Yener Süsoy

Bodrum’u balık figürüyle markalaştıran ressam

13 Kasım 2006
Figüratif resmin büyük ustası Prof. Adnan Turani der ki; "Sanat yapıtı, bataklıkta açıp serpilmiş, insanı büyüleyen bir nilüfer çiçeğine benzetilebilir. Bu güzel çiçek, yaşadığı ortamla ilişkisi olamayan bir yerde sergilenirse, onun bataklıkta büyüdüğü akla gelmez." O halde, Bodrum’u, yarattığı balık figürüyle markalaştıran asistanı Engin Dalyancı’yla konuşmalıyız. O balık ki, içine girdiği seramik, cam, metal, ahşap ne varsa hepsini birer senfonik şiire dönüştürüyor. Engin Dalyancı’yla Ortakent’teki Dalyancı Galerisi’nde buluştuk. Tatlı dilli, güler yüzlü, sakin bir genç adam. Her taraf kendi el emeği, göz nuru olan sanat eserleriyle dolu. Füzyon tekniğiyle yapılan birbirinden güzel, göz alıcı tabaklar, tablolar, fincanlar, lavabolar, masalar ve daha bilmem neler. Bodrum’un iştah kırbaçlayan ünlü simidiyle dolu masaya oturur oturmaz, "Benimkisi, yaşamın yorgunluğunu vıcık vıcık boyanın hamurunda arayan bir insanın serüveni" diye söze başladı Engin usta. Sonrası zaten kendiliğinden su gibi aktı, gitti. Halikarnas Balıkçısı’nın Gümbet tepesindeki ebedi istirahatgáhından Dalyancı’yı da gözlediğinden hiç şüphem yok. Balıkçı’ya bir merhaba yakışır şimdi....
/images/100/0x0/55ea746af018fbb8f8810a6e
- O balık benim kendi iç dünyam aslında. Sürekli deştiğim için kendimi çok iyi ifade edebiliyorum. İnsanlar ise benim dışımda. Balık, insanlardan kaçışımın bir simgesi. İnsanları, ancak gerçek yüzlerini gördüğümde resmedebiliyorum. Son dönemlerde insanlarla çok yoğun, içli dışlı yaşamadığım için onları yapmıyordum. Şimdilerde ise, balıklarla insanları aynı resimde buluşturmaya başladım. Yine en sonunda insanlarıma geri döneceğimin bir göstergesi. Balık, bana göre bir sınır tanımayan, kalıplara sığmayan özgür bir yaşam. Ben böyle yaşadığım sürece, o balık hep benim yanımda olacak. Renklerden de illa kobalt mavisi olacak. Beşiktaş taraftarıyım ama, siyahtan nefret ederim. Ankara’da yaptığım resimler ise gri ve siyahtı. Balığın ve özgürlüğün rengidir kobalt mavisi. 7 yıl öncesine kadar çok hızlı bir yaşamım vardı, alkolü de bıraktım. Çok iyi bir rock dansçısıydım, inanılmaz. Pink Floyd, Led Zeppelin, Deep Purple, Scorpions hayranıydım.

SANAT CİDDİ İŞTİR

- Doğum yerim Çorlu, çocukluğum öğretmen olan babamın görev yaptığı köylerde geçti. Fazla konuşmayan, içe dönük bir çocuktum. Sürekli resim yapan, güleç yüzlü ilkokul öğretmenim beni resme tutkun etti. Ne var ki, aile koşulları beni Sanat Enstitüsü Motor Bölümü’nde okumaya zorladı. Mezuniyetten sonra bir fabrikaya girdim ama, bunun bana ait bir yaşam olmadığını anladım. 1983’te Ankara Gazi Eğitim Fakültesi Resim-İş Bölümü’ne girdim. Sanat eğitimini acayip ciddiye alırdım. Öteki dersleri ikinci plana atıp neredeyse atölyede yatıp kalkardım. İnsanların iç dünyalarında gizlediği gerçekleri yüzlerindeki çizgilerden yakalamaya çalışırdım. "Gerçek Yüzler" dediğim desenler işte böyle çıktı. Bilkent Üniversitesi’nde Prof. Adnan Turani’nin, Mustafa Ayaz’dan sonraki son asistanıyım. 1989’da askerlik görevini Iğdır’da öğretmen olarak yaptım. Boş zamanım çok olduğu için, köseleden çanta, kemer, sigaralık yapıp hafta sonları Doğu Beyazıt’ta satardım. Burada Anadolu insanının yaşantısının nasıl halıya, kilime döküldüğünü gördüm. Bitkilerden kök boya elde etmeyi ve kullanmayı öğrendim. Turani hocamdan öğrendiğim boya dili ve kompozisyon bilgilerini en iyi şekilde değerlendirmeye kararlıyım. Ama, yaşam hengamesinden bunların daha onda birini yapabilmiş değilim.

SOKAK RESSAMLIĞI

- Bodrum’a 1990’da yerleştim, 40 liraya güzel bir ev kiraladım. Uzun saçlı, barlardan çıkmayan, alkolü çok seven bir hippiydim o zamanlar. Belediyeye başvurup resim yapmak için Kale’nin karşısında yer istedim. Bana Raşit’in Kahvesi’nin önünde küçük bir yer verdiler. Sokak ressamlığının ilk günlerinde Bodrum Kalesi, Bodrum evleri, yelkenlileri resmediyordum. Sonra güneşi, denizi yaşamaya başladım ve balığımı keşfettim. Abdullah dedem, 1940’lı yılların Büyükçekmece’nin ünlü dalyancısı. Soyadımız da oradan geliyor, babamın hemen bütün akrabaları balıkçı. İstanbul’da bir büyük lodos fırtınasında çoğunu kaybettik. Bu olay beni derinden etkiledi, deniz tutkum oradan. Yaşam zenginliği giderek beni malzemede çeşitliliğe götürdü. Seramik, cam, ahşap, metal ve kağıt birbirini izledi.

YURTDIŞINDA SERGİLER

- 1992 kışında Hatice ile tanışıp evlendik. Hatice, bana çok inanan biri olarak benim en büyük yardımcım. Sadece resim yapıp satmak yetmeyince yeni çıkışlar aramaya başladım. Cam ustası Nasuh arkadaşım bana füzyon tekniğiyle can eserler yapmamı önerdi. Füzyon, pencere camının yüksek ısıda eritilerek yeniden biçimlendirilmesi, takıdan tabağa, mimari yapı elemanından sanat objesine kadar yüzlerce farklı nesneye dönüştürülmesini sağlayan bir teknik. Bu sayede, binlerce yıldır doğallığını koruyan camı, balıklarımla renklendirip biçimlendiriyorum. Yurt içinde ve dışında 20’nin üstünde sergi açtım. İhracat çok iyi gidiyor. Norveç, Hollanda, Avusturya ve Yunanistan’dan çok talep oluyor. Yeni bir anlaşma yaptım, Atina’da ünlü bir firmaya distribütörlük veriyorum. Türkiye’nin hiçbir yerinde bayilik vermedim, eserlerimin taklitlerinden sakının, çünkü sahtesi çok yapılıyor.

