Lakin bu dilekler hep gönlümüzde.
Bu yeni zamanda...
Sevdiğim kim varsa, kendim de dahil, sevebileceğim herkes de dahil...
Sağlığı iyi olsun.
Kalbi ritmini çalsın. Yanakları kiraz pembesi, dudakları bal olsun.
Teni sıcak kalsın, enerjisi dışına taşsın.
Ciğerlerinden nefes, bacaklarından güç eksik olmasın.
Kanı bol olsun, damarlarında dönüp dönüp dolaşsın.
Bu sene, daha önce yapamayacağımı düşündüğüm ya da zor bulduğum neye kalkıştım ve yapabildim?
Kimlerin kalbini kazandım?
Daha önce denemediğim, cesaret edemediğim neyi denedim?
Kendimle ilgili neyi affettim ve geride bıraktım? Başkasında affedemediğim neyi affedebildim?
İçtenlikle kaç kere özür diledim?
Kaç çocuğa değerli olduğunu hissettirdim?
Kendimi eleştirdiğim hangi konuda artık hiç konuşmuyorum?
Dikkatimiz bizim en büyük gücümüz.
Dikkati verdiğimiz şeyler ömrümüz.
Hiç durup bakmıyoruz, dikkati neye verdiğimize.
Nereye akıyor bakışlarım, nereyi kazıp duruyorum, aklım neye takılı...
Yeni yıla girerken, bu soruları, sahilde bulduğumuz güzel çakıl taşları gibi cebe atalım.
Bir çocuğa dikkat veriyorsun, hemen görüyorsun dallarına bahar geliyor.
Bir sevdiğine dikkat veriyorsun, kalp kapıları ardına dek açılıyor.
- Hamama mı...
- Hımm, gidelim mi?
- Olur, nereye? (Nereden aklına geliyor benim kızımın bunlar?)
- Sultanahmet’e...
- Kalabalık filan olur mu, çok sıcak olur mu?
- Her şey olur ve hiçbir şey olmaz. Hayatı çok kurcalamamak lazım, yaşamak lazım.
- Tamam gidelim. (ah! benim bu maceracı kızım)
- Anne ayrıca bu hamam işini ben hiç yoktan çıkarmadım, ayurveda detoksu yapıyorum ya, Ceren Hanım, “Gitseniz iyi olur, bedeniniz gibi cildiniz de nefes alsın, arınsın” dedi. Hani hep ılık ve az yiyorum, akşamları da tulsi çayı içiyorum ya, hepsi birbirinin parçasıymış.
Her seferinde tak çıkar uğraşmıyorsun. Hava da soğuktu.
Tek başıma sokaklardaydım.
Ellerim ‘üşüyoruz’ diye bağırıyordu. Cepler yetmiyordu. Ben de karşımda görünce aldım.
Bir şeyi karşımda görünce, karşılaşmamız tesadüf değil gibi geliyor bana.
Sağ tekinde ‘wild’, öbüründe de ‘free’ yazıyor.
Vahşi ve özgür. Daha da hoşuma gitti bu.
Sabahları doğaya, güneşe, nefese, sessizliğe ve içimize dönmek için en güzel zaman. Güneş doğarken, yeni başlayan günün elini tutup, onu oraya buraya çekiştirmeden, içimizdeki yenileri doğurmak lazım.
Nerede hatırlamıyorum bir yerde okumuştum ve hoşuma gitmişti. “Sabah uyanır uyanmaz bir şey okumayın, aklın devrelerini hemen çalıştırmayın” diyordu.
Sabahları okumayı bıraktım ben o günden sonra.
Telefonuma bakmamaya çalışıyorum ilk iş.
Eğer en başından telefona bakarsak da kendimizi bütün gün oyalanma ve dikkat dağıtmaya koşullandırıyormuşuz.
Kısacası sabah yaptığın şey, günün ritmini ve atmosferini belirliyor.
Sabahların gücünü elime almaya karar verdim ben de. O sihirli kapı kaybolmadan içinden geçmeye. Daha rüyalarım soğumadan hemen, masama oturup yazmaya ve gitarımla sohbete başlıyorum.
Oturup üç sayfa, kalemi hiç durdurmadan yazıyorsunuz değil mi?
Düşünce, düşündükçe içine gömüldüğün bir bataklık gibiymiş.
Halbuki hepimiz buralara düşünerek geldiğimizi düşünüyoruz. İşte bu da sadece bir düşünce.
Aslında hayat sıçrayışlarımızın çoğunu, düşünce kablosunu kesip iç sesimizi dinlediğimizde yaptık.
Ben artık düşünceyi bir dondurma külahı gibi hayal ediyorum.
En yukarısındaki daireyi dönerek düşünmeye başlıyorsun sonra yavaş yavaş, döne döne aşağılara, karanlık uca doğru...
Bir girdap gibi. Gidişatı belli. Hızlanarak, aşağıya doğru sarmal yapacak.
Ben de içinde Oz Büyücüsü’nde, hortuma kapılmış Dorothy gibi savrulacağım.
Savrulmam bittiğinde kendimi Oz Büyücüsü’nün sihirli dünyasında değil, Nil büyücüsünün korkulu dünyasında bulacağım.
Bunlar iki farklı anadan doğan iki farklı bebek.
Çaresizlik ana, mutsuz çocuklar doğuruyor.
İlham ana, mutlu çocuklar.
Peki, bir amacın, bir hayalin çaresizlikten mi yoksa ilhamdan mı geldiğini nereden anlarız?
Hepimizin avuçları istek dolu, amaç dolu, arzu dolu.
“Aç şu avucunu bir bakayım” dediklerinde açamayacağımız kadar sıkı tutuyoruz onları.
Sanki onlarsız bir hiçiz.