Melis ALPHAN - Tüm Köşe Yazıları - Sayfa 148

Melis Alphan

Köprü yasak hemşerim

21 Ekim 2010
Yine ve yeniden köprü hasretim tuttu. Bono ve Venus Williams olamayacağıma, 15 kilometre koşamayacağıma göre kalıyor geriye kendimi aşağı atmak. şaka tabii yapmayacağım ve elin oğlu başka ne seçenekler bulmuş onları anlatacağım izninizle. TV’de Boğaziçi Köprüsü’nün üzerinden 170 bin koşucu geçerken nasıl beşik gibi sallandığını izleyince yine hevesim kabardı.
Boğaziçi Köprüsü’nde manzarayı arabanın camından seyretmek yerine, canım havayı tüm gövdenizle solumak için... İlla ki dünyaca ünlü bir star olmak... Veya 15 kilometrelik ıstanbul maratonunu koşmak... Ya da Allah göstermesin köprü üzerinde arabayı durdurup suya atlamak üzere bariyere yönelmek mi lazım?
Hayır çünkü başka türlü köprünün keyfini çıkarmak mümkün olmuyor.
Bono olunca izin veriyorlar, kıtalararası gündüz yürüyüşlerini yapıyorlar. Venus Williams olunca izin veriyorlar, İstanbul’un orta yerinde raketleri tokuşturuyorlar. Olimpiyat şampiyonu pinponcu olunca izin veriyorlar, bilek güçlerini köprüde gösteriyorlar.
Ama bizim gibi sıradan vatandaş olunca ancak televizyondan milletin köprü üstünde keyfe gelişini izliyoruz.
Oysa başlarda farklıydı.
2 Mayıs 1974’te köprüden yayalara iki kenardaki yaya yollarından geçiş izni verildi. Köprünün ayaklarında yayaları yukarı taşıyan asansörler vardı.
şimdi köprünün üzerindeki yaya yolundan gidişimize izin verilmiyor.
Neden?
Çünkü köprü açıldıktan sonra “köprüden aşağı kendini salarak hayatını noktalamak isteyenlerin sayısı arttı” diyen otoritelerimiz en iyi bildikleri işi yaparak “Yasak hemşerim” dedi, köprü yayaya kapatıldı.
Öyle bir ırkız ki biz, bir şeyi yönetemezsek, çözümü kolay, yasaklıyoruz.
Osmanlı’nın maarif nazırı, yani eğitim bakanı “Ah bu mektepler olmasa ben bu işi ne güzel yapardım” diye hayıflanırmış.
Yakın tarihte turist avlamak için kurulan kumarhaneler çete yuvası haline gelince kapısına toptan kilit vuran da biziz.
Bu meselede de durum farklı değil. Köprüden yayaların geçişini yasaklayarak intihar oranlarını düşüremezsiniz. Kendini yüksek bir yerden atacak adam gider atar. Bu Boğaziçi Köprüsü olmaz, Haliç Köprüsü olur, Unkapanı Köprüsü olur, apartmanın beşinci katı olur.
Ha belki Boğaziçi Köprüsü’ndeki kadar romantik olmaz ama amacına ulaşır.
Eloğluna bakın mesela...
Golden Gate Köprüsü sadece ABD’de değil, tüm dünyada en popüler intihar mekanları arasında. İnsanlar sadece bu köprüden atlamak için San Francisco’ya gidiyorlar. Aynen Boğaziçi Köprüsü’ndeki gibi, buradan da kendinizi attığınızda denize çarptığınız an betona çarpmış gibi oluyorsunuz ve anında ölüm gerçekleşiyor.
Tam sayı asla bilinemese de 2005’e kadar buradan 1200 kişinin atlayıp öldüğü sanılıyor. Aynı yıl iki haftada bir, biri kendini Golden Gate’ten aşağı salıyordu.
Eloğlu da buradaki intiharların önüne geçmek için kafa patlatıyor. Ama bu beyin jimnastikleri sırasında bir yasak getirmek akıllarından geçmiyor.
Köprünün üzerine intihar yardım hatları ve potansiyel intihar niyetlilerini gözetmeleri için görevliler yerleştirdiler.
Köprüdeki demir işçileri de intihara meyilli insanlarla konuşmak veya onları engellemek için çalışmaya gönüllü oldu.
En son iki yıl önce Golden Gate’in altına plastik kaplı paslanmaz çelik bir ağ yapılması gündeme geldi. Bu ağın 40-50 milyon dolara patlayacağı tahmin ediliyor.
Gördüğünüz üzere, bizde değil ama... Demokrasilerde çareler tükenmiyor.