Cam üzerine kök boyayı ilk ben uygulayacağım

- Bodrum’a katkısı olsun diye Tuzla’da 13 dönüm arazi aldım. Amacım göz nuru dökerek yaptığım füzyon cam eserleri, burada kuracağım büyük bir atölyede seri olarak üretmekti. Yerli ve yabancı turistler gelip üretimi seyredebilecekti. Bodrumlu gençlere de bir iş olanağı çıkacaktı. İki yıl uğraştım ama, turizm bölgesi diyerek izin vermediler. Sanmışlar ki, Paşabahçe gibi bir cam fabrikası kuracağım. Sonunda İstanbul Çayırova’da bir yer kurdum, üretim orada yapılıyor. Seramiği ise Kütahya’da öğrendim. 4 yıl boyunca her kış Kütahya’da bir atölyede çalıştım. Yaptığım eserleri kendim boyuyor, sonra da sırlatıp fırınlatıyordum. Çok zor bir çalışma temposuydu, alkol de artınca sağlığım bozuldu. İstanbul’da bir dostla tanışıp seramik üretimini ona verdim. Seramikteki desenlerimi iki yılda bir, camdakileri ise sürekli değiştiriyorum. Gördüğünüz atölyemde sürekli resim yaparım, gece de olabilir, gündüz de. Genellikle yağlıboya, biraz da cam tablolar. Onların da hepsinde elbette benim balığım var. En pahalı tablomun fiyatı 1,5 milyar lira. Camda yeni renkler toprak rengi. Kök boyayı cama ilk defa ben uygulayacağım. Kök boyada renk dağılımı çok güzel oluyor, gren vermiyor.

Balık, kaçışımın simgesi

Ressam Engin Dalyancı, eserlerinde son derece basit çizimli, yalın ve sevimli balık figürünü kullanarak Bodrum’un adını tüm dünyaya sanatıyla duyurdu. "Balık, iç dünyamın, insanlardan kaçışımın bir simgesi aslında" diye konuşan Engin Dalyancı’nın en büyük yardımcısı ise 1992’de evlendiği eşi Hatice Dalyancı. Ailesi Girit göçmeni olan Hatice Dalyancı, bir halkla ilişkiler uzmanı ve satış elemanı gibi çalışarak kocasına eserlerini yaratacak boş zaman yaratıyor.
Yazının Devamını Oku

Nefreti yaşadık artık acılardan ders almalıyız

7 Kasım 2006
Satrancın en büyük ustası ve Rusya’daki muhalif Birleşik Sivil Cephe’nin Başkanı, Bakü doğumlu Garry Kasparov, çokkültürlü bir dünyaya inanıyor. Kasparov, "20. yüzyılda nefret, etnik temizlik ve diş bilemeyi yeterince yaşadık. 21. yüzyılda geçmişteki bu acı tecrübelerden ders alarak ilerlemeliyiz" diyor.

Yahudi bir babayla Ermeni bir annenin 13 Nisan 1963 Bakü doğumlu oğlusunuz. Niçin, Azerbaycan’da değil de Rusya’da yaşıyorsunuz? /images/100/0x0/55eb2299f018fbb8f8ad7d1f

- Ben farklı milletlerin bir arada yaşadığı bir ailede büyüdüm. Büyük halam Ermeni’yle, küçük halam ise Azeri’yle evliydi. Dolayısıyla farklı milletlerin bir arada olduğu büyük bir ailede yetiştim. Bakü’de eskiden etnik köken ikinci sırada gelirdi. Çünkü hepimiz Rusça konuşuruz. Rus kültürüyle yetiştik. Ben her zaman kendimi Rusya’nın bir parçası olarak gördüm. Sovyet İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra, içinde yetiştiğimiz ülkeye göç ettik. Fransız İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Cezayir’deki Fransızların Fransa’ya dönmeleri gibi. Başkenti Moskova olan bir ülkede doğdum, şimdi de başkenti Moskova olan bir ülkede yaşıyorum. 1990’dan sonra Karabağ konusu yeniden başlayınca ailece Moskova’ya yerleştik. Ben Bakü’yü çok sayıda etnik grubun bir arada yaşadığı bir yer olarak hatırlıyorum. Şimdi öyle olmadığı için de üzüntü duyuyorum. 1994’te savaş sırasında Saraybosna’ya gidip Bosnalılar yararına gösteri maçlarına katıldım. Bosna da çok sayıda etnik grubun bulunduğu bir yer. Ben çokkültürlülüğe derinden inanıyorum. 20. yüzyılda nefret, etnik temizlik ve diş bilemeyi yeterince yaşadık. 21. yüzyılda geçmişteki acı tecrübelerden ders alarak ilerlemeliyiz.

Türkiye, AB’ye alınmalı

Türkiye, Rusya’dan nasıl görünüyor gözünüze?

- 2002’de Wall Street Journal’a bir makale yazmıştım. Makalenin ana fikri, teröre karşı büyük mücadeleyi başlatmadan önce ortaya bir plan çıkarmanız gerektiği şeklindeydi. Bence bunun en önemli noktalarından biri de, bu savaşın Hıristiyanlıkla Müslümanlık arasında bir savaşa dönüşmemesini teminat altına almaktı. Bu stratejinin anahtar bileşeni, Türkiye’ye, Avrupa entegrasyonunda yardım etmekti. Türklerin demokrasiyi Hıristiyan bir unsur olarak görüp Batı’dan uzaklaşmasının önüne geçmek şarttı. Ekonomisiyle, toplumdaki genel konsensüs ile Türkiye, Avrupa’ya İran ya da Suudi Arabistan’dan çok daha yakın. Türkiye’nin AB’ye katılması, demokrasinin bir Hıristiyanlık rejimi olduğu yolundaki inancı da değiştirecek.

Uzakdoğu’da Çin istilası korkusu

Komünizm, bir gün yeniden Rusya’nın kapısını çalamaz mı?

- Komünizm, 20. yüzyılda başarısız oldu, tek bir başarılı örneği bile yok. Çin de kademeli olarak komünizmden yarı-demokratik topluma geçme aşamasında. Bu kolay olmayacak bence. Barış içinde gerçekleşmesini dilerim. Son kalan sol diktatörlükler Küba ve Kuzey Kore, onların da bir cazibesi yok zaten. Sosyal konuları önemsemeden 21. yüzyılı yaşamamız mümkün değil. Günümüzde insana daha fazla kaynak ayrılması gerekiyor. Bence komünizm gibi aşırı rejimler bir daha asla geri gelmeyecek. Rusya’da Sovyetler Birliği dönemine dair belli bir nostalji var. Çoğunlukla sosyal garantiler, eski komünist idari yapı özleniyor. Çin hálá Rusya’nın en büyük düşmanı. Rusya’nın topraklarında gözü olduğunu saklamayan tek ülke. Uzakdoğu’ya ve Doğu Sibirya’ya çok sık seyahat ediyorum. Oralarda Çin istilasına dair büyük bir korku var. Irkutsk’ta şöyle bir şaka duydum; "Çinliler 100 bin kişilik küçük gruplar halinde sınırımızı geçiyor."

Petrol, terörü ateşliyor

ABD’nin Büyük Ortadoğu projesini desteklediğiniz doğru mu?

- Hayır efendim, Amerika’nın hiçbir projesine inanmıyorum. Ortadoğu politikaları ise tam bir başarısızlık. Hem demokrasi kurulması gibi idealist bir yaklaşımınız olacak, hem de çok yoğun kaba güç kullanacaksınız. Bugün dünyada sorunları bölge bölge çözemezsiniz, global çözümler bulmak zorundasınız. Haberler çok hızlı dolaşıyor. BM’nin bir bütün olarak neden çalışmadığına bakmamız gerekir. Petrolün çok büyük bir tehlike olduğunu görmeliyiz. Çünkü, petrol tam anlamıyla terörü ateşliyor. Rusya’da petrol ve gaz nedeniyle büyük problemler yaşanıyor, İran’da da öyle. Galonu 10 dolarken Hatemi vardı, 70 dolar olduğunda Ahmedinejad. Amerika, en güçlü ülke olarak sorunları diğer ülkelerle işbirliği içinde çalışarak çözmeli. Bush yönetiminin gözü çok kara olmasının sefil sonuçları ortada.
Yazının Devamını Oku

