Melis ALPHAN - Tüm Köşe Yazıları - Sayfa 147

Melis Alphan

Rüya takımı açıklıyorum

5 Kasım 2010
Hayatta iki yanlış bir doğru götürmez, beş benzemez ile pokerde el kazanılmaz. Şöhretler kadrosu bir filmin gişesini kurtarsa da, seyircinin umduğunu bulması düşük ihtimaldir. Bakalım Türk örneğinde ne olacak? Geçtiğimiz günlerde çıkan bir habere göre Kenan İmirzalıoğlu, Cansu Dere, Kıvanç Tatlıtuğ ve Beren Saat, yani televizyonun altın yumurtlayan tavukları hep beraber bir filmde oynayacaklar.
Sonra Cengiz Semercioğlu bunun doğru olmadığını yazdı.
Doğru olsun olmasın... Kalıbımı basarım konuşulmuştur bu, “Yapsak kesin tutar” denilmiştir, şimdilik rafa kalkmıştır. Ama kesin akıllardan geçmiştir.
Hatta o filme başka kimler lazım biliyor musunuz?
Mesela Kuzu çifti.
Halkçılık katarlar filme.
Başka?
Arda ve Sinem Kobal da fena olmaz.
Genç ve zinde aşkı yansıtırlar beyazperdeye.
Polat Alemdar bir tutam delikanlılık katar.
Hatta yetmez Ramiz Dayı da akil adam kadrosundan girsin ekibe.
Bence ülkede popüler kim varsa dahil etsinler kadroya, gişe patlaması yapacak bir filme imza atsınlar.
Ha ama...
Uyarmak lazım.
Yapımcıyı değil, seyirciyi.
Çünkü en popüler isimlerin yer aldığı film sayesinde kuşkusuz yapımcı deve yüküyle para kazanır.
Ama olur da böyle bir film çekilirse ihtimal o ki izleyici izlediği kötü filmler listesine bir yenisini ekler.

Yıldız bolsa fiyasko kesin

Hollywood’da ünlüleri aynı filmde buluşturma olayına “all star cast” deniliyor.
Filmdeki her yıldızın kendi izleyicisini sinema salonuna çekeceği ve bu sayede gişe rekorları kırılacağı varsayılıyor.
Peki yıldızlar geçidi bu filmler iyi sonuç veriyor mu?
Genelde hayır.
İngilizcede “fallacy of composition” diye bir terim var; Türkçesi “terkip yanılgısı”. Yani... Bir bütünü oluşturan bireyler için tek tek doğru ya da geçerli olmanın, bireylerin tümü için de aynı geçerliliğe sahip olacağını düşünme yanılgısı.
İşte “all star cast”ın problemi bu.
Tek tek harikalar yaratan oyuncuların birliğinden güç doğamayabiliyor; kötü bir senaryoyla hayatlarının en kötü filmlerinden birine imza atabiliyorlar.
Hollywood bunun örnekleriyle dolu.
“Sevgililer Günü”nü ele alın. Kimler yok ki? Julia Roberts, Jessica Alba, Jessica Biel, Kathy Bates, Jennifer Garner, Anne Hathaway, Ashton Kutcher, Queen Latifah, Shirley MacLaine, Taylor Swift...
Sonuç: Sıfır.
Ya da Brad Pitt’inden Catherine Zeta Jones, George Clooney, Julia Roberts, Andy Garcia ve Matt Damon’a kadar tüm bombaları buluşturan “Ocean’s Twelve”i...
Ya da “Arızalı Çiftler”, “Aşk Her Yerde”, “Erkekler Ne Söyler Kadınlar Ne Anlar”, “Orijinal Cinayetler”, “Truva”, “Sakin Ol”, “Dört Oda”, “şenlik Ateşi”, “Bobby” ve daha niceleri...
Bana bu “all star cast” sahtekarlık gibi geliyor. “Biz kendi aramızda eğlenelim, bu kadroyla ne yapsak zaten seyirci yer” diye bizle dalga geçtikleri hissine kapılıyorum.
Ve şöyle düşünüyorum: Ne kadar çok star, o kadar fiyasko.