İlk gün de çökecek sandık

Maratonda malum “köprü yıkılıyor” paniği çıktı.
İlk gün de öyle olmuştu.
Açılışa özel, vur deyince öldürdüğümüz için, yayalara araç yolundan yürüme izni de verilmişti. E tabii millet bu şansı kaçırır mı; şehirde yaşayan kim var kim yok oraya akın etti. Onbinlerce insan Asya-Avrupa arası yürüyüşe geçti.
Yaya adımlarının miktarı ve bunların homojen şekilde köprünün yüzeyine yayılması üzerine rezonans arttı ve köprü sallanmaya başladı. Sorun, ayakların aynı anda yere vurmasıydı.
Lastik tekerlekli araçlar yerine onbinlerce adımın aynı anda zemine darbesinin daha tehlikeli olduğu günlerce konuşuldu.
Ve gazeteler şöyle yazdı: “Köprüden arka arkaya tanklar geçse o derece risk oluşturmaz. Bir tabur askerin uygun adımla köprüyü geçmeye kalkması daha tehlikelidir.”
Yazının Devamını Oku

Tırnakla para kazanmak

19 Ekim 2010
Eskiler “Ben buralara tırnaklarımla kazıyarak geldim” demeye bayılır. Bu zor yolda tırnak cilası çatlayıp bozulursa oje dediğin ne güne duruyor? Pop dünyasının yeni yetme starı, moda ve güzellik piyasasına tırnağın ucundan giriyor. Bir zamanlar moda endüstrisi kumaşları kesip biçip, boyayıp yıkayıp, son ütüsünü yapıp, pazara sunup para kazanmaya çalışıyordu. Sonra güzellik endüstrisi çıktı. Modanın küçük kardeşi. Nemlendirici moda oldu, kırışıklıklarla savaştığı iddia edilen bir dolu kozmetik ürünü raflarda boy gösterdi. Parfüm, “miktarı az, fiyatı yüksek” kavramını hayatımıza soktu.
Sonunda iş tırnağın ucuna kadar geldi.
şarkıcıların kıyafet markalarına, futbolcuların ayakkabı koleksiyonlarına, modellerin parfüm çıkarmalarına alıştık. Başta “Herkes kendi işini yapsa ya” desek de sesimizi çıkarmadık.
Fakat bu bir ilk.
Ergenlerin ve kız çocuklarının hastası olduğu, kendisi de ergen sayılabilecek popçu Justin Bieber oje koleksiyonu çıkarıyor. Aralıkta ABD’de, 2011 itibarıyla da dünyanın geri kalanında piyasaya sürülecek koleksiyonun adı One Less Lonely Girls.
Ojelerin adları ise ılk Dansı Bana Lütfet, Ben + Mavi, En Gözde Mor gibi, bana pek bir şey ifade etmeyen ama ihtimal o ki kız çocuklarını tavlamak üzere düşünülmüş cinste. Kendisine hayırlı işler...
De...
Neden oje koleksiyonu?
Demek ki oje işinde ekmek var. Bir kere makyaj işine girenlerin ilk işi oje üretmek.
Hem kolay üretildiği hem de iyi sattığı için oje bu firmaları birkaç yıl döndürebiliyor. Türkiye’de yıllık oje tüketimi 20 milyon şişe civarında. Kadın başına yılda bir, bir buçuk şişe deyin. Batı’yla kıyaslandığında rakamlar düşük, orada kadınlar ayda ortalama bir şişe oje bitiriyor. Ama bir taraftan da Türkiye’de her geçen yıl oje satışları artıyor.
Oje moda dünyasının basamaklarını da hızlı tırmanıyor.
Geçtiğimiz sezonlarda ayakkabıların yaptığını yapıyor: Çıldırıyor.
Kıyafette artık pek de harikalar yaratamayan markalar son yıllarda çantaya, ayakkabıya abanırken kozmetik sektörünün de altın yumurtlayan tavuğu tırnak boyaları gibi görünüyor.
Justin Bieber bir yana... Moda haftalarında sadece kıyafetler değil, ojeler de çıktı podyuma. Zac Posen’ın modellerinin tırnakları leopar ve batik desenliydi. Giles Deacon’ınkilerde gülen suratlar vardı. Betsey Johnson defilesinde pembe tırnaklar üzerinde sarı-laci çizgiler dikkat çekerken, Loewe’deki kelebek motifli tırnaklar uygun fiyatlı yatak çarşaflarını andırıyordu.
Ünlüler de sardı bu tırnak işine. Katy Perry’nin tırnaklarında sevgilisi Russell Brand’in resmi görüldü. Rihanna ve Alexa Chung’ın parmaklarının ucunu gülen suratlar süsledi. Heidi Montag tırnaklarına Chanel logosu kondurdu, Fergie çizgi çektirdi.
Moda dergilerinde sayfa sayfa süslü tırnak fotoğrafları basıldı.
İş artık safi ojeden de çıktı. Ülkemiz kadınlarına pek sirayet edememişse de Batı’da alternatif çevrelerde popüler olan “nail art”, yani “tırnak sanatı” ana akım modayla iç içe geçer oldu. Ojenin defilelerde aksesuvar mertebesine yükselmesi, ünlüler tarafından benimsenmesi bu anlama geliyor.
Ya dahi kozmetik pazarlamacıları oje satışlarını artırmak için tasarımcıları tavladı. Ya da millet sıkıldı, oyun arıyor...