Putin’i Kremlin’den mutlaka atacağım

6 Kasım 2006
Garry Kimoviç Kasparov. Rusya’da ona kısaca "Garki" diyorlar. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük satranç oyuncusu. 9 Kasım 1985’te 22 yaşında Anatoli Karpov’u yenerek Dünya Satranç Şampiyonu oldu. Bu unvanını 15 yıl sonra Vladimir Krammnik’e devretti. Dünyanın en gelişmiş süper bilgisayarı IBM Deep-Blue’ya yıllarca meydan okudu. Ve 10 Mart 2005 günü bir daha satranç turnuvalarına katılmayacağını açıkladı. O günden sonra siyasete atıldı. Gorbaçov’un Perestroyka’sının ilk yılında dünya şampiyonluğunu ilan eden Kasparov, Rusya’nın en büyük muhalefet grubu "Birleşik Sivil Cephe"nin kurucusu. Moskova’nın merkezi Ulitsa Makarenko’daki ofisinde, dava arkadaşlarıyla birlikte Putin rejiminin sonunu getirme planları yapıyor. İstanbul’da olduğu gibi, korumaları onu her yerde gölgesi gibi izliyor. Kasparov, İş Bankası Kültür Yayınları’nın ülkemize kazandırdığı "Benim Ustalarım" kitabının tanıtımı için geldi İstanbul’a. Kasparov sadece satranç demek değil. O, aynı zamanda siyaset, eğitim ve sosyal reformlar konusunda sözü dinlenir bir uzman. Yıllardır Wall Street Journal’a siyasi ve ekonomik makaleler yazıyor. Son yıllarda tek hedefe kilitli: Vladimir Putin ve rejimini tuzla buz etmek. Zaman fukarası Kasparov’la 2,5 saati aşkın baş başa konuştuk. Bir ara İş Bankası Genel Müdürü Ersin Özince’yi davet edip efsaneyle 4,5 saniye süren bir maç yaptırırdım. Sohbetimizin sonunda Kasparov’la bir oyunluk tavla oynayıp yendim. Sevgili Sinan kardeşimin çektiği "Kasparov’u yendiğimin resmi" bunun kanıtı. İşte 64 karede hayatın mükemmel bir yansıması olan satrancın gelmiş geçmiş en büyük oyuncusu. İşte bilinmeyen Garry Kasparov...

Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük satranç oyuncusu, 15 yıl dünya şampiyonluğunu elinde tutan biri, nasıl olur da satrancı bırakır?/images/100/0x0/55ea6f22f018fbb8f87faa75

- Satranç bilgim, muhtemelen dünyada en gelişkin olan, ama bence hálá çok yetersiz. Öğrenmek için hiçbir zaman geç değil. Dolayısıyla eğer birinden yeni bir şey öğrenebileceğimi görürsem o parçayı almaktan çekinmem. 43 yaşındayım ve öğrenmeye açığım. Satrançta yapacaklarımı fazlasıyla yaptım. Hayal ettiğimden daha çok başarıya ulaştım. Satranç dünyasında bütün değişimleri gerçekleştirdim. Oyuna çok büyük katkılarım oldu. Ben satrancı eğlence olsun diye oynamam. Oynarsam 1 numara olmak için oynarım. Satrancı oynayıp kazanmamak ya da kazanmaya çalışmamak, benim için kabul edilebilecek bir durum değil. Satranç tam konsantrasyon ister. Bunun için, başka hiçbir şeyle uğraşmamam gerekir. Benimse uğraşmak istediğim başka konular var. Yeteneklerimle, stratejik becerilerimle, satrançta kazandığım tecrübeyle başka şeyler yapmak istedim. Bugün de satrancı bırakmakla doğru yaptığımı düşünüyorum. Bulunduğum noktadan çok memnunum. Kazandığım her doların hesabını verebilirim. Ailemin ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli param var. Bazı politik aktivitelerimi desteklemek için de yeterli paraya sahibim. Elbette, satrancı hálá seviyorum, izliyorum, analiz yapıyorum. Bu arada 4 kitap yazdım, çok büyük ilgi gördü. İstanbul’daki kitap fuarında tanıtımına katıldığım "Benim Ustalarım" gerçekten önemli bir yapıttır. 2007’nin başında da daha geniş konuları ele aldığım "Hayat Nasıl Satrancı Taklit Eder" (How Life Imitates Chess) yayınlanacak.

Rusya, Atatürk’ün yıllar önce yaptığını yapmaya çalışıyor

-Ben Atatürk’le ilgili bütün kitapları okudum. 1915’te Gelibolu’daki olağanüstü askeri başarısından, Kurtuluş Savaşı başarılarına kadar biliyorum. Atatürk, imparatorluk kavramından ulusal devlet kavramına geçişi sağlamada çok başarılı oldu. Rusya hálá, onun uzun yıllar önce yaptığını başarmaya uğraşıyor. Atatürk modern Türkiye Cumhuriyeti’ni yarattı. Kurduğu devletin bugün yaşıyor olması da, çabalarının boşa gitmediğini gösteriyor.

Putin kendisi ve klanı için para kazanıyor

Satranca veda ettikten sonra, hayatınızı Putin’in görevden alınmasını sağlamaya adadınız sanki. Başınıza bir şey gelmesinden korkmuyor musunuz?

- Korkmuyorum, Moskova dahil dünyanın her yerinde konuşuyorum. Türkiye’de de size açıklıyorum, Rusya’nın Putin rejimini devirmekten başka şansı yok. Putin, dünyadaki en yozlaşmış rejimlerden birinin başı. Rusya’yı şirkete çevirdi; kendisi, arkadaşları, klanı için para kazanıyor. Bir yandan hissedarlar için kárını arttırıyor, öte yandan da sosyal güvenlik, sağlık gibi şirket pasiflerini azaltmaya çalışıyor. Bugün Rusya’ya baktığınızda nüfusun yüzde 15’ini başka, yüzde 85’ini ise başka bir ülkede yaşıyor gibi görüyorsunuz. Rusya’yı ziyaret eden yabancıların çoğu, yalnızca birinci ülkeyi görüyor. Ülke fakir ama, Rusya hazinesi her gün biraz daha zenginleşiyor. Putin’e karşı halkın öfkesi her geçen gün büyüyor. Putin, bu negatif enerjiyi boşaltmak için milliyetçilik kartını sürüp Gürcüleri, Çeçen gibi etnik grupları suçlu gösteriyor. Rusya’da büyük medya, Kremlin tarafından sıkı bir şekilde kontrol altında. Ben de yazılı ve sözlü bütün büyük medyada yasaklıyım. Muhalif fikirler Rusya’da televizyona, radyoya çıkamıyor. Rusya’da iki hafta serbest tartışma olsun, hükümet yıkılır.

Rusya’da Turuncu Devrim bekliyorum

ABD, sizin gibi bir rejim muhalifini Rusya’nın başında görmekten mutlu olur sanırım. Rusya’da da bir Turuncu Devrim olabilir mi?

- Önce şunu söyleyeyim, Rusya bizim kendi meselemiz. Amerika’nın bizim için ne istediği umurumda değil. Ben ülkemizi değiştirmemiz gerektiğine inanıyorum. Benim başkan olmaya çalışmam ya da bunun için bir başkasını desteklemem önemli değil. Evet, Rusya’da, Ukrayna’dakinin benzeri bir hareketin olacağını umut ediyorum. Rusya’daki pek çok kişinin Turuncu Devrim’den sonraki Ukrayna’yı kıskandığını biliyorum. Çünkü Ukrayna’da serbest politik tartışma ortamı var. Ukrayna’nın en büyük partisi ülkeyi idare ediyor, adil bir durum. Kimse hükümetin eleştirilmesini engellemiyor. Ukrayna, demokrasi açısından olarak Rusya’dan çok ileride. Yüksek petrol fiyatları ve hükümetin medya üzerindeki kontrolü yüzünden Ukrayna’nın çok gerisindeyiz. Batı politikasını 20 yıldır izleyen biri olarak, Rusya’yı kim yönetiyorsa onunla işbirliği içinde olduklarını görüyorum. Şimdi Putin’le işbirliği içindeler, çünkü Rusya’yı o yönetiyor. Irak’ta demokrasiyi kurmanın her zaman en öncelikli konu olduğunu söyleyen ABD başkanının, Rusya’da demokrasinin çökmekte olduğunu umursamaması çok şaşırtıcı.