Hollywood yıllardır deniyor

Gerçek bir sinefil olan arkadaşım Ali Arıkan bana kısa bir “all star cast” tarihçesi geçti. Önceleri “Ziegfeld Çılgınları” (1946), “80 Günde Devr-i Alem” (1956) ve “Spartaküs” (1960) gibi filmler önceden birlikte oynamamış starları buluşturuyordu. 60’larda bu tip filmler iki ayrı kategoride hayat buldu. Birincisi savaş veya din temalı filmlerdi. “En Uzun Gün” (1962) mesela.
İkinci kategori ise komedi unsurunun ağırlıkta olduğu filmlerdi. Örneğin “Çılgın Dünya” (1963).
70’lerde en popüler ve en ciddi aktörleri felaket filmleri bir araya topluyordu. Böylece hem eski sinema seyircisini hem de gençleri salonlara çekmenin yolunu bulmuşlardı. “Poseidon Macerası”nda (1972) olduğu gibi...
70’lerin ortasına kadar “all star cast”ın bütün amacı para kazanmaktı.
Sonrasında Robert Altman, Sydney Lumet ve Paul Thomas Anderson gibi yönetmenler “Aşağılanan bu furyayı daha iyi yere getirebilir miyiz”e kafa yordu ve ünlülerle dolu eli yüzü düzgün filmler çekti.
Ama o kadar.
Günün sonunda yıldızları bir araya toplayan filmler pek kalite kaygısı olmayan ortalama Hollywood yapımları olmanın ötesine geçemiyor.
Yazının Devamını Oku

1 Mayıs çiçeğinin muhteşem dönüşü

4 Kasım 2010
Aristokrat Ahmet Haşim, “Yarin dudağından getirilmiş bir katre alevdir bu karanfil” diye yazmış, halkçı Orhan Veli dalgasını geçmiş. O gün bugündür solun ve özellikle 1 Mayıs’ın sembolü haline gelen karanfil, son dönemde biraz da ekonomik kriz yüzünden yeniden sosyete buketlerine girdi. Sex and the City’nin bir bölümünde Charlotte randevusunun ardından Carrie ile sevgilisi Jack’e özet geçer: “Berbat olacağını biliyordum. Adam bana karanfil getirdi.”
Jack’in tepkisi: “Adam sana çiçek mi getirmiş? Dallamaya bak sen.”
Charlotte açıklık getirir: “Çiçek değil. Karanfil. Buketlerin dolgu malzemesi.”
Charlotte’a kızamazsınız. Ne de olsa karanfil uzun yıllar çiçeklerin ucuzu olarak bir kenara fırlatıldı; orkideler evlerde başköşelere otururken çiçeklerin garibanı karanfiller küçümsendi.
Fakat gün olur devran döner...
Son dönemde karanfiller yıllardır kutsanan tropikal süs çiçeklerine nanik yapıyor.
Tevekkeli değil. Oscar de la Renta’nın 2011 ilkbahar yaz koleksiyonunda elbiseleri karanfil motifleri süslüyor; Sarah Jessica Parker kırmızı halıda yakasına karanfil takıyor; şık Londra çiçekçisi Rebel Rebel, Bafta ödül töreninde etrafı karanfillerle süslüyor; New York sosyetesinin etkinliklerini organize eden Bronson Van Wyck karanfili New York Moda Haftası’nın açılış partisine sokuyor; Martha Stewart pastalarını bu çiçekle dekore ediyor.
Nüfuzlu dostlarının yardımıyla karanfil ister istemez sınıf atlayıp yükselen çiçek konumuna geçti.
10 yıldır orkide, cryzantem, gerbera ve benzeri çiçekler gözde olunca karanfile talep azalmıştı. Antalya Süs Bitkileri ve Mamülleri ıhracatçıları Birliği Başkanı Osman Bağdatlıoğlu dünyada son iki yıl içinde yaşanan krizle birlikte pahalı çiçeklerin buketlerde kullanılmamaya başlandığını, daha ucuz ve sürümü olan bitkilerin yükselişe geçtiğini söylüyor: “Bu çiçekler arasında karanfil başı çekiyor.”