Yine statü simgesi

Eski Mısır’da tırnak boyası rengi hiyerarşiye işaret edermiş, sosyal düzenin tepesindekiler tırnaklarını kırmızı ve tonlarıyla boyarlarmış. Nefertiti el ve ayak tırnaklarına yakut kırmızısı sürermiş. Kleopatra’nın rengi kızılmış. Alt sınıflardakilere sadece açık tonlarda ojeye izin varmış.
Bugün eski zamanlardaki gibi adı konmuş olmasa da statü simgesi ojeler var. Ojede pazarın trendlerini belirleyen Chanel oje sürüyorsanız -belki Hermes takmış kadar olmuyorsunuz ama- birçoklarının gözünde modanın üst sınıfına mensupsunuz.
Lüks markaların kraliçesi her yıl bir-iki yeni oje çıkarıyor. Millet mağazalara isim yazdırıyor, listelerde sırasını bekliyor, bu ojeleri ilk sürenlerden olmak kimileri için epey anlam taşıyor.
Yani belki yaptırımı yok... Ama oje binlerce yıl sonra hâlâ hiyerarşideki yere işaret ediyor.
Yazının Devamını Oku

Almanlar’in bira efsanesi çöküyor

16 Ekim 2010
Almanya milli maçındaki sonuca kızıp köpürenler için yazıyorum.

Bakmayın siz Almanlar’ın havasına, bira içmekten bile vazgeçmek üzereler. Meşhur Oktoberfest yakında çay saatine dönüşürse kimse şaşırmasın

Mısırlılar birayı çorba, yani besin niyetine içermiş biliyor musunuz?

Bira göbeğinin tarihi 5 bin yıllık anlayacağınız.

Ama bira deyince akla piramitlerin değil de Münih fötrünün gelmesi boşuna değil... Çünkü birayı çorbadan popüler içeceğe çeviren Almanlar. Daha doğrusu Bavyera ahalisi... Çünkü şerbetçiotunu biraya katmayı yaklaşık 7 yüzyıl önce akıl eden deri pantolonlu adamlar, yeni lezzetin patentini de elde etmiş oldular. O gün bugündür insanoğlu ekim ayında iki önemli etkinliği hatırlar: Rus ihtilali ile Oktoberfest’i.

Yazının Devamını Oku

Gürültünün tadı tuzu yok

15 Ekim 2010
“Boğazımdan geçmiyor” dersiniz ya bazen dışarıda yerken.

Bilin ki, artık fon gürültüsünün yemeğin tadını kaçırdığının bilimsel kanıtı var. Hatta aksi de geçerli, güzel müzik eşliğinde yemeğin hazmı da kolay.