YARIN: ÇOK KÜLTÜRLÜLÜĞE İNANIYORUM

İnsan, bilgisayarı daima yenecek

Dünyanın en güçlü oyuncusu, dünyanın en güçlü bilgisayarına karşı kazanmaya daha kaç yıl devam edebilecek?

- Daha çok uzun yıllar bu böyle devam edecek. Normal bir PC, saniyede 5-6 milyon pozisyonu hesaplar. Matematiksel olarak hamleler sonsuz olduğu için, bilgisayar ilgisiz pozisyonları da değerlendirir. Ben ise, sağduyumu kullanarak önemsiz olanları baştan elerim. Ben bir karara, yüzde 99 oranında anlama, yüzde 1 oranında da hesaplamayla ulaşırım. Bilgisayar ise bunun tam tersini yapar. Satranç sınırsız bir oyun. Satrançtaki olası tüm pozisyonların sayısı, kabaca güneş sistemindeki atomların sayısına eşit. Yaklaşık 10 üzeri 45 adet olası pozisyon var, çok büyük bir sayı. Bu nedenle, bilgisayar hiçbir zaman tüm hamleleri hesaplayarak üstünlük sağlayamaz. Bilgisayarların insan karşısında en büyük avantajı, çok istikrarlı olması. İnsan ise, aynı oyun içinde bile değişik reaksiyonlar gösterebiliyor.

Satrançta da şansa yer var

Maç öncesi ve sırasında neler olurdu zamanlar, bir gün evvelden ne gibi hazırlıklar yapardınız?

- Her zaman sinirli olurdum. Benim için her büyük maç, bir meydan okumaydı. Kazanmak isterdim, kazanırken de bir farklılık yaratmalıydım. 20’li yaşlarda maç öncesi çok yemek yerdim. Maç sırasında ihtiyaç duyacağım enerjiyi karşılamak için. Konsantre olmak için, kendimi bir şey yapmam gerektiğine inandırmam yeterli. Sezgilerim güçlüdür, reaksiyonlarımı bilirim, ne zaman hata yapmaya açık olduğumu hissederim. Satrançta şansa yer var m? Burada önemli olan, şansın ne kadarının sizin yatırımınız olduğu. 25 yıl boyunca profesyonel satrancın içinde olmuş biri olarak şansın var olduğunu söyleyebilirim. Şansla, yatırım arasında bir paralellik olduğunu keşfettim. Yani, çalıştıkça şansınız da artıyor. Profesyonel satranca başladıktan sonra şansın oranı bende yüzde 10-15 olmuştur belki.

Rus elitinin parası Batı bankalarında

Bay Vladimir Putin’e ne zaman "Şah" diyeceksiniz Bay Garry Kimoviç Kasparov?

- Bu benim kişisel meydan okumam değil. Muhalif gruplar olarak ortak hedefimiz; Putin rejimini söküp atmak. Putin iktidarda kalsa da, gitse de Rusya’da büyük dengesizlikler olacak. Bence Putin gitmek istiyor ama, ortaklarının işine gelmiyor. O giderse herkes birbirine düşüp olaylar çıkaracak. Eğer kalırsa meşruiyetini kaybedecek, Rusya global demokratik toplumun bir parçası olmaktan çıkacak. Yönetici Rus eliti parasını Batı bankalarında tuttuğu için, Batıyla ilişkileri kesemez. Önümüzdeki 12 ay içinde Rusya’da bir politik kargaşa yaşanacağı kesin ama, sonucunu bilmiyorum.
Yazının Devamını Oku

Sibel Can’ın poposu gulete ilham kaynağı

30 Ekim 2006
Bodrum’dayım. Dünyaca ünlü Bodrumlu tırhandil ve gulet ustası Erol Ağan, nam-ı diğer Çolak Erol’la konuşmaya geldim. Ona, "Guletlerin Babası" diyorlar. 1950’lerin büyük ustası, rahmetli Ziya Güvendiren’in yanında yetişip, onun sağ kolu olmuş. Ama Çolak Erol’la ha deyince konuşmak mümkün değil. Yıllar var ki, gazetecilerle konuşmamış. Neyse, sonunda kuzeni Bodrum Belediye Başkanı Mazlum Ağan dostumuz arabuluculuk yaptı. Mazlum Başkan’la, Sevgili Oğuz Tatış’ın Bardakçı’daki otelinde kahvaltıda buluştuk. Otelin ünlü şefi Özer Acar’ın kendi eliyle hazırladığı /images/100/0x0/55ea0b56f018fbb8f866a11eomlet ve gözlemeleri afiyetle yedik. Patron vekili Kayhan Tatış’a teşekkür ettikten sonra ver elini İçmeler. Ağanlar’ın tersanesinin yazıhanesinde, güler yüzlü iki gençle, çatık kaşlı, gözlüklü, ak saçlı bir çınar karşıladı bizi. Çolak Erol, dedesinin "Tramptana" (Yunanca’de sert poyraz) lakabının hakkını veriyordu. Gençlerden biri, Çolak Erol’un büyük oğlu Mazlum’du. Şirketin yönetim kurulu başkanıydı, babası gibi gulet ustasıydı. Küçük oğlu Erdem ise, ABD ve İngiltere’den mastırlı gemi inşa mühendisiydi. Erol usta, son birkaç yıldır işini oğullarını devrettiği için, Mumcular’da yaptırdığı yeni çiftliğinde yaşıyor. Gördüğümüz odur ki, "Guletlerin Babası"nın dilinde ve gönlünde hep deniz türküleri olacak. Tıpkı, guletlerin dilinde ve gönlünde "Çolak Erol" olacağı gibi.

Bodrum tipi üç değişik tekne var: Tırhandil (başı ve kıçı aynı, daha narin yapılı), Gulet (yuvarlak kıçı suda ve düşük), Ayna Kıç (kamaraları teknenin orta ve baş bölümünde olan geniş kamaralı tekneler).

- Benim yerim şimdiki Yetti Gari’nin yerindeydi. Karşıdaki kahveye oturup gelip geçen güzel turist hanımları seyrederdim. Ben o turist hanımların popolarından ilham alarak yaptım, guletlerin kıçlarını. Allah için, benim yaptığım gulet kıçını hiç kimse yapamaz. Bizim güzel Sibel Can hanım kızımızın poposundan ilham alarak güzel bir gulet yapmak isterim doğrusu. Yener Bey, ben gözümle kazandım her şeyi. Bir bakışta, teknenin milimetrelik hatasını görürüm, değil ki santimlik. Ama, şimdi gözlerim biraz zayıfladı, şeker hastalığı yüzünden. Bu kabiliyet bana Allah’ın bir lütfu, içimden geliyor. Yanımda bir şişirmeci kalfa vardı, bana, "Sen para kazanmasını bilmiyorsun" derdi. Benim parayla işim yok, yanlış yapılırsa, söktürür yeniden yaptırırdım. Şimdiye kadar mühendisler bizden ders alıyordu ama, şimdi onlar bizi geçti. Bilgisayarlar var, ağaçlar biçilmiş halde geliyor. O zamanlar omurgaları, elimizde baltayla düzeltirdik.

