tinsel zenginliğinden kendisine yeni bir dünya kurar veya dünyadaki varoluşuna yeni boyutlar katma olanağına sahip olur. Yazının etkisiyle ortaya çıkan en çarpıcı görünümlerden biri de dış dünyanın ve vicdanın içselleştirilmesidir. Bugün aklına ve kendine güven içinde karar verebilen bir bireyden bahsedebiliyorsak bunda yazının payı çok büyüktür.

Tüm bu nedenlerle araştırmacılar, kültürleri yazıyla olan bu ilişkilerine göre "sözlü" ve "yazılı kültür" olarak incelemenin mümkün olduğunu söylüyorlar. Ancak kabul etmek gerekir ki, eski sözlü zihin yapısı, yazının icadıyla bir anda silinmemiş, matbaanın icadıyla bilgi ve belleğin denetim olanaklarına bağlı olarak aşama aşama değişmiştir. Örneğin yazı ve matbaanın icadından sonra çok uzun yıllar sözlü kültür etkisini sürdürmüş, bu nedenle yazıyı oluşturan harfler işaret olarak hemen benimsenmemiştir. Avrupa'da okur yazar simyacılar, ilaç şişelerini ve kutularını harflerle değil, çeşitli burç şekilleriyle işaretlemeye devam etmişlerdir. Yine örneğin birçok toplumda yazı, okur yazar olmayanlar tarafından önceleri giz ve büyülü güç taşıyan bir araç sanılmış, yazı parçacıkları tılsımlı muska olarak kullanılmıştır.

Haberin Devamı

Türk topluluklarının yazıyla olan maceraları ise, çok zorlu ve ilginç olmuş; çok güçlü bir sözlü kültür geleneğine sahip olan Türkler adeta, bilinçlerinin yazı tarafından değiştirilmesine direnmişlerdir. Yöneticilerimiz tarafından okuryazarlığın önemi anlaşılmış, özellikle Cumhuriyet döneminde yazıyı topluma yaygınlaştırabilmek için eğitim seferberlikleri düzenlenmiş ve nihayet son bütçelerde eğitime ayrılan pay, silahlı kuvvetlere ayrılanı bile geçmeye başlamıştır. Ama nafile! Bugün insanımızın çoğunun yazıyla olan ilişkisinden yola çıkarak hala büyük ölçüde "sözlü kültür"e ait bir toplum olduğumuz sonucuna ulaşabiliriz.

Sözlü bir kültür ortamında yaşamanın işaretleri insanların bilinç yapılarına, düşünme biçimlerine bakarak anlaşılabilir. Ülkemizde sözlü kültürün ve kalıntılarının çok zengin toplumsal görünümleri var. Ama şimdi ileri süreceğimiz iddiamız doğruysa eğer, henüz yazılı bir kültür dairesi içinde değerlendirilemeyeceğimiz tartışılmayacak kadar açık hale gelir. Bu iddia, Türkiye'deki okuma yazma oranı hakkındadır. Resmi istatistikler çok yüksek bir okuryazarlık oranı bildirseler de, bizim mesleki deneyimlerimizden çıkan sonuca göre, ülkemizdeki işlevsel okur yazarlık (okur yazarlığın sağladığı bilgiyi gündelik hayatın içinde optimum kullanma) oranı, %25 civarındadır. Okuryazarlık, "oku bakayım" diye ölçülmez. Doğru düzgün tasarlanmış bir araştırma bu konuda kimsenin söylemeye cesaret edemediği acı gerçekleri gün yüzüne çıkarabilir.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!