Gürültülü restoranları oldum olası sevmem.
Bangır bangır müzik, avaz avaza millet... Benim kalemim değil. Eş dost yemeğe çıkıyorsam, parayla rezil olmanın en kolay yolu gürültülü bir restoran seçmek bence.
İki laf edemezsin, kalçan birbirine değecek yakınlıkta otursan da sesini duyurmak için gösterdiğin çaba sonucu ertesi gün boğaz ağrısıyla cebelleşirsin. Üstüne üstlük yediğinden de bir şey anlamazsın.
Bir de gürültüyle kaplı o atmosferde, dünyanın en harika yemeği olsa bile sana en rezili gibi gelen o yemeğe deve yüküyle para ödersin. Neymiş, yemeğe çıkmışız.
Bunlar benim şahsi fikirlerim.
Ama artık bu fikirlerimi bilimsel verilere dayandırabilirim. Birileri bunu kanıtlamış.

Yazının Devamını Oku

Gap: 0 Sosyal Medya: 1

14 Ekim 2010
Logosunu değiştirmeye kalkan Gap sosyal medyada ve internette tepkiyle karşılaştı. Logoya gelen tepkiler sonucunda el mahkum, eski logosuna dönüş yaptı Geçtiğimiz hafta sosyal medya ayaklandı.
İsyanın nedeni ünlü marka Gap’in logosunu değiştirmesiydi.
Şirketin Kurumsal İletişim Başkan Yardımcısı Bill Chandler yeni logoyu “daha güncel ve modern bir ifade” olarak nitelendirse de ne yazık ki markanın hayranları, tasarımcılar ve internet alemi, Twitter’da, Facebook’ta ve bloglarda yeni logodan nefretini açık bir şekilde ortaya koydu.
Kimi logoyu “hilkat garibesi”ne benzetti: “İşleri pek yolunda gitmeyen marka değerli cevherini değiştirmeye karar veriyor.”
Kimi yeni logonun Microsoft Word’de yapılmış uyduruk bir şey gibi göründüğünü belirtti.
BNet’ten Jim Edwards, “Gap’in satışlarının düşmesinin birçok nedeni olabilir -kriz, indirim azlığı, modaya uymayan ürünler- ve bunların hepsi yeni bir ticari takdim şekline cevap verecek değil” dedi.
Twitter’da birisi dalga geçmek için yeni logonun resmini koyarak GapLogo adlı bir isimle hesap açtı, bir anda binlerce takipçisi oldu. GapLogo işe “Benim de duygularım var pislikler” diye tweet atarak başladı ve devam etti: “Lütfen yeni logo tasarımlarınızı şu adrese yollayın: şef Oyinbolowo Eko, Lagos, Nijerya. Western Union’dan da 8.500 dolarlık bir havale yapın.”
Yeni Gap logosu Twitter’da olur da, eskisi teşrif etmez mi? Birileri de OldGapLogo (eski Gap logosu) adıyla bir Twitter hesabı açtı: “Gecenin bir yarısı, Old Navy’nin cansız mankenleriyle dolu penceresiz bir salona götürüldüm. Yardım yollayın.”
Yeni logonun sağ üst köşesindeki mavi kare bir yana, sinirlere en çok yazı tipi olarak Helvetica’nın seçilmesi dokundu.
1957’de İsviçreli yazı tipi şirketi Haas için tasarlanan Helvetica öyle bir yazı tipi ki, hakkında bir belgesel bile var. Net olduğu için trafik işaretleri, uyarı levhaları ve devletlerarası yazışmalarda genellikle bu yazı tipi tercih edilir.
Ama işte birçokları da sıkıcı bulur onu. Gap gibi bir marka logosunu Helvetica’ya çevirince millet ayaklanır.
Peki bu ayaklanma işe yarar mı?
Hem de nasıl.
Yeni logonun bir-iki günlük ömrü oldu.
Gap, Facebook sayfasındaki yeni logoyu fırlatıp yeniden eskisine döndü ve şöyle bir açıklama yaptı:
“Baştan beri planımız buydu. ınsanların bir hafta boyunca bizim hakkımızda konuşmasını sağlamak ve müşterilerimizi dinliyor gibi görünerek onlara önceden bu kadar sevdiklerini fark etmedikleri değerli logolarını geri vererek son gülen olmak.”
Biz de yedik değil mi?
Bu bir kendinden konuşturma manevrasıydı ve Gap hiç logosunu değiştirmeyi düşünmüyordu, öyle mi?
Gel de inan.
Bu sosyal medyanın gücü işte dostlar.