Sağ kolumu kasnağa kaptırdım

Erol Ağan kesik olan sağ bileğini hiç gizlemiyor, tam tersine onunla gurur duyuyor.
/images/100/0x0/55ea0b56f018fbb8f866a120
- Annem, babam Giritli, önce İstanköy’e, oradan da Bodrum’a gelmişler. Gelişleri iskánla, mübadeleyle değil. Ben 1936’da Bodrum’da doğdum. Babam Mazlum rahmetli, sevilen bir kaptandı. 60 tonluk teknemizle Antalya-Bodrum-Kos arasında yük taşırdı. Babamın seren vurdu kafasına, denizde boğuldu. Biz üç kardeş kaldık açıkta, ben 11 yaşındaydım. Annem beni rahmetli Ziya Usta’nın yanına koydu. Mesleğimde çok iyiydim, çalışmakta üstüme yoktu.

Askerden döndüğümde usta beni yanına istedi, gittim. İki ay sonra orada sağ kolumu kasnak kayışına kaptırdım. Ne kadar tedavi gördümse olmadı, mecbur kaldılar bilekten kesmeye. Herkes, "Artık eski işini yapamazsın, bakkal dükkánı aç" diyordu. Hiçbirine kulak asmadım, 1961’de kendi adıma ilk dükkánımı açtım. Küçük sandal, piyade derken işler büyüdü. Guletler, tırhandiller yapmaya başladım. Derken, oğullarım Mazlum ile Erdem yetişti, ben de işleri gönül rahatlığıyla onlara devrettim.

Dünyanın ikinci büyük guleti

Ağanların tersanesinin kapalı bölümündeki kızakta Türkiye’nin en büyük, dünyanın da ikinci büyük ahşap lamine guleti yapılıyor. Adı, "Annabella." Sahibi İzmir’in ünlü levanten mücevheratçıdan Franco Sponza. Ağanların web sitesindeki bilgilere göre, böyle bir teknenin anahtar teslim fiyatı 4 milyon 275 bin avro.

- Türkiye’nin en büyük, dünyanın da ikinci büyük ahşap laminat guleti. Yığma değil, yapıştırma sistemiyle yapıyoruz. Teknenin boyu 41, eni 9 metre. Kerestesi Afrika’dan, Akaju ağacından. Eskiden çam ağacından yapardık, çok güzel olurdu. Ben hep, "İnsan kandan, kayık çamdan" derim. Orman İdaresi reçinesini topladığından beri çamlar öldü. Çocuklar bana sorsalardı, yaptırmazdım bu tekneyi. Bunlar daha cesur çıktı benden, ikisiyle de iftihar ediyorum. Teknede beş misafir, dört de personel kabini var. Salonu ve mutfağı çok geniş ve çok modern.

Fırtınaya tutulmaya bayılırım

Benim en büyük zevkim, denizde büyük fırtınaya tutulmaktır. Bir gün baktım balıkçılar fırtına var diye geri dönüyor. "Ayıp size be, denizden korkulur mu?" dedim. Atladım benim tekneye, açıldım onların kaçıp geldiği yere doğru. Salıncak gibi sallanıyoruz. Ben ise o teknenin içinde zevkten geberiyorum.
Yazının Devamını Oku

Bayraklı Safiye ile Süslü Faik

23 Ekim 2006
Safiye Soyman ve Faik Öztürk...Ya da "Safiyeli Faik"... İşte Star TV’nin hafta içi her sabah izleyicilerin tiryakisi olduğu "Sabahlara Şenlik" programının iki yıldızı. Safiye Soyman’ı yıllardır Türk sanat müziği dünyasından tanıyoruz güler yüzüyle. 1986’da Devlet Türk Musikisi Korosu’na katılmıştı. Fakat bu Faik Öztürk adlı eniştemiz kimdir, nedir bilmiyoruz. Meğer içinde ne cevherler varmış, programın ilk günü yıldız olup çıktı başımıza, iyi mi. Bayram özel programının çekiminden sonra Kutup’la birlikte Yeniköy sırtlarındaki Boğaz’a nazır evlerine gittik. Gördüm ki, şu Faik Öztürk pek pek yaman bir Gakkoş. Şeytan tüyü olduğu kesin, tatlı diliyle bu dünyada bağlayamayacağı kimse olmadığına bahse girerim. Bakmayın siz saf Anadolu delikanlısı göründüğüne, aslında o cin oğlu cin.

Faik Bey her gün, her an iki dirhem bir çekirdek. Elbisesiyle aynı renk gömlek, kravat, kol düğmesi, çorap. Safiye Hanım bilir, iç çamaşırları bile o renktir. Evlerini gezdirirlerken, giyinme odasının önünde durdum. Gardıroplar ağzına /images/100/0x0/55ea8c16f018fbb8f8871bd1kadar Faik beyin kostümleri, ayakkabıları, saatleri, kravatları, gömlekleri, kol düğmeleriyle dolu. Öteki yanda da Safiye Hanım’ın tuvaletleri, ayakkabıları, bilmem neleri. Çaylar, kekler derken gündüz girdik söze, gece zor çıktık evden. Hayatı bu kadar gırgıra alan, kendisiyle bu kadar dalga geçen, canının kıymetini bu kadar bilen bir adam olabilir mi? Bırakalım soru faslını, onlar anlatsın, biz dinleyelim.

Unutmadan, Soyman’a okul yıllarında "Bayraklı Safiye" diyormuş arkadaşları; kavgacı ve çetin ceviz tavırlarından dolayı. Faik’in lakabı ise "Süslü"ymüş; giyime olan aşırı merak ve düşkünlüğünden ötürü.

Faik, tepeden tırnağa benim özel kreasyonum

- Faik, tepeden tırnağa benim özel kreasyonumdur. Onun modacısı da, akıl hocası da, yaşam koçu da benim. Onu giyiminden otomobillerine kadar kendi zevkime göre değiştirdim. Emeklerime fazlasıyla değdi, helali hoş olsun. Elbiselerinin, gömleklerinin renk ve modellerini bana seçtirir. Bütün gömleklerinde adı yazılıdır. Bazılarını ise, pembe bir kalp içinde Safiye- Faik diye yazdırırım. Televizyonda giydiği kıyafetlerin hepsi kendi gardırobundandır, saatinden, çorabına kadar. Ayakkabılarını Ankara’da yaptırır, değişik renklerde 2 ana modeldir. Kaymasın diye daima uzun konçlu çorap giyer. Eskiden mes gibi yumuşacık ayakkabı giydiği için çok kızardım.

Ayakları 39 numara olduğu için, ayağa kalkarken sallanırdı. Onun için ayakkabılarını 40 numara, uzun burun olarak yaptırdım. Bu arada 15 kilo verdi, şimdi tığ gibi delikanlı, gurur duyuyorum onunla. Taktığı kol saatleri de çok özeldir, kol düğmeleri de aynı şekilde. Faik benim hem çocuğum, hem sevgilim. 7 sene ona çatal bıçak kullandırmadım, kendi ellerimle besledim. İçimden gelen sevgiyle yapıyorum bunları, en küçük bir riya yok.

Huzuru Safiye’de buldum

- Polonezköy’de çiftliğini yaptığım bir işadamı bana dedi ki; "Sen akıllı, herkesin seveceği tipte bir adamsın. Ankara memur, bürokrasi şehri. Git Ankara’da çok lüks bir lokanta aç. Her gün cebine 10 milyar lira para koyup gezersen, yalaka derler, herkes senden kaçar. Lokantan olsun, her gün bedava bir tas çorba içmek için 50 kişi seni arar. Bir kilo kuşbaşı etten 5 porsiyon şiş çıkıyor..." Hakikaten, sözünü dinleyip Ankara’da çok lüks bir lokanta açtım "Beyler Sofrası" diye; Yukarı Ayrancı Son Durak’ta. Ondan sonra "Dedikodulu Meyhane", en sonunda da "Çorbacım". Atakule’nin karşısındaki 4 katlı Çorbacım günün 24 saati açık, her çeşit sulu, ızgara Türk yemeği var. Mekanımın hijyeni, yemeklerin lezzeti kadar ünlüdür.