Çiçek modasında 5 yıl gerideyiz

Türkiye yılda 450 milyon dal çiçek ihraç ediyor ve bunun 350 milyon dalı karanfil. 2009’da yaklaşık 22 milyon dolarlık karanfil ihraç ettik.
İzmir, Antalya, Yalova ve Isparta’da yetişen karanfilden Antalya’da 25 bin kişi ekmek yiyor.
10-15 yıl önce ıspanya ve ısrail’de ağırlıklı olarak üretilirken işçilik ve sulama problemleri baş gösterince Kenya, Türkiye ve Kolombiya karanfil üretiminde öncelikli ülkeler oldu.
Bağdatlıoğlu’nun söylediğine göre Türkiye çiçek modasını 5 yıl geriden takip ediyor. Ama önemi yok, karanfilin yükselişine bakılırsa Türkler uyanmasa da yurtdışı talep sayesinde karanfilden daha çok kişi ekmek yiyecek.
Bağdatlıoğlu “Karanfili kesim anından ilaçlama sistemi, soğuk tırlarla taşınması dahil olmak üzere Avrupa’daki süpermarketlere ilk günkü tazeliğinde indirebiliyoruz” diyor. Ve inanır mısınız, Avrupa’ya gönderdiğimiz karanfillere 14 günlük süpermarket ömrü garanti ediliyor.
Biz gidip köşedeki çiçekçiden karanfil alsak birkaç günde soluyor.
Türkiye’de 2007’de yıllık adam başı çiçek tüketimi 1 dolar iken şimdi bu rakamın 2-2.5 dolara çıktığını söyleyen Bağdatlıoğlu “Türkiye’de bu kültür yeni gelişiyor. Halk, vazosunda çiçeği üç gün dayanırsa halinden memnun ama olmaması lazım. Bu arz talep meselesi” diyor.
Bu topraklarda kafam kadar kiraz yetişiyor ama biz tadamadan yurtdışına gidiyor. Bize ikinci, üçüncü sınıfları yar oluyor. Çiçekte de durum aynı.
Arz talep meselesiyse talep edelim o zaman. Bizim başımız kel mi?
Yazının Devamını Oku

İkinci bahar trendleri

2 Kasım 2010
Bu yazı şu anda 20’li yaşlarda olanları ilgilendirir. Hoş, diğerleri de okuyabilir ama 2050’ye kadar dişini sıkabilirse göreceklerinden korkabilir. Hazırsanız kemerlerinizi bağlayın... Geleceğe, daha az genç bir yaşama yolculuk var. Başbakan’ın isteği üzerine üç çocuk yapar mısınız bilmem ama dünyanın geleceği düşünüldüğünde “üç de yetmez beş tane” denilebilir.
Neden mi?
Bir rakamlara bakalım isterseniz...

Dünya nüfusunun giderek yaşlandığını yıllardır herkes bas bas bağırıyor.
Dünya tarihinde bu kadar çok yaşlı insanın olduğu bir zaman daha yok .
Daha da kötüsü, önümüzdeki 40 yılda 60 yaşın üzerindekilerin sayısı üçe katlanacak. 2050’de tarihte ilk kez 65 yaşın üzerindekilerin sayısı 14 yaşın altındakileri geçecek. 2150’de üç kişiden biri 65 yaşının üzerinde olacak.