Keramet logoda değil, malın kendisinde

Logo değişikliği deyince kendi gazetemin vaktiyle bu sancılı süreci nasıl atlattığını merak ettim ve logoyu seçen kurulda yer alan Yayın Koordinatörümüz Fikret Ercan’a sordum. Şöyle anlattı: /images/100/0x0/55eacec6f018fbb8f897f961
“Hürriyet’in Tahsin Öztin tarafından yapılmış beyaz üzeri kırmızı eski logosu ilkel kalıyordu. Haldun Simavi Hürriyet’in başına gelince daha canlı görünmesi için ve mizanpaja uygun olsun diye eski logo çerçeve içine alınıp altına sarı zemin verildi. Bu değişiklik okurlardan fazla tepki görmedi çünkü yazı karakteri eskisiyle aynıydı.
1988’de artık Hürriyet logosunun gerilerde kaldığına, modernleşmesi gerektiğine karar verildi ve bir ıngiliz firması önümüze farklı logolar getirdi. Bugünkü logo ağır bastı. Logo değişince okurlardan tepkiler gelmeye başladı. ‘Biz artık Hürriyet almayacağız. Bu bizim Hürriyet’imiz değil. Hürriyet’imizi istiyoruz’ diyenler oldu. Fakat gördüler ki keramet logoda değil, gazetede.
Sonra tepkiler azaldı ve bitti. Gazete aynı tiraj çizgisinde devam etti.”
Kim bilir, Gap de tepkilere biraz göğüs gerseydi, kerametin logoda değil, markada olduğunu keşfederdi.
Yazının Devamını Oku

Seneye eşli siyaset

12 Ekim 2010
Ülkeye ne kadar demokrasi geldiğinin en basit ölçüsünü ailede aramak doğal değil mi? Neden bütün siyasi toplantılar bekarlar kulübü gibi? Kılıçdaroğlu bakalım, “Seneye eşli toplanacağız” sözünde duracak mı?

En sonunda bir sosyal demokrat lider uyandı. Malum AKP, CHP ve MHP ara sıra siyasi kamplar düzenliyor.

Hepsinin ortak bir özelliği var; milletvekilleri, parti yöneticileri, örgüt temsilcileri bu toplantılara tabir yerindeyse sap gibi katılıyor.

Yani yanlarında karıları olmuyor.

İnsanın aklına garip gerekçeler geliyor. Siyaset adı altında erkek muhabbeti yapmak için mi, yoksa kavga dövüş kırılan tabak çanak sesi evlerine yansımasın korkusuyla mı bu yol seçiliyor? Ya da belki karılarını yanlarında göstermekten utandıkları için eşsiz toplantı fikrine itiraz etmiyorlar.

Yazının Devamını Oku

Ya sizin derinizi soysalar

9 Ekim 2010
Bu başlığı bilerek kullandım. Niyetim, kürk giyiyorsanız size ilk sahibini hatırlatmak.

Moda dünyası ölü hayvan derisi merakından kurtul-madıkça fırsatını buldukça kürk yazmaya devam edeceğim, ısrarla, inatla. 

Kürk mevsimi açıldı. Cümlemize hayırlı uğurlu olsun. Kürk bu sezon, hiç olmadığı kadar popüler.

Ayakkabıdan paltoya, hatta kolyeye kadar her yerde kürk var.

Son yıllarda küresel ısınma gibi konular da, hayvanların kürkleri için katledilmesi gibi insanlık suçlarını sorunlar listesinde alt sıralara itti. 

Yazının Devamını Oku

Zincirleme salaklık

8 Ekim 2010
En illet olduklarım listesinde zincir mektuplar ilk 10’a girer.

Bu tuzağa düşenlerin gerizekalı olduğunu düşünsem de hayatımda bir, bilemediniz birkaç kere aynı gerizekalılığı göstermişimdir.

Mail’in, cep telefonlarının olmadığı günlerde posta kutumuzu doldururdu bu mektuplar.

“Lütfen bu mektubu dikkate al” diye kibarca başlar, “Bunu bilmem kaç kişiye göndermezsen başına gelmedik kalmaz, lanetin en okkalısı sana çarpar”, yani kısaca “Allah’tan belanı bulursun” diye biterdi.

İşin yoksa git fotokopi çektir, postaneye koş, pulları yapıştır, 10 kişiye yolla. Uğraş babam uğraş.

Yazının Devamını Oku