Bunların yanı sıra, Dünya Bankası finanslı, yurt dışına ihraç işler yapıyorum. Bazı firmaların Türkiye temsilcisi olarak askeriyeye malzeme teminlerim oluyor. Ben çok yoksulluk çektiğim için, şimdi paranın keyfini çıkarıyorum. Altın tabakta yemek verseler umurumda değil. Kars’ta Safiye ile tanışana kadar, gece hayatı sicilim hayli bozuktu. Ben gerçek huzuru Safiye’de buldum, evimden hiç çıkmam. Tatilden nefret ederim, çalışmayı çok severim. Boş olduğum zaman hiçbir şey yapamazsam gidip araba yıkarım. Safiye ile 7 yıllık beraberliğimizde hiç ön plana çıkmadım. Evinde mutlu bir adam olarak hep geri plandaydım. Ta ki, Star’da yayınlanan televizyon programımıza kadar.

Hostese bahşiş

- Sene 1985. Hayatımda ilk defa uçağa bineceğim. En kral kıyafetlerimi giymişim, gıcır gıcırım. Arkadaşım "Uçağa binerken hostesin eline beş on kuruş sıkıştır, seni güzel bir yere oturtur" dedi. Uçağın kapısına geldim, önceden hazırladığım parayı hostesin eline sıkıştırmaya çalıştım. Kız bir zıpladı "Olmaz beyefendi" diye. Ben "Çekinme şunu al, beni de güzel bir yere oturt" diye ısrar ediyorum. Neyse, kibarca yerimi gösterdiler oturdum.

Tuvalet temizleyiciliği ve genel müdürlük

- Ben, 1962 Elazığ Ağın doğumluyum, Mehmet Ağar’la aynı köydeniz. Babam rahmetli İhsan Öztürk, karacı astsubaydı. Kars’ta görev yaptıktan sonra tayini Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’na çıktı. Fahri Korutürk cumhurbaşkanı seçildiğinde başkente geldik. Babam Muhafız Alayı’nda 11 sene kaldı; Yaşar Büyükanıt, Edip Başer gibi komutanlar onu çok severdi. Ben Çankaya Lisesi’ne gidiyordum ama, okumaya hiç niyetim yoktu. Aklım ticaretteydi. Babacığım tek maaşla hem kendi evindeki 6 nüfusa, hem de köydeki ana baba ve bacısına yetişmek zorundaydı.

Lise 2’de 3. senemdeydim. Sınıfımızın caddeye bakan camına kocaman harflerle "Kiralık daire" diye yazı astım. Yoldan geçen 6 kişi gelip okulda beni buldu, "Nerede bu ev" diye. En son okul müdürümüz rahmetli Cevdet Göktürk "Oğlum bu ev nerede" deyince film koptu. Bir kişi bile "Niye astın bu yazıyı" diye sormadı. Ben de "Bu kadar akıllı adam varken ben niye okuyorum" deyip okulu bıraktım. Mehmet Yazar’ın İstanbul yolundaki fabrikasında tuvaletleri temizleyip yerleri siliyordum. Aldığım para 600 liraydı. Bir buçuk sene sonra, el yazım çok düzgün diye Mehmet Bey beni muhasebeye aldırdı. 1982’de oradan ayrılırken, fabrikanın genel müdür yardımcısıydım.

Grevdeki sendikaya 110 milyon bağış

- O sırada Türkiye Demir Çelik İşletmeleri’nde grev vardı. Balıkesirli bir asker arkadaşım "Bana hurda tren rayı bulabilir misin" dedi. Grev var, yurt dışından kütük getiremiyorlar, fabrikalar çalışmıyor. Hemen Ankara’da araştırdım, öğrendim ki Devlet Demir Yolları’nın hurdasını Makine Kimya alıyormuş. MKE’ye gidip bir dilekçe verdim, hurda rayları almak istiyorum diye. Orada Elazığlı bir hemşerime denk geldim. Bir yerlerden 1 milyon lira borç buldum. O tarihte Doğan marka bir araba, 6 milyon liraydı. Rayları, TIR’ların başında Balıkesir’deki haddehaneye kadar bizzat taşıdım. 6 ay sonra 185 milyon param vardı. Şansıma bak ki, grev 6 ay daha uzadı. 6 ay sonra devlete olan borcumu kuruşuna kadar ödedikten sonraki kazancım, 285 milyon liraydı. Şimdinin parasıyla 5-6 trilyon yani.
Yazının Devamını Oku

Tabancayla başımın üstünde bardak kırdı

16 Ekim 2006
Yılmaz Güney ile evliliğini anlatan Nebahat Çehre: Başımın üstünde bardak kırdı.

Tarih: 30 Ocak 1967 Pazartesi. Saat: 18.30. Yer: İstanbul Hilton Oteli Roof salonu. Nebahat Çehre ile Yılmaz Güney’in nikah töreni var. Ses Dergisi’nin genç bir muhabiri olarak, rahmetli Erol Dernek ve Enis Olcayto ustalarla beraberim. Salonda canlı, cansız hiçbir müzik yok. Nebahat’in gelinliğini Mualla Özbek dikmiş, adını da "Unutma beni" koymuş. Söylendiğine göre 10 bin lira almış. Çehre’nin şahidi Mualla Özbek, Güney’inki ise yapımcı Kadri Kesemen. Nikah memuru okumaya başladı: "Giresun’un Alucra ilçesinin Mindeval Nahiyesi’nin Köroğlu Köyü’nden nüfus sureti Ocak 1943 doğumlu olarak gelen Nebahat Çehre. Adana Yeşilyuva Mahallesi’nin 10 sayılı adresine kayıtlı Yılmaz Pütün..."

Yıldırım nikah için alınan sağlık raporunda; Nebahat Çehre’de akut apandisit olduğu yazılıydı. "Evet"lerden sonra imzalar, biraz içki, biraz çerez ve saat 20.00’de davet bitti. Nebahat-Yılmaz çiftini, gerdeğe girecekleri Hilton’un 753 No’lu odasına kadar bile götürdük...

Nebahat Çehre’nin hálá eskimeyen güzelliği, içinin, pırlanta kalbinin dışarıya yansıması aslında. Swissotel’in yeni fondü restoranı Chalet’de bizi ağırlayan otelin Halkla İlişkiler Müdürü Yeşim Dilmen’in ağzından bir ara şu sözler döküldü: "Allah nazardan saklasın, Nebahat hanıma bakmaya doyamıyorum." Nebahat Çehre, ne Kumru’dan, ne Nihan’dan, ne de Yılmaz Güney’den ibarettir. Nebahat Çehre, 90 küsur filmde başrol oynamış, Türk sinemasının ünlü bir sanatçısıdır.

Tabancayla başımın üstünde bardak kırdı

<B> "Bir sanatçı olarak ’Yılmaz Güney’ diye bilinirim. Asıl adım Yılmaz Pütün’dür. Adım, zorluklar karşısında eğilmez, umutsuzluğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez ve baş eğmez anlamına gelir. Soyadım Pütün ise, bir dağ meyvesinin kırılmaz çekirdeği demektir." (Yılmaz Güney)

</B>- Ümit Utku’nun Kervan Film’iyle hesabımı kestikten sonra Yılmaz Güney’li bir teklif geldi. Filmin adı "Kamalı Zeybek"ti. Senaryosunu Esat Mahmut Karakurt’un eserinden Yılmaz yazmıştı. Onunla ilk defa bu filmi konuşmak üzere gittiğim Televizyon Film yazıhanesinde tanıştık. Kişiliği beni çok etkiledi, benim yaşadığım çevreden çok farklıydı. O zamanlar ben ondan çok daha meşhurdum, dolayısıyla beni etkileyen tamamen kişiliği oldu. Film boyunca beğenimi, üzerimdeki etkisini çok ortaya koydum. Baktım o da bana cevap veriyor. Saf, temiz bir flört başladı aramızda. Filmin seti için Adana’ya gittik, orada beni annesiyle tanıştırdı. Annesi beni gösterip, ona Kürtçe bir şeyler söyledi. "Ne diyor" dedim, "Bembeyaz, çok güzel bir kız, onu çok beğendim. İnşallah gelinim olur" demiş. Her şey müthiş güzeldi, hayatımın erkeğini bulmuştum, çok mutluydum. Ta ki İstanbul’daki sete bir hanım gelinceye kadar.