Örnek mi istiyorsunuz...
2050 itibarıyla nüfusunun yarısının 55 yaşın üzerinde olacağı bir ülke İspanya.
Hali hazırda ıngiltere’de 46 yaşının üzerindekilerin sayısı ergenlerden fazla. Japonya’da nüfusun yüzde 21’i 65’inci doğum gününü geride bırakmış durumda.
“Bizim tuzumuz kuru” diye düşünmeyin.
Tehlike altında olanlar sadece refah içinde yaşayan, yaşı kemale ermiş gelişmiş ülkeler değil. Evet, onlar çok daha hızlı yaşlanacak ama ardından bizimki gibi genç nüfusun ağırlıkta olduğu ülkeler gelecek.
Araştırmalara göre Brezilya ve Sri Lanka gibi ülkeler şimdi hızlı yaşlanmıyor ama onların zamanı geldiğinde yaşlanmaları diğerlerinden hızlı olacak, 20-30 yıl gibi bir sürede birden çökecekler. Halbuki dünyanın geri kalanının yaşlanması koca 20’nci yüzyılı aldı.
Peki hayat nasıl bir seyir alacak dersiniz?
Haydi birlikte düşünelim...
1- Mesela, emeklilerin yaşadığı sakin şehirlere, ılıman iklimli bölgelere rağbet artacak. Dolayısıyla buralarda her anlamda fiyatlar yükselecek. Emlak fiyatları başta olmak üzere. Belki Ağaoğlu’nun torunları ıstanbul’un göbeğine değil, sahil kasabalarına binalar dikecek.
2- Göç tersine dönecek. ış bulmak için şehirlere daha az genç akın edeceğinden büyük şehirlere göç azalacak, nüfusun büyük çoğunluğu olan yaşlılar şehirden köylere, Ege sahillerine çapa atacak.
3- Emekli maaşını ödeyecek sayıda çalışan kalmayacağı için sosyal güvenlik bütçe açığı abartılı vergilerle yamanmaya çalışılacak. Yine de emekliye para bulunamayacak, kıt kanaat geçinilecek.
4- Bir soru: Yaş ortalamasının 60’ın üzerinde olduğu bir toplumda yaşasaydık sizce iPhone veya iPad bu kadar hızlı yaygınlaşır mıydı? Hiç sanmıyorum. Gençler bu tip teknolojilere daha kolay alışıyor, daha çabuk kıvırıyor, daha kolay eğitiliyor. İhtimal o ki geleceğin teknolojileri daha çok yaşlılarla ilgili konulara eğilecek. Mesela yaşlıların yaşamını kolaylaştıran akıllı evlere, robotlara yoğunlaşılacak, okumayı ve duymayı kolaylaştıran teknolojilere yönelme artacak. Ve bir yandan da Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg gibi genç bilgisayar dahilerine talep azalırken doktorların sayısı artacak. Huzur evlerinin sayısı da daha fazla olacak.
5- Televizyondaki gençlik dizileri yerlerini aile dizilerine bırakacak. Romantik komedileri ise geçmişin “Aşk Gemisi” tarzında yapımları alacak. Sağlıklı yaşam temalı ürünler hayatın her alanında karşımıza çıkacak.
6- İlhamını gençlikten alan ve moda haftalarında sıfır beden ergenleri podyuma çıkaran, ilanlarına taşıyan moda sektörü objektifini yaşlılara çevirecek. Gençlik odaklı markalar yerine mesela Marks & Spencer gibileri sektöre iyiden iyiye ağırlığını koyacak. Yaşlılıkla gelen hastalıklarla başa çıkmak için (mesela üşüme, mesela varis) yeni iplik ve kumaş teknolojilerine ağırlık verilecek. Çocuk modasının pazardaki yeri küçülecek. Yaratıcılığı gençlikten beslenen moda epey sıkıcılaşacak.

40 yılda 17 milyon yaşlı yaratacağız

Türkiye’de şu anda 65 yaşının üzerinde 4-5 milyon kişi var. 2050’de bu rakam 17 milyona çıkacak. 2005’te yüzde 5.7 olan 65 yaş üzeri nüfus 2009’da yüzde 7 oldu, 2050’de ise yüzde 17.6’ya kadar çıkacak.
Türkiye’de kadın başına doğum miktarı 2007’de 2,17 idi. Doğurganlık hızı 2025’te nüfusun kendisini yenileme düzeyi olan 2’nin altına (1,97’ye), 2050’de ise 1,79’a inecek. Yani zamanla Türkiye nüfusu kendisini yenileyemeyecek, nüfus azalacak.
Yazının Devamını Oku

Osmanlı’nın canlı mirası

30 Ekim 2010
Bergama sunağını Almanlar’a kaptırmaktan söz etmiyorum. İzmir’de yıllarca komşu yaşadığım Levanten ailelerin hikaye ve fotoğraflarını Monocle dergisinde görünce inanın üzüldüm. “Neden hiçbir gazetenin ekinde bu konu işlenmedi?” diye merak ettim.

Osmanlı’nın çokkültürlü mirasını koruyabiliyor muyuz? Bu konuda ciddi endişelerim var. Gerek giderek azalan ve zaten “azınlık” diye tarif edilen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının sayısı... Gerekse onların mezeden müziğe kültür haritamızdan silinen izleri... Hayra yormak zor.
Yüzde 99.9’u Müslüman olan bir ülkede yaşamını sürdüren eser miktarda Hıristiyan, Zirve Yayınevi katliamı, rahip Santero cinayeti, Hrant Dink suikastı bu tek tip, tek sesli Türkiye’nin kötü siciline tüy dikti. Osmanlı’dan miras son koloniyi bulmak da Türk medyasına değil, İngiliz dergisi Monocle’a kaldı.
Monocle’ın yeni çıkacak sayısında “Son Avrupalılar” başlıklı bir haber yer alacak. Dergi, haberi şöyle sunuyor: “Doğu Akdeniz’deki ticaret kentleri yavaş yavaş kozmopolitliğini yitirdi. Ama İzmir’de hâlâ buraya yüzyıllar önce zenginlik ve macera arayışı için gelen aileleri bulmak mümkün.”
Haberde benim gibi İzmirliler’in çok iyi bildiği aileler var. Caroline Koç’un ailesi Giraud’lar mesela, Micaleff’ler ya da...
Ailelerin anlattıklarından, onların Türkiye’de iki arada bir derede yaşadığını gördüm ve üzüldüm.
Christopher Micaleff şunları söylemiş: “’Neredensin’ diye sorduklarında ‘Türkiye’ değil, ‘İzmir’ diyorum. Geçen ay İstanbul’da havaalanındaki pasaport kontrolünde kadın memur ismim yüzünden Türk olmadığımı söyledi. Böyle bir şey İzmir’de olmaz.”
Bazıları gelecek korkularını yansıtmış. Biri “Türkiye şu an çok dindar. Çocuklarımı ne bekliyor?” diye soruyor; bir diğeri “Birçok insan korku içinde. Bir şey olduğunda hep azınlıklar acı çeker” diyor.

Yazının Devamını Oku

Bu bir teşvik yazısıdır

29 Ekim 2010
Evet, çünkü moda gökten zembille inmez bir ülkeye...

En hayati eksenlerden bir tanesi okul-sanayi işbirliğidir. Mimar Sinan’daki “İplikten İlmeğe Tasarım Yolculuğu” defilesi de bu anlayışın eseridir, tekrarında ve yaygınlaşmasında büyük fayda vardır. 

Türk modası diye bir şey var mı?
Henüz yok.
Bunu gerçekleştirmeye hayatını adamış insanlar var.
Sürekli bundan bahsedenler, bunun hayalini kuranlar var.
Ama bu yolda yapılması gereken tonla da şey var.
Zaman zaman yazıp çiziyorum.

Yazının Devamını Oku

First model satışı

26 Ekim 2010
Siyasetçi eşleri tabii ki topluma rol modeli oluşturuyor. Sadece lafla, eylemle, hayır işleriyle değil, giyip çıkardıklarıyla da. Michelle Obama yerli kıyafetleriyle sektöre 2.7 milyar dolarlık katkı sağladı. Bizde de biraz ekonomik düşünme zamanı gelmedi mi sizce? Harvard’da 1922’den beri çıkan bir dergi var: Harvard Business Review.                
Derginin son sayısında enteresan bir analize yer verilmiş: First Lady Piyasalara Nasıl Hareketlilik Getiriyor.
David Yermack adlı analist üşenmemiş, ABD’nin first lady’si Michelle Obama’nın giydiği markaların maddi değerlerine nasıl katkıda bulunduğunun şemasını çıkarmış.
Yermack’ın grafiğine göre Michelle Obama bir markanın kıyafetini giydiğinde, o markanın veya o markayı satan büyük mağazaların borsadaki hisseleri ani ve ciddi yükselişe geçiyor. First Lady’nin giydiği markalarda normal şartlarda olmayan yüksek kârlar gözleniyor ve sıradan piyasa dalgalanmalarıyla bunun izahı mümkün değil.
Rakam istiyorsanız, o da var.
İnsana pek gerçekçi gelmiyor ama ben uzmanların yalancısıyım. Buyrun:        

Michelle Obama Kasım 2008 ve Aralık 2009 arasında 2.7 milyar dolarlık piyasa yarattı. Yani borsaya, markalara, mağazalara ve tasarımcılara toplam bu kadar para kazandırdı.

Bu tarihler arasında Michelle 189 kere halkın önüne çıktı ve aralarında J.Crew ve Gap gibi markaların olduğu 29 halka açık şirketin ürünlerini giydi. Giydiği bir kıyafetle her defasında ortalama 14 milyon dolar katkı sağladı,

Daha da önemlisi etkisi hemen geçmedi, bir kıyafeti giymesinin rüzgarı borsada üç hafta kadar hissedildi. Bu kadarla kalsa iyi... First Lady’nin tercih etmediği markalar da zarar ediyor. Yermack’ın analizine göre Michelle’in giymediği 27 rakip markanın hisseleri yüzde 0.4 oranında değer kaybetti.