BİRLİKTEYAŞADIĞI KADIN<B>

Yazının Devamını Oku

Dini siyasete alet etmek dinsizliktir

3 Ekim 2006
PKK ile Mücadele Özel Koordinatörü Emekli Orgeneral Edip Başer, günümüzde dini siyasete alet edenlerin çoğaldığı görüşünde ve bu kişiler, sürekli "Ordu dine karşı" anlayışıyla TSK’yı yıpratmaya çalışıyor. Edip Başer, cumhurbaşkanlığı makamının "cumhuriyetin temellerini savunduğu" görüşünde. Çankaya ve türban... İşte bütün mesele...

- Türbanın Çankaya’da oturmaması gerektiğini, oturamayacağını o insanların kendilerinin idrak etmesi lazım. Başbakanlık siyasi bir makam, partiyle ilişkili. Haliyle o siyasi partinin programını, düşüncesini savunacak. Bunu doğal karşılamak lazım. Ama Cumhurbaşkanlığı makamı dediğiniz zaman bambaşka bir olaydan bahsediyorsunuz. Orada ne bir ideolojik yapıyla beraber olabilirsiniz, ne bir dini anlayışın, ne de herhangi bir umdenin savunucusu haline gelebilirsiniz. Sizin orada savunacağınız tek değer vardır; Cumhuriyet. Yani tüm kurum ve kurallarıyla beraber, devlet. Devletin kurumlarını savunabilmeniz için, o kurumların üzerinde oturduğu temelleri savunmak zorundasınız.

Din, siyaset ve ordu...

- Dini siyasete alet etmek ahlaksızlıktır, dinsizliktir. Ne yazık ki, Türkiye’de var olan şeriat tehlikesi her geçen gün hızla büyüyor. Başta Milli Eğitim olmak üzere bakanlık ve bürokrasideki kadrolaşmalara bakın. Benim bir amcam camide imamdı. Çocukluğumda Sivas’ta Şeyh İsmail diye biri vardı, ona çok saygı duyarlardı. Bir de Darende’de Hulusi Efendi adlı biri vardı, ona büyük saygı duyarlardı. O zatlar Gürün’e geldiklerinde bir yerde toplanırlar, hem çay içer, hem de sohbet ederlerdi. Ben hiç içeri girmezdim, neler konuştuklarını da bilmem. Kuran’ı Arapça’dan okumasını biraz beceriyorum hálá. O kadar sene, hiçbir amcamdan bir tek gün "namaz kıl, oruç tut, kızlar başını örtsün" sözü duymadım. Utanmadan "Ordu dine karşı" diyorlar. Böyle bir şeyin olması mümkün mü? Ordu analarımızın, bacılarımızın taktığı başörtüsüne karşı değil. Ordu, başörtüsünün belli bir biçimde siyasi amaçlarla istismar edilmesine karşı. Ordu, dini inançların sömürülmesine karşı.

Kitap İstediğimde fakir amcam dönüp ağladı

Olamazsın 3 beldenin birinden, Gürün’den, Eğin’den, Darende’den...


- Rahmetli babam, İstanbul Polis Mektebi’ni bitirdikten sonra İskenderun’a tayin olmuş, oradan da Nizip’e. Ben 1942’de orada dünyaya gelmişim, 2,5 yaşımdayken de babam vefat etmiş. Ondan 6 ay sonra da annem rahmetli olmuş, Nizip’ten baba ocağımız Gürün’e dönmüşüz. Küçük yaşta para sıkıntısı çektiğimiz için yaz tatillerinde marangoz amcalarımın yanında çalışırdım. Düvenlerin altına çakmak taşı çakardım. Amcalarım kendi çocuklarını bile okutmakta çok zorluk çekerdi. Bir gün öğretmen bir kitap almamızı istedi ama, bende para ne gezer? Çaresiz amcama söyledim, arkasını dönüp ağladı. "Gel bakalım" deyip o önde, ben arkada damadının bakkal dükkanına gittik. Damadından borç aldığı 5 kuruşu koydu avucuma. Çok iyi hatırlıyorum; bir bakır tabağın içine yengem zeytinyağı dökerdi biraz. Akşam yemeği olarak, tandır ekmeğini zeytinyağına banar yerdik. Sabahları çay içerken dut kurusu kullanırdık, şeker alınamadığı için. Ortaokul 1. sınıfa kadar Gürün’de, okudum. Sonra İstanbul Nişanca’da oturan dedemin yanına gelip Gedikpaşa Ortaokulu’na yazıldım. Bu arada sınıfta çocuklara ders verirdim, ayda 40 lira para alırdım. Yazın dedemin Gürün Han’daki küçük çay ocağında çalışırdım, 10 lira haftalık verirdi.

Namık Gedik’in intihar ettiği gün

27 Mayıs 1960... Yaşa, varol Harbiye...

- 27 Mayıs’ta Harp Okulu 1. sınıf öğrencisiydim. Okulda bana üst kattaki revirde nöbet verildi. Koğuşlarda Ethem Menderes, Namık Gedik, Rüştü Erdelhun ve bazı kabine üyeleri yatıyordu. Verilen emre göre koğuşların kapıları açık tutulacak, içerde ve kapıda birer nöbetçi olacaktı. 29 Mayıs 1960 günü, ben Namık Gedik’le Ethem Menderes’in kaldığı odanın kapısında nöbetçiydim. Namık Bey çok kötü durumdaydı, başını ellerinin arasına almıştı, saçları dimdikti. Odaya sırtım dönüktü ki, büyük bir şangırtı koptu. Hemen içeri daldım, baktım arkadaşımın ellerinden kanlar akıyor. Meğer Namık Gedik pencereden atlamış, arkadaşım da onu tutayım derken elini cam kesmiş. Hemen yan odaya geçip pencereyi açtım, aşağıdaki arkadaşlara ambulans çağırmalarını söyleyeceğim. Camı açmamla beraber, bir mermi kafamın üstünden geçip pencerenin pervazına saplandı. Meğer birisi daha atlıyor sanıp ikaz atışı yapmışlar.
Yazının Devamını Oku

Dost ihaneti deyince aklıma Johnson’un mektubu geliyor

2 Ekim 2006
Türkiye’nin "PKK’yla Mücadele Özel Koordinatörü" Emekli Orgeneral Edip Başer’in adının önündeki "Dr" unvanı sizi şaşırtmasın. O, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ilk doktoralı orgenerali. Ankara Üniversitesi’nde verdiği doktorasının konusu, 1918-20 yılları arasında İstanbul hükümetlerinin Trakya politikası. O, ABD’nin ünlü askeri okulu US Army War College’de okuyan ilk Türk subayı. Üstüne, bir de İngiltere Kraliyet Askeri Akademisi eğitimi var. Brüksel NATO Karargáhı’ndan Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanlığı’na, Napoli NATO Güney Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanlığı’ndan Kara Harp Okulu Komutanlığı’na, Başbakan Tansu Çiller’in askeri danışmanlığından NATO Güneydoğu Avrupa Müttefik Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Genelkurmay 2. Başkanlığı ve 2 Ordu Komutanlığı’na /images/100/0x0/55ea96caf018fbb8f889d381kadar birçok önemli üst görevde bulundu. Artık Kara Kuvvetleri Komutanı olmasına kesin gözüyle bakılıyordu. Askeri Şûra’da hep 1. sıradan terfi etmişti, mümtazen terfileri de cabası. Ama dönemin Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu, büyük sürpriz yaparak Edip paşaya komutanlık yerine emekliliğin kapısını açtı. O Edip Başer ki, Kıvrıkoğlu’nun en yakınındaydı, Genelkurmay 2. Başkanı’ydı.