Bu rakamlar abartılı olabilir. Önemi yok. Sonuçta ortada bir ivme olduğu kesin.
Bu anlamda da Michelle Obama, gizli gündemini yürürlüğe koydu ve sonuç aldı. Önemli olan bu.
First Lady, kocasının yemin töreninde giyeceği kıyafeti hazırlamak için sırada bekleyen Oscar de la Renta veya Donna Karan gibi büyük markalara, tanınmış isimlere sığınmayıp Küba asıllı Isabel Toledo imzalı bir kıyafet giymişti.
Balodaki kıyafet seçimiyle de gelecek vaat eden Tayvan asıllı ABD’li genç tasarımcı Jason Wu’ya destek atmıştı.
İş burada kalmadı, ilerleyen zamanlarda uygun fiyatlı Amerikan markalarını üzerinden çıkarmadı.
İşte gizli gündemi buydu, amacı sadece güzel görünmek için giyinmek değil, giydikleriyle, bilinçli kıyafet seçimleriyle Amerikan modasını kalkındırmaktı.
Yermack’ın analizine bakılırsa ABD First Lady’si Amerikan moda sektörü adına çok başarılı bir işe imza attı.
Bizde mesela Emine Erdoğan türbanı bağlama stiliyle kitleleri peşinden sürükledi. Hali hazırda var olan ‘şulebaş türban stili’ni kitleselleştirdi. Köyden şehre kadınların büyük çoğunluğu başını Emine Hanım gibi bağlar oldu.
Yani Michelle Obama gibi bir stratejiyle first model yarattı, ama ekonomiye bir katkısı var mı orası bilinmiyor...

Ecevit’in mavisi Çiller’in kuşburnu

Türkiye’de liderlerin yarattığı modalar yok değil. Ben daha doğmadan Ecevit mavisi gömlekler seçim meydanlarında CHP bayrağı gibi dalgalanıyordu. Diğer yandan Ecevit’in özdeşleştiği diğer bir aksesuvarı olan kasketi mavi gömleği kadar tutmadı.
Tansu Çiller’den hatırlamaya değer ne kaldı derseniz... Moda düşkünleri önce beyaz kıyafetlerini hatırlar. Hemen herkes de kuşburnu çay merakını.
Başbakan Erdoğan ise altın çileği herkese tanıttı.
Yazının Devamını Oku

Parmakla yetmez sesle kazandırın

23 Ekim 2010
İnternet’in bedavacıların cenneti olduğuna inananlar iyi haberimle yetinsin.

Google artık cebinizden Türkçe sesle arama hizmeti verecek. “Peki Google bu işten ne kazanacak?” diyenler yazıyı okumaya devam etsin.

Gazeteleri okurken baktım büyük bir müjdenin (!) haberi var. Google artık cebinizde sesle hizmet verecek.
Mesela siz Türkçe restoran diyeceksiniz, şehrin bütün ünlü lokantaları cebinize sıralanacak. Ya da indir diye bağıracaksınız cebinize, ne kadar oyun, film, müzik sitesi varsa ekranda belirecek.
Baştan söyleyeyim, bu teknoloji akıllı telefon (smartphone) dediğimiz tür cihazlarda çalışıyor.
Siz Türkçe konuşuyorsunuz, sesiniz Google sunucusuna gidip tercüme ediliyor, sonra arama sonuçları cebinize akıyor.
“Adamlar ne teknoloji bulmuşlar abi” demek için yazmıyorum bunları. Derdim, arama motorlarının İnternet’i nasıl bir ticari platforma dönüştürdüğüne son örneği vermekten ibaret.
Siz farkında mısınız bilemem. Ama arama motorlarında aradığınız her kelime, Google gibi şirketlere para kazandırıyor.

Yazının Devamını Oku

Home office out ev gibi ofis in

22 Ekim 2010
Yatak odasından doğruca oturma odanıza geçtiğinizi düşünün, karşıda masanız, sedirde laptop’unuz açık, ama fazladan çalışma arkadaşlarınız da orada.

Çünkü evde değil iştesiniz. Artık patronlar çalışanlarına ev rahatlığı sunmak istiyor.

2007’de Viyana’ya birkaç günlük bir tasarım turu düzenlemiştik.

Bu turdan en çok aklımda kalan ofis mobilyasındaki gidişattı.

Bene adlı şirket mesela... Hareket noktası çalışan memnuniyetiydi. Ofisinde masalar otomatik olarak yükselip alçaltılabiliyordu, yazıcılar görüntü kirliliği yarattığı için ayrı bir odada yer alıyordu.

Yazının Devamını Oku