Hülya-Edip Başer çifti, Fenerbahçe Askeri Kampı sınırları içindeki korumalı lojmanlarında oturuyor. 38 yıllık sevgili eşi Hülya hanım, öz be öz dayı kızı. İki oğulları var, büyüğü yurtdışındaki temsilciliklerimizin birinde diplomat, öteki ise mimar. Edip Paşa’yla iftar sonrası buluştuk lojmanında, başladık sohbete. Az kalsın sahuru bulacaktık. Paşının emsalsiz anılarını, Hülya Hanım’ın leziz ikramları süsledi. Gece yarısı eve döndüğümde, Gürün’ün web sayfasında "Günün sözü" olarak Voltaire’in şu cümlesi vardı: "Bir gün her şeyin daha iyi olacağını düşünmek umudumuz, bugün her şeyin iyi olduğunu düşünmek yanılgımızdır."

Demokrasi, ordu ve siyaset...

- Bu ülkede siyaset tam anlamıyla soysuzlaşmış durumda. Böyle dediğim için mahkemeye verirlerse gidip, söylediğim lafı aslanlar gibi savunurum. Bunun adı demokrasi olamaz, bu millete layık olan demokrasi bu değil. PKK’nın 3-5 Kalaşnikoflu adamı dağdan köye, mezraya inecek. Oradaki insanlara "Seçimde filancaya oy vereceksiniz, başka birine bir tane oy çıkarsa mezranın tamamını gider" diyecek. Örnek olarak da, birkaç mezrayı tamamen ortadan kaldıracak. Ondan sonra da, orada bilmem kaç tane belediyeyi bilmem hangi parti kazanmış diyeceksiniz. Bu gerçeği kimse anlatmıyor, vatandaş da bunu demokrasi zannediyor. AB, ordunun siyasi alandaki etkinliğinin azalmasını, aksi halde demokratik olamayacağımızı buyuruyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetçi ordu, ilk gününden beri demokrasi ideali temeline oturmuştur. Ordu her zaman laik demokrasinin koruyuculuğunu yapmıştır yapacaktır.

Yeniden Kuvayı Milliye ruhu

AB, Sevr ve Kuvayı Milliye...

- Ulusal bilinçte de çok hızlı bir erozyon var. Şeriatı arzu eden çevrelerle bölücü destekleyicisi çevreler, bunun için el ele çalışıyor. AB’nin bizi Sevr koşullarına getirmeden almayacağı da artık kesin. Getirdikleri son koşullara bakın, Pontus’tan Süryanilere kadar neler var. Bu cesareti nasıl buluyorlar? Demek ki onlara öyle görünüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti öyle ucuza kurulmuş bir devlet değil. Yunanistan, hayatı boyunca bir sürü savaşa girmiş, hiçbirinden galip/images/100/0x0/55ea96caf018fbb8f889d383 çıkamamış ama, barışta toprak kazanmış. Biz öyle bir devlet değiliz, biz santimetrekaresi için nice şehitler verdik. Vatanını seven aydınlarımız artık ortaya çıkmalı, halkı örgütlemek için öne düşmeli. Yeniden Kuvayı Milliye hareketinin başlama zamanı geldi de, geçiyor. Silahtan, kaba kuvvetten bahsetmiyorum. Ben, ulusal bilincin yeniden kazanmak ve güçlü hale getirmemizin şart olduğunu söylüyorum.

Büyükanıt, şiir Atatürkçüsü değil

Onu bir de en yakın dostundan dinlesek...

- Kara Harp Okulu’ndan çok yakın sınıf arkadaşım olan Yaşar’la hukukumuz oldukça farklıdır. Harp Okulu’ndan beri ilişkimiz hiç kopmadı. Harp Akademisi’nde birlikte okuduk, o birincilikle bitirdi, ben de ikinci oldum. Yaşar paşa, Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı, laik Türkiye Cumhuriyeti için büyük bir güvencedir. Her işinde aklı önde tutar, çok iyi muhakeme ve öngörü yeteneği vardır. Enfes bir insan, enfes bir lider, enfes bir komutandır. O makama da fevkalade yakışan bir insandır. Söyleyeceğini çekinmeden söyler, hiçbir gizli hesabı yoktur. Çok kararlıdır, karar verdiğini mutlaka yapar, takipçidir. Karargáh çalışmasına ve kolektif akla çok önem verir. "Şiir Atatürkçüsü" değildir, laiklik konusunda da hepimiz gibi fevkalade hassastır. Koordinatörlük görevi için, Yaşar bana telefon etti, "Hükümet benden bir isim sordu, sana sormadan ismini söyledim. Bu görevin bana çok büyük katkısı, desteği olacak" dedi. Bu görev benim için bir risk ama, bazı insanlar bazı riskleri almak zorunda. Tünelin ucunda çok cılız da olsa bir ışık gördüğüm için kabul ettim. Muhatabım Joseph Ralston vasıtasıyla Amerikan tarafına bu konunun Türkiye ve Türk-Amerikan ilişkileri konusundaki önemini anlatacağıma inanıyorum.

ABD’nin gücünü kullanmamız şart

Avrupa değil, illa ki ABD...

- PKK’ya karşı askeri harekát her gün yapılsa yeridir. Ama, terörün beslenme kaynaklarını kesemezseniz sonuç alamazsınız. Karşınızdaki onurlu bir düşman değil, onursuz, haysiyetsiz, cibilliyetsiz, şerefsiz bir güruh. Türk askerinin geleceğini duyar duymaz dağdan aşağılara inip, halkın arasına karışıyorlar. Onun için bunların finansal, lojistik kaynaklarını kesmemiz şart. İşte burada Amerika’nın siyasi gücünü kullanmak zorundayız. Çünkü, Avrupa ülkelerinden hiçbirine güvenim yok, zaten onlar işin içinde. ABD bizim Avrupa Birliği’ne girmemizi istiyor gözüküyor ama, ben bunda samimi olduklarından emin değilim. Çünkü, ABD eskiden beri genel olarak Türkiye’yi daha çok kendi nüfus sahasında tutmak ister. Keşke, hiçbirinin nüfuz sahasında olmasaydık da, onlar bizimle dost olabilmek için yalvarsalardı.

Silah ambargosunun acılarını unutmadık

Dost ihaneti denince...

- ABD kamuoyu, 1 Mart tezkeresinin TBMM’de kabul edilmemesinden sonra Türkiye’ye karşı çok değişik duygular içine girdi. ABD medyası, Türkiye’yi "İhanet eden bir eski dost" gibi gösterdi. Uluslararası ilişkilerde zaman zaman yol kazaları olur, bu da onlardan biri. Tezkerenin reddinden kısa bir sonra Amerika’da bir panele davet edildim. Orada dedim ki "Bunu bu kadar büyüttünüz ama, Türk halkı da sizin sebep olduğunuz birçok yol kazasının acısını hálá unutmuş değil. Buna rağmen böyle tepkiler vermiyor, çünkü dostluğa saygılı. Bizim dostluk, arkadaşlık anlayışımız sizinkinden çok farklı." Amerikalılar, dost ihanetinin ne olduğunu daha iyi görebilmek için biraz geriye gitmeli. Bir Küba krizinin, bir Johnson mektubunun, bir silah ambargosunun acıları hálá içimizde. Dolayısıyla, bu tür yol kazalarında, ilişkileri böylesine etkileyecek tepkiler vermenin manası yok.

YARIN:ÇANKAYA’DA TÜRBAN OLUR MU?
Yazının Devamını